Donald Trump, 2016 yılında kazandığı başkanlık seçimlerinde kampanyasını “Önce Amerika” sloganı üzerine kurmuştu. Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra da, dış politika uygulamalarında seçmenlerine verdiği bu söze bağlı kaldı. ”Önce Amerika”nın diplomasideki anlamı, Amerikan çıkarını gördüğüm yerde, benim için evrensel insan haklarıymış, uluslararası davranış normlarıymış, çevre sorunlarıymış, hiçbirinin hükmü yoktur demektir. Herhangi bir gerekçe göstermeden, ilk icraatların biri olarak, 7 Müslüman ülkeden gelen herkesi terörist ilan edip Amerika’ya girişlerini yasaklaması, insanlık için büyük önem taşıyan Paris İklim Sözleşmesinden ve Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan(INF) çekilmesi, BM İnsan Hakları Konseyi toplantılarına katılmaması hep bu” Önce Amerika” politikasının ürünleridir.
Joe Biden’ın başkanlık yarışında kullandığı slogan ise,” Amerika tekrar geri geldi” oldu. Biden öncelikle, demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü gibi kavramları dış politika öncelikleri arasına alarak bozulan Amerika imajını düzeltmeye çalıştı. Beklenti, Biden yönetimindeki Amerikan’ın aynı zamanda küresel barışın korunması için sorumluluk üstlenerek uluslararası ilişkilerde ağırlığını koyacağı, yeniden dünyaya liderlik etmeye başlayacağı ve baskı rejimleri altında kıvranan mazlum halklara sahip çıkacağı yönündeydi. Maalesef, Biden’in 8 aylık başkanlık dönemi, bu beklentileri boşa çıkardı. Suriye, Filistin, Kıbrıs, Yukarı Karabağ gibi bölgesel sorunlarda Trump politikaları aynen devam ettirildi. Terör örgütleriyle temas ve verilen destek sürdürüldü. En büyük fiyasko ise Trump’ın büyük bir basiretsizlikle açıkladığı Afganistan’dan çekilme kararını hızlandırarak uygulamasında yaşanıyor. Afganistan’da havaalanından gelen yürek parçalayıcı görüntüler, Taliban’dan ziyade, Amerika’nın itibarına zarar verdi. “Ben vatandaşlarımı çıkarırım, geride kalanlara ne olursa olsun” demek, Trump’ın “Önce Amerika”sına mı? Biden’ın, “Amerika tekrar geri geldi”sine mi uyuyor? Artık siz karar verin.
Bir yerde dünyanın en gelişmiş ekonomisine, en güçlü ordusuna sahip olmak, illa diplomaside başarı getirmiyor. Afganistan’ın geleceği açıkta bırakılarak, tarih vermek suretiyle tüm yabancı askerlerin çekilmesini öngören bir anlaşmaya imza atmak, ne diplomasiyle, ne de askeri stratejiyle izah edilebilir.
Türkiye’de pek sevilmeyen, eski Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangolos, bir mülakatında, “Pahalı silah sistemlerine sahip olmaktansa, akıllı diplomatlarımın olmasını tercih ederim” demişti. Ne kadar doğru söylemiş. Her yeni başkan seçildiğinde, büyükelçilerin yarıdan fazlasını değiştirirseniz, dışişleri kadrolarının üst yönetimini tamamen yenilerseniz, geçmişten ders alma imkânını da kaybedersiniz. Vietnam, Irak, Afganistan gibi daha çok bozgunlar yaşarsınız.
