Bir büyük ekonomik krizin ya da çöküşün ayak seslerinin gittikçe daha yakından duyulduğu şu günlerde içimden yazı yazmak gelmiyor. Hangi pencereden baksam berbat görüntüler... Ve yorumlamaya kalksam, yeni bir şey yazmış olmayacağım ki, duygusu... Çünkü yine aynı nokta öne çıkacak: Erdoğan'la normalleşme olmaz; Erdoğan'ın tek adamlığı devam ettikçe ekonomik ve siyasal istikrar beklemeyin. Bir kez daha aynı şeyleri yazmak sıkıcı geliyor. Sonra, bir haber düşüyor T24'e:
Gazeteci Nazlı Ilıcak’ın 'casusluk’ suçundan yargılandığı davada mütalaasını açıklayan savcı, Ilıcak’ın müebbet hapisle cezalandırılmasını istedi. Ilıcak, "Devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken belgeleri açıklamak"la suçlanıyor.
Nazlı Ilıcak, casusluk ve ömür boyu hapis... Öyle mi? Yaptığınız işin ne kadar utanç verici olduğu, ne kadar haktan hukuktan yoksun olduğu gün gelecek yazılacak, alnınıza kapkara bir damga gibi vurulacak. Kahretsin. Sevgili Nazlı; Yalnız değilsin, yanındayız. Evet , bugün içimden yazı yazmak gelmiyor. En iyisi, geçmişe sığınmak. Günlüğümü karıştırıyorum.
Moskova, 28 Şubat 2004. Dışarıda kar yağıyor. Karşımda Bolşoy Tiyatrosu. Akşama Don Kişot Balesi'ne gideceğim. Tarihi Metropol Oteli'nin barında, bir pencere kenarında oturmuş tül perde gibi inen karı seyrediyorum. Kocaman bir kayanın içine oyulmuş Karl Marks heykeli kar altında daha bir heybetli duruyor. Elimde de bir kitap: Wittgenstein's Poker (*). Geçen yüzyıla damgasını vuran iki büyük filozofun, Wittgenstein'la Popper'ın 25 Ekim 1946'da, Cambridge Üniversitesi'ndeki bir bilim kulübünde sadece on dakika süren ama derine giden tartışmalarının öyküsü anlatılıyor. İçim ısınıyor. Votka mı, kar mı, kitap mı? İçimi ısıtan, belki de hayatın her zaman yakalanmayan o güzel ve ender anlarından biri. Altını çiziyorum: Aklını orospulaştırmak! Kitabın bir yerinde filozof Bernard Russel şöyle diyor:
Wittgenstein, zeki insanlarla konuşarak aklını orospulaştırdığını söyledi. Ben de ona deli olduğu söyledim. O da bana, Allah beni aklı başında olmaktan koruyor diye yanıt verdi. Eminim, en geç şubat ayı içinde intihar edecek Wittgenstein...
Bir soru: Marks insanlığın tarihinden mi çaldı? Kimine göre öyle, kimine göre değil. Marks'ın kavgası en azından kapitalizmi ehlileştirdi. Sosyal haklarla vahşi yanını yok etti. Bundaki gerçek payı herhalde yadsınamaz. Tarih düz bir çizgi izlemiyor. Kavgalar, isyanlar, karşı koyuşlar olmadan insanlığın önü açılmıyor. Sabah Kızıl Meydan'a gittim. İlk defa kar yağarken gezdim, çok güzeldi, fazlasıyla romantikti. Lenin Mozolesi. Askerler solgun ışık altında mumya gibi. Kaş göz işaretiyle ellerimi cebimden çıkartmamı istediler, Lenin'in huzurunda... Marks... Lenin... Stalin... Hitler... Popper'ın düşmanları! Açık Toplum ve Düşmanları isimli kitabında onlarla kavga eder. Popper'la kitabıyla 1980'lerin başında, Cumhuriyet'e yeni genel yayın yönetmeni olduğum zamanlarda Şahin Alpay sayesinde tanışmıştım. Daha sonraki yıllarda, Çekoslovakya'daki Kadife Devrim'in lideri Vaclav Havel konusunda olacağı gibi, İlhan Abi bir rakı masasında sesini yükseltmişti:
Karşı devrimcileri Cumhuriyet'te tanıtmaktan vazgeç Hasan Cemal!
Filozoflar siyasetle uğraşmalı mı? Bu soruya Russell'la, Popper'ın yanıtları "evet"ti. Çünkü gerçek zaferler en iyi silahla değil, kalemle kazanılıyordu. Wittgenstein aynı kanıda değildi. Ayrıca Popper'la felsefe konusunda da anlaşamıyorlardı. Popper felsefenin daha ciddiye alınmasını savunuyordu. Wittgenstein ise felsefede gerçek problemlerin değil, sadece dile ilişkin bilmecelerin varlığından söz ediyordu. Bu iki büyük filozof, çevrelerinde müritleriyle, hayatın bütün sırlarına vakıf olduklarını sanan entelektüellerin cirit attıkları mekanlarda, birbirlerine karşı açtıkları fikir savaşları içinde yaşıyorlardı. Her ikisi de birbirini felsefenin düşmanı olarak görüyordu.
Kar ne güzel yağıyor. Rahmetli gazeteci kardeşim Örsan Öymen'le Moskova'da kurduğumuz sofrayı anımsıyorum. 1979 yılı olmalı. Dolarları karaborsada bozdurunca, hacı ağalar gibi donatmıştık sofrayı, kaç çeşit votka, kaç çeşit havyarla. Yüksük gibi kristal kadehlerde buz gibi votkaları birbiri ardından yuvarlarken, ne kadar neşeli, ne kadar kaygısızdık hayata karşı... Gün geliyor ve hatıralar dipsiz bir kuyu gibi insanı içine doğru daha çok çekiyor. O kuyunun bir yerlerinden sevgili Örsan'ın cigaradan kısık ve neşeli sesi kulağıma çalınıyor:
Ula Haso, atlatirsin beni?
Kitap ve votka içimi ısıtıyor. Cambridge'de, Kings College'de o gece... Şöminenin başında oturan Wittgenstein, elindeki şömine maşasıyla ateşi karıştırmakta, ara sıra da kendi görüşlerini desteklercesine maşayı sinirli sinirli sallamaktadır. Bir an durur. Popper'dan ahlak konusunda bir kural örneği vermesini ister. Popper'ın yanıtı, "Konuk profesörleri şömine maşasıyla tehdit etmemek" olunca, Wittgenstein maşayı elinden fırlatır, çeker gider. Felsefe tarihine geçen bu on dakikalık tartışma ve kitap böyle noktalanır. Moskova'da kar çok güzel yağıyor. İçim sıcacık. Kardan mı, votkadan mı, kitaptan mı?.. Bu kitap Amerikada uzun süre en çok satanların listesinde kalmış... Darısı başımıza. Filizofların sesinin çok çıktığı, seslerine çok kulak verildiği ve filozoflar hakkında çok satan kitapların yazıldığı bir Türkiye'de yaşayabilecek miyim? Aklıma bir soru takılıyor: Zaman geriye aksa daha iyi mi olur?.. Bilemedim.
* Wittgensteins Poker, The Story of a Ten - Minute Argument Between Two Great Philosophers, David Edmonds & John Eidinow, Ecco - HarperCollins, 2002.