Gündeminde Türkiye ile ilişkilerin de yer aldığı son AB Zirvesi'nin sonuçları geçen hafta farklı yorum ve değerlendirmelerle yoğun olarak tartışıldı. Zirve'den Türkiye'nin kazançlı çıktığını savunan da oldu, kaybettiğini ileri süren de. Bardağa dolu tarafından bakanlar, Zirve'den Türkiye aleyhinde yaptırım kararı çıkmamış olmasını, üst düzey siyasi diyalogun canlandırılmasını ve belirli koşullarla gümrük birliğinin yenilenmesi kararını öne çıkardılar; boş tarafından bakanlar ise adaylık vasfımızın resmen söylenmese de sona ermiş olduğuna, Doğu Akdenizle ilgili bölümde sadece Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin ve Yunanistan'ın görüşlerine yer verilmesine, vize serbestisinden hiç söz edilmemiş olmasına işaret ettiler. Dışişleri Bakanlığı da orta yollu bir açıklamayla vaziyeti idare etti. Bildiride, İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme, HDP'ye kapatılma davası açılması, Gergerlioğlu'nun Meclisten yaka paça gözaltına alınması gibi insan hakları alanındaki olumsuz gelişmelere hiç değinilmemesi nedeniyle AB'yi eleştirenler de oldu. Görünen o ki AB de artık insan haklarını ülkelerin iç işi olarak değerlendirmeye başlamış.
Bu değerlendirmeler arasında "AB'nin artık Türkiye ile değerler üzerinden değil, çıkarlar üzerinden yeni bir ilişki süreci başlattığı" yorumu özellikle dikkatimi çekti. Aslına bakılacak olursa ne kadar Avrupalı olduğumuzu iddia edersek edelim, tarihin hiçbir döneminde Avrupa ile aynı değerleri paylaştığımız söylenemez. Coğrafi bakımdan Avrupa'da yer almak, Avrupalı değerlere sahip olmak anlamına gelmiyor. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilirken milli değerlerimizle bağdaşmadığını gerekçe gösteren biz değil miydik? Böylelikle Avrupa ile aynı değerleri paylaşmadığımızı itiraf etmiş olmuyor muyuz?
İki hafta kadar önce televizyonlarda kamuoyunun gözünden kaçan bir haber yayınlandı. Zonguldak'da gece yarısı hayvanat bahçesinden bir geyiği çalan hırsızlar, zavallı hayvancığı önce tüfekle vurarak öldürüp sonra etini afiyetle yemişler. Bu tür bir davranış bırakın Avrupa değerlerini, hangi insani değerlerle bağdaşabilir? 1970'li yıllarda da Hollanda'da bizimkilerin parkta gezinen bir ördeği vurup mangal yaparken yakalandıkları haberi büyük yankı yaratmıştı. Demek ki aradan geçen 50 yılda bir arpa boyu yol gitmemişiz.
28 Mart'ta bünyesinde 30'un üzerinde emekli büyükelçiyi barındıran Ankara Politikalar Merkezi'nin düzenlediği sanaltaya İspanya'dan bağlanan Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanches Amor, AB'nin halihazırda tek bir Türkiye politikası bulunmadığını, AB'nin üç temel organı olan konseyin, komisyonun ve parlamentonun Türkiye'nin AB üyeliği hakkında farklı farklı görüşlere sahip olduğunu, hatta konseyin içerisinde bile Türkiye hakkında fikir birliği bulunmadığını söyledi. Raportör Amor, hoşumuza gitmeyecek olsa da Kıbrıs ve Yunanistan ile ilgili konularda AB'den tarafsız olmasının beklenmemesi gerektiğini, çünkü her iki ülkenin de AB üyesi olduklarını, AB'nin dayanışma esasına göre çalıştığını açık yüreklilikle itiraf etti.
AB ile yarım asrı geçen ilişkilerimiz karşılıklı olarak yerine getirilmeyen vaatlerle dolu. Türkiye kendisinden beklenilen reformları yapmıyor, yaptığını açıkladıklarını da hayata geçirmiyor. AB ise son olarak 18 Mart mutabakatında yer alan yeni müzakere fasılları açılması, vize serbestisi (vize serbestine giden yol haritasındaki 72 kriterden kalan altısının tarafımızdan karşılanması beklenmektedir), gümrük birliğinin güncellenmesi gibi verdiği sözlerden hiçbirini yerine getirmedi. Ahdi yükümlülüğüne rağmen, aday ülke statümüzü bir kenara bırakarak tam üyeliğimizden söz etmez oldu. Adeta çaydanlık ile tencere arasındaki "tencere dibin kara, seninki benden kara" hikâyesi. Her halükarda AB ile ilişkilerimizin yeni bir mecraya girdiğini söylemek mümkün. Ya doktorun ümidini kestiği hastasına dediği gibi AB de bize "Ne yersen ye" demek istiyor ya da bugüne kadar izlediği sadece sopa gösterme politikasıyla bir yere varamayacağını görerek Türkiye ile son günlerin moda deyimiyle "transactional (al/ver)" politikasını denemeyi tercih ediyor. Umarız AB konsey başkanı Charles Michel ile komisyon başkanı Ursula Von Der Leyen'in Ankara'ya yaptığı ziyaret kötümser senaryoların doğru olmadığını gösterir.