Acı haber: Refik Durbaş ölmüş… Birden içim sızlıyor. Fotoğrafa bakıyorum. Cumhuriyet’te, 1985 yılbaşı eğlencesinde çekilmiş. Arkamda Okay’la Refik… Yok artık ikisi de… Gittiler bir başka diyara. Geriye bu fotoğrafla hatıralar kaldı, o kadar. Biraz daha yalnızlaştım.
Cumhuriyet’te bir zamanlar yazılarımı elle yazardım. Acı haber beni bilgisayarsız bir yerde yakalayınca, oturdum acımı yazıya elle dökmeye başladım. Böyle zamanlarda yazı kolay gelmez. Ya da anılar başına üşüşmeye başlar, nasıl gireceğini bilemezsin yazıya...
Sevgili Refik çok iyi bir şairdi. Ayrıca Türkçesi çok iyiydi. Okay’la birlikte Cumhuriyet’i yönetmeye başladığımızda, gazetenin haber Türkçesini iyileştirmek için çok güzel bir kılavuz hazırlamıştı. Bütün muhabirlere zorunlu okuma olarak dağıtmıştık. Cumhuriyet’te düzenli köşe yazmaya başladığımda da ilk yazılarımı önce Refik’e emanet etmiştim, Türkçesini düzeltmesi için. Arada bir de ondan şaka yollu rica ederdim:
Refikçiğim, şu yazıya bir dörtlük döktür de okunsun!
Bir seferinde Bangladeş’ten, oralardaki yoksulluğun nasıl çiçek açtığını anlatan bir yazı göndermiştim. Sevgili Refik de anlaşılan duygulanmış ve bu yazımın uygun bir yerine birkaç hüzünlü mısra eklemişti. 1970’lerde, 1980’lerde Cumhuriyet’in düzeltmenler, eski deyişle musahhihler servisi tam bir edebiyatçılar topluluğuydu. Mustafa Baydar, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Konur Ertop, Atilla Özkırımlı, Refik Durbaş, Doğan Hızlan… Ve adını şimdi hatırlayamadığım kimileri… Korkutucu bir takımdı bu. Yazı işlerine, muhabirlere, hatta yazarlara kafa tutarlardı, “Böyle Türkçe olur mu” diye… Ara sıra kendi aralarında dil, edebiyat, şiir, siyaset tartışmaları patlar, öfkeli sesler bütün yazı işlerinde, mutfakta çınlardı. Haberler, yazılar o zamanlar önce mürettiphanede operatörler tarafından dizilir, sonra bir kopyası düzeltmenler masasına gönderilirdi. Sevgili Refik’in bir alışkanlığı vardı. Haber, yazı eğer yanlışsız dizilmişse, ona seloteyple bir çay fişi iliştirip mürettiphaneye öyle geri gönderirdi. Çok eskilerde, kurşun kokulu mürettiphanelerde, entertiplerin potalarında Necdet Usta’nın pişirdiği lüfer-palamut eşliğinde, ince belli çay bardaklarında birer fırt rakı içtiğimiz de olmuştu Refik’le… Yine bir zamanlar, gazete mutfakta piştikten sonra Yakup-Çiçek-Ece’den oluşan ‘şeytan üçgeni’nde bizim mesleğin bohemini yaşadığımız ‘gazeteci milleti’nin içinde sevgili Refik’in ayrı bir yeri vardı.
Instagram’a giriyorum. Sevgili İsmet Berkan da aynı fotoğrafı paylaşmış, altına şu satırları yazmış: Bin tane hatıra var ama nedense en önce, Cumhuriyet’in mürettiphanesindeki gece nöbetlerimiz ve amyant matris kağıdı üzerinde pişmiş palamutlar eşliğinde içtiğimiz rakılar geldi aklıma… Ağzında yuvarladığı kelimeleriyle şiirlerini okuyuşu; “laik” mi yazılır, “layık” mi tartışmaları ve kahkahalar… Hoşçakal Refik Durbaş…
İsmet Berkan daha sonra bana yolladığı notta da şunları hatırlattı:
Cumhuriyet'teki Siyaset ekinde 'Anket Defteri' diye bir şey vardı, bir Fransız dergisinden yürütme. Oradaki sorulardan biri “Tarihteki en büyük askeri başarı nedir”di. Tabii herkes “Kurtuluş Savaşı” diye cevaplardı o soruyu, Refik ise “Kendi askerliğim” cevabını vermişti... İlhan Abi çok kızmıştı; gazeteye de telefonlar yağmıştı cevabı protesto için...
Sevgili Vivet de “Pırlanta şair ve pırlanta insan” notuyla Refik’in şu şiirini koymuş Instagram’a:
Akşam kapısını bir dağ yamacında kaparken sabahın penceresini tanımadığın bir kentte açıyorsun
İlk kez gördüğün kentin ışığı yıldızlara kavuşurken hiç düşündün mü nasıl dindirebilirsin şair yüreğinin ayrılık fırtınasını?
O fırtınada nice sevgilerin sevgililerin hasreti gizliyse üstelik...
Yol günden uzundur çünkü yolculuk, geceden ve gündüzden de uzun...
Ama hüzünden ve ayrılıktan kısa ölümden daha da kısa...
Sevgili Refik; Bir zamanlarki gibi bu yazımı elle yazdım. Fotoğraflarını çekip cepten gönderdim T24’e, bakalım Gonca hatasız dizip senden bir adet çay fişi hak edebilecek mi? Rahat uyu Refik kardeşim, seni çok özleyeceğim.