Geçmişte, James Bond filmlerinde CIA ajanlarının serüvenlerini izlerdik. CIA’nın çeşitli entrikalarla hükûmetleri nasıl devirdiğinin hikayelerini dinlerdik. Hatta aydınlatılamayan her komplo teorisinin ardında ”mutlaka CIA’nin parmağı var” derdik. Oysa Afganistan’daki öngörüsüzlük, CIA’nin denildiği kadar da becerikli olmadığını gösterdi. Önce altı ay, geçen hafta da en az bir ay dayanır diye rapor verdikleri Kabil, üç gün içerisinde teslim oldu. Aynı CIA, Körfez krizi sırasında da Başkan Bush’u, Saddam’ın Irak’ta kitle imha silahları barındırdığına ikna ederek savaşa sokmamış mıydı? Sonra bu silah depolarından hiçbiri bulunamadı.
Taliban yeni bir örgüt değil, en az 30 yılı aşkın bir süredir ortalıklarda.1996-2001 yılları arasında da Afganistan’ı yönetti. Sovyet işgaline direnebilsinler diye zamanında Amerika tarafından desteklenmiş. Ama asıl palazlanması Pakistan istihbaratı ISI‘nin eseri. Büyük Orta Doğu projesinin ortaya atıldığı ilk yıllarda, nasıl bir ılımlı İslam modası vardıysa, bugünlerde de Taliban’ı katı şeriat kurallarını uygulamaktan vazgeçmiş, kendisini yenilemiş, uzlaşıcı, barışçıl, bir örgüt olarak pazarlamak modası var. Oysa adamların tek emeli, İslam devletini ilan edip şeri kuralları uygulamak. Çağdaş olmak gibi bir dertleri yok. Televizyonlarda seyrettiğimiz Cumhurbaşkanlığını işgal eden Taliban liderleriyle, havaalanında canları pahasına kaçmaya çalışan Afganlılar arasında, görüntü itibarıyla, en az 500 yıllık bir medeniyet farkı var. Taliban’ın Kabil kapılarına dayandığı birinci gün, sözcüleri Süheyl Şahin, BBC muhabirine verdiği mülakatta hicaba bürünmeleri şartıyla, kadınların yanlarında kocaları olmadan sokağa çıkmalarına izin verileceğini müjdeledi. “Şecaat arz ederken, sirkatin söylemek” tam da bu olmalı. Maalesef insan hakları deyince çifte standartta sınır tanımayan Batı da, Taliban’ın takiyelerine inanıyor, daha doğrusu inanmak işine geliyor. Kobani için Dünya’yı ayağa kaldıran insan hakları örgütleri nerede?
Taliban sözcüleri, basın toplantıları düzenleyerek, mülakatlar vererek barış taarruzuna devam ediyorlar. Ancak ikinci Taliban döneminin uygulamalarına ilişkin gelen ilk haberler, o kadar da parlak değil. Hırsızlıkla suçlanan bir Afganlının katrana batırılarak Kabil sokaklarında dolaştırılmasının, Celalabad’daki karşı gösterilerde, sivil halkın üzerine ateş açılmasının görüntüleri medyada yer almaya başladı bile. Taliban’a bağlı “selametin melekleri” militanlarının ev ev dolaşarak rejim muhaliflerini katlettiklerine, hicabı reddeden kadınların infaz edildiklerine dair İngiliz basınında yerel kaynaklara dayandırılan iddialar var. Değişen Taliban’dan gelen ümit verici mesajlar bunlarsa, vay halimize.
Türk askerine önerilen Kabil Havaalanı’nın Taliban’a karşı korunması misyonunda da sanki ufak bir değişiklik olmuşa benziyor. Pentagon Sözcüsü Kirby hafta başındaki basın toplantısında, ”Amerikan güçlerinin tahliye uçuşlarının yapılabilmesini amacıyla, havaalanının temizlenmesi için Türk askerleriyle birlikte çalıştıklarını” söyledi. Havaalanından temizlenecek olanlar ise Taliban değil, Taliban’dan kaçmaya çalışan Afganlılar. Herhalde tahliyeler bitince bir sonraki aşama da havaalanını Taliban’a teslim etmek olacak. Havaalanının korunacak düşmanı kalmadığına göre, işletmesine talip olacaklar çok çabuk bulunur.