Tiyatro yazarı ve kuramcısı Bertolt Brecht (1898-1956)’in “Dinsizin Paltosu” adlı öyküsü, elleri arkaya bağlanmışken yanmakta olan ateşe sürülerek yakılan düşünür Giordano Bruno (1548-1600)’nun hikâyesidir. “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Karanlık ve aydınlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım; bundan dolayı her yerde nefretle karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı ve aptal çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım.” diyen Bruno, paltosunun borcunu ödeyemeden unutulup gitti. Şair, tiyatro yazarı ve kuramcı Brecht de pek öykücü olarak bilinmez. Rahip düşünür ile kuramcı sanatçıyı üç asır sonra buluşturan asıl ortak nokta, her ikisinin de doğduğu topraklardan kovularak “ayakkabıdan çok memleket değiştirerek” dünya coğrafyasına sürgün edilmeleridir.
Benim, Bruno’dan haberdar oluşum, Federico Mayor&Augusto Forti ikilisinin derlediği Bilim ve İktidar (1997; çev. Mehmet Küçük) kitabı iledir. ‘Önsöz’ (Ilya Prigogine) ve ‘Giriş’ (Augusto Forti) yazılarına eklenen sekiz ayrı yazıdan oluşan kitabı döne döne okuyuşuma her dem sevinirim. Ne çok şey öğrenmişim kitaptan: Voltaire, ölüm günlerinde ziyaretine gelen Benjamin Franklin’e, “son arzusu” için “Tanrı ve Özgürlük” diyebilmiş. Nietzsche, bir konuşmasında, “soğukkanlı canavarların en soğukkanlısının devlet olduğunu” söyleme cesaretini gösterebilmiş. “Bir Karşı Kültürün Doğuşu: Kropotkin’den Sakharov’a” başlıklı yazısında Fronco Ferrarotti’nin, “İktidara karşı etkin bir şekilde savaşa girmek, hiç değilse pratik amaçlar için iktidarın “modus operandi[işleyiş tarzı]sinin” kabul edilmesini ima eder.” görüşüne katılıyorum ancak onun, “ruhun derinlerine çekilmek” önerisi yalnızca sanatçılara özgü gibi geliyor bana. Andığım kitapta Bruno adı, Augusto Forti’nin, “Modern Bilimin Doğuşu ve Düşünce Özgülüğü” başlıklı yazısında geçiyor. “Görecelik ve sonsuzluk kavramlarını Giardano Bruno’ya borçluyuz. (…) Bruno 1591 yılında Engizisyon tarafından hapse atıldı, yargılandı ve 1600 yılında yakılarak idam edildi.” Görünen o ki Ortaçağ defteri tarihsel olarak kapanmış ancak karanlık henüz aydınlanmamış; umalım, aydınlanabilsin.
Brecht’in öyküleriyle ilk kez Öykü Seçkisi (2004; çev. Gülperi Sert) adlı kitapta karşılaştım. Üç öykü vardı kitapta: İki Oğul, Köpek Balıkları İnsan Olsaydı ve Kâfirin Paltosu. Burada yazdığım, “Sıra dışı üç balığın hikâyesinde özgürlük arayışı ve iktidar biçimleri” yazımda söz konusu ettiğim “Köpek Balıkları İnsan Olsaydı” adlı öykü, Brecht’in adını öykücü olarak duyuran ve çevirmeninin deyişiyle “Brecht açısından bir tür ‘beyin cimnastiği’ de sayılabilecek” Bay Keuner’in Öyküleri (1994; çev. Ahmet Cemal) kitabının son öyküsüdür. Afrika Yayınları, Brecht’in öykülerini 2022’de Dinsizin Paltosu adıyla yayımlamıştı ancak bu kitabı göremeden Brecht’in kayıtlarda pek geçmeyen Canavar (1967; çev. Arif Gelen) adlı öykü kitabını edindim ki bütün öyküler bu kitapta toplanmış. Galile için tiyatro yazan Brecht; Sokrates, Sezar, Bacon gibi isimