Teröre lanet olsundan başka ne diyebilirim ki?.. Evet, lanet olsun! Kim, hangi örgüt patlattıysa bu bombaları, lanet olsun onlara da. Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için, altüst etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ortam da ne yazık ki müsait buna... Türkiye kötü, hem de çok kötü yönetiliyor. Şimdi bu konuyu geçiyorum. Yaşanmakta olan derin acıları paylaşıyorum. Başımız sağolsun. Hayatını kaybedenlerin, şehitlerin ailelerine, yakınlarına baş sağlığı diliyorum. Aşağıda daha önce yazdığım pazar yazısı yer alıyor.
* * *
Zürih’te karlı bir pazar günü...
Entelektüel ne işe yarar? Buna benzer bir soruyu tartışan bir kitap(*). Çalışma odamda, raflar arasında bakınırken rastladım. Hoş bir tesadüf. Yıllar önce Zürih’te okumaya başlamışım. Daha ilk sayfasında şöyle bir notum var:
Entelektüeller... Belki de üstüne vazife olmayan işlerle uğraşanlar...
Bir başka sayfaya tarih atmış, kısa kısa notlar almışım:
Zürih, 25 Ocak 2004. Bir pazar sabahı. Otel odamda sıkıldım. En iyisi, çıkıp sokağa teslim olmak. Hava kapalı, kurşuni. Uzun yürüyemedim, soğuk içime işledi. Odeon Café’nin, Lenin’in kahvesinin yalnız bir köşesine oturdum. Çörek ve kahve... Kendi dünyamın içine çekildim.
Böyle bir inziva ya da bir iç yolculuk bazen çok iyi geliyor. İnsan her şeyi kendi içinde taşıyor galiba... İyilikleri, kötülükleri... Sevapları, günâhları... Hatta cennetle cehennemi... Mis gibi kahve kokusu. Bir yandan da sayfa kenarlarına her zamanki gibi notlar düşüyor, bazı satırların altını çiziyorum. Beni bugünlerde en çok zaman düşündürüyor. Demiş ki: “Ve benim bir günümde yeterli zaman yok, hayattaki zaman yetersiz.” İnsan yaşarken bir son var mı sorusu hiç bitmiyor. Ya da filmin sonu... Yaşlandıkça, filmin sonunu görebilecek miyim sorusu aklıma takılıyor. Oysa o ‘son’u gören yok ki. Bir şeyler yapıp, şöyle böyle izler bırakıp bir başka diyara göç ediyorsun. Ama o ‘izler’i yine de bırakmak lazım. Bir başka yazar, yaşamda ‘tesadüflerin tiranlığı’ndan ya da kısmetli olmaktan söz ediyor. Kendi hayatımdaki rastlantı duraklarını çıkarmaya çalışıyorum. Soruyor: “Hayatta her şey rastlantılardan mı ibaret?..” Başımı kaldırdım, kar yağıyor, tül perde gibi iniyor. Birden içim ısındı. Kendimi dışarı attım, kar altında yürümeye başladım. Kronen Halle’yi arıyorum. Ercan Arıklı’dan öğrenmiştim. Bir restorandan çok bir sanat galerisidir. Chagall, Miro, Mattisse, Braque... Duvarlar böyledir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde, Avrupa’nın ana baba günlerinde meteliğe kurşun atan ressamlar yemiş içmiş, hesabı da resimleriyle ödemişler... Yine o şişman, koca göğüslü sempatik kadın garson... Bir bardak kırmızı şarap iyi geliyor. İç yolculuğuma devam ediyorum, notlar alıyorum.
"Zaman zaman kendimi çok yalnız hissediyorum” diyor. “Hala çok gençsin.” “Evet, 86 yaşıma bastım.” O yaş meselesi... Yıllar geçtikçe düşünmemeye, kaçmaya çalıştığım konu. Ve o klasik teselli: Yaşlanıyorum ama ihtiyarlamıyorum! “Ölüm hakkında düşünemezsin, çünkü ölüm yok. Sadece ölmek üzerine düşünebilirsin.” Devam ediyor: “Benim yaşımda mazi çok daha önemli hâle geliyor, bugün ve yarın önemini yitiriyor.” İşte beni en çok ürküten bir başka konu hayatta. Önümde sadece geçmişin kalması... Geleceği düşünemiyorsam, yazamıyorsam gelecek hakkında, demek ki her şey bitti benim için, en başta hayallerim tükendi düşüncesi oymaya başlıyor beni... “Artık haberleri izlemiyorum” deyince soru geliyor: “Artık dünya seni fazla ırgalamıyor demek ki...” “Evet evet, zamandan tasarruf ve kendi özgürlüğümü korumak için haberleri okumuyorum.” Düşünüyorum, benim böyle bir özgürlüğüm hiç olmadı. Haber benim mesleğim, haber olmadan beslenemem ki... Kitapta şu cümlenin altını çizmişim: “Bu sabah Seine Nehri’nin üstünden geçerken hayat dans ediyordu.” Hayatın dans etmesi, ne güzel. “O bir loser!” Loser’ın Türkçesi, hayatta başarısız kalmış, hayata yenilmiş bir insan... “O bir loser, çünkü hayatta çıtayı çok yükseğe koydu, yapamayacağı kadar çok şey istedi.” Loser sözcüğü beni daima ürkütmüştür. Hayata tutunmak, bir şeyler yapmak fikrinden hiç kopmamaya çalıştım. Bu arada, ‘loser’larla da karşılaşmamaya özen gösterdiğimi söyleyebilirim. Bir şair, Doğu Avrupa’dan geliyor. Totaliter rejimlerin akılları nasıl tutsak aldıklarının yakından tanığı. Bunun için özellikle ‘Fransız entelektüelleri’ne kızıyor, ‘totaliterizm’in, Stalin’in işlediği suçları pas geçmiş olmalarından dolayı... Diyor ki: “Entelektüel sözcüğüne alerjim var bu nedenle... Sartre ve Simone de Beauvoir eğer entelektüel tarifinin içine giriyorlarsa, o zaman ben entelektüel değilim... Ve emin değilim, Albert Camus’nün kendini entelektüel olarak tanımlayıp tanımlamadığını...”
Peki, sen nesin Hasan Cemal? Gazeteci! Yıllar önce karlı bir pazar günüm Zürih’te böyle geçmişti. İyi pazarlar!
* What Good Are Intellectuals? Edited by Bernard-Henri Lévy, Algora Publishing, New York, 2000.