10 Mayıs'ta, İsrail'in Gazze'ye saldırılarıyla başlayan Filistin'deki çatışmalar, 11 gün sonra Mısır'ın arabuluculuğunda sağlanan ateşkesle şimdilik sona erdi. Bundan böyle ateşkesin kalıcı olabilmesi için yapılacak temasların, ABD'nin önderliğinde yürütüleceği anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken'ın Kudüs, Ramallah, Kahire ve Amman'a yaptığı ziyaretler, bu amaca yönelik olmalı. Başkan Joe Biden, Orta Doğu'ya Dışişleri Bakanı'nı gönderirken, Türkiye'ye, bakan yardımcılarından Wendy Sherman'ı yollamakla yetindi. Sherman, Ankara'dan sonra da Cakarta, Bangkok, Phnom Penh, Honolulu gibi "önemli" merkezlere gidiyor. Bir günlük Ankara ziyaretinin altında şeytanın aklına, oralara kadar gitmişken yol üstünde Türkiye'ye de uğrayayım düşüncesinin yattığı da gelmiyor değil. Yine de iktidara geldikten yaklaşık beş ay sonra Biden yönetiminden ilk kez üst düzey bir yönetici Türkiye'ye geldiği için bize, "buna da şükür" demek kalıyor.
ABD'nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield'in, başka gün kalmamış gibi, ziyaretten bir gün önce, ana muhalefet partisi lideriyle parti merkezinde görüşmesi, ABD Büyükelçiliğinin Sherman ziyaretiyle ilgili herhangi bir açıklama yapmamış olması, Türk Dışişlerinin ise ziyareti, adet yerini bulsun kabilinden bir tweetle geçiştirmesi, Sherman'ın Türkiye'de bakan düzeyinde kabul görmemesi adeta karşılıklı bir mesaj düellosunu andırıyor. Sherman'ın kendi tweetinde de insan hakları ve demokratik kurumlar vurgusu gözden kaçmıyor. Bir meslektaşımın oyuncu kızının ev değiştirmesini ilk sayfadan veren Türk basınına, Sherman ziyaretiyle ilgili olarak sanki bir yerlerden karartma uygulanmış. Dün taradığım gazetelerin hiçbirinde ziyaret hakkında en ufak bir haber göremedim. Ziyaretin sonuçlarını öğrenebilmek için herhalde 14 Haziran'a kadar bekleyeceğiz.
11 gün savaşının kazananlarının başında Mısır geliyor. Mısır, Savaşı sona erdiren taraf olarak hem Arap dünyası, hem de İsrail ve ABD nezdindeki itibarını pekiştirdi. Son üç seçimlerde tek başına iktidar olamayan ve şimdi de koalisyon ortağı bulmakta zorlanan Netanyahu da, kazananlar arasında sayılabilir. En azından bir sonraki seçimler için elini güçlendirdiği söylenebilir. Filistin halkı da, sergilediği direnişle kolay yutulabilir lokma olmadığını gösterdi. Savaşın tek bir kaybedeni var; o da bombalar altında kalarak hayatlarını kaybeden masum insanlar.
Birleşmiş Milletler, son Filistin krizinde de başarılı bir sınav veremedi. Güvenlik Konseyi birkaç kez toplanmasına rağmen bir başkanlık açıklaması bile yayınlayamadı. Genel Kurul ise, olağanüstü özel oturum tahtında değil de, Filistin konusundaki sabit gündem maddesini görüşmek için toplantıya çağrıldı. Bu nedenle, herhangi bir kararla sonuçlanmadı. Zaten istenilse de, bir metin üzerinde mutabık kalınması kolay kolay mümkün olamayacaktı. Her zamanki gibi karşılıklı suçlayıcı konuşmalar yapılmasıyla yetinildi.
İslam dayanışması yine sınıfta kaldı. 20 Mayıs'taki Genel Kurul toplantısı için 22 üyeli Arap liginden yedi; 57 üyesi bulunan İslam İşbirliği Teşkilatı'ndan ise sadece 11 bakan New York'a gitmek zahmetinde bulundular.
Filistin'de yaşanan son gelişmeler, Türk kamuoyuna iki yeni gündem maddesi taşıdı. Birincisi Türkiye'nin Gazze'ye asker göndermesi, ikincisi de Filistin ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması imzalanması.
Asker göndermekten, oluşturulacak bir BM barış gücü içerisinde yer almak kastediliyor olmalı. Bunun için de Güvenlik Konseyi'nin onayı şart. Genel Kurul kararıyla barış gücü gönderilmesinin tek örneği 1956 yılındaki Süveyş krizi sırasında yaşanmış. O da Güvenlik Konseyinin sorumluluğunu yerine getirmekte aciz kalması, ev sahibi ülkenin rıza göstermesi, toplantı sonucunda herhangi bir karar alınabilmesi için 2/3 çoğunluk sağlanması, "evet" diyenler arasında en az dokuz Güvenlik Konseyi üyesinin yer alması gibi bir dizi koşula bağlanmış. Bu koşulların karşılanması bugünkü ortamda pek mümkün görünmüyor.
Türkiye'nin Libya örneğindeki gibi Filistin ile deniz yetki alanlarının sınırlanması anlaşması önerisine gelince, durum daha da karışık. Filistin'in anlaşma imzalayabilecek egemen bir devlet olup olmadığı, anlaşmanın Filistini temsilen kiminle imzalanması gerektiğine ilişkin hukuki tartışmaları bir kenara bırakacak olsak bile böyle bir anlaşmanın deniz hukuku açısından geçerli olacağı çok şüpheli. Her şeyden önce Filistin, 2019 yılında Birleşmiş Milletler'e verdiği haritada GKRY, Mısır ve İsrail'i komşu olarak göstermiş. Türkiye'ye komşuları arasında yer vermemiş. Bu anlaşma imzalanırken Kıbrıs adasının kıta sahanlığı/münhasır ekonomik bölgesi olmadığını varsaymak gerekiyor. Oysa uluslararası hukukta bunun örneği yok. İngiltere, Japonya ve Malta gibi ada devletlerinin hepsinin deniz yetki alanlarına sahip olduğu tartışılmıyor. Yunanistan'ın hem ana karası, hem adaları olduğu için Libya örneği burada geçerli olmuyor.
Aslında izleyenler hatırlayacaktır, Hamas lideri Haniye, hafta başında bir Türk televizyon kanalına verdiği mülakatında her iki öneriye de açıklık getirdi. Barış gücüne ilişkin soruya verdiği cevapta, uzun uzun Türkiye'nin Filistin davasına sağladığı destek ve yardımlardan, TBMM'de kabul edilen bildiriden Türkiye'deki İsrail misyonlarının önünde yapılan gösterilerden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Mavi Marmara olayında hayatını kaybedenleri andı. Barış gücünden tek kelime bile bahsetmedi, pas geçti. Mülakatı yapanın aynı soruyu farklı ifadelerle tekrar sorması üzerine de, yakında Türkiye'yi ziyaret edeceğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la yapacağı görüşmede bu öneri hakkında bilgi talep edeceğini, ona göre bir değerlendirme yapacaklarını söyledi. Diplomatik lisanda, bunun anlamı, "hayır, teşekkür ederim demektir". Haniye deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması önerisine ilişkin soruya verdiği cevapta da, tercüme de bir yanlışlık olmadıysa, bölge ülkelerinin onayının alınması gerektiğinden söz etti.
Acaba kraldan çok kralcı mı oluyoruz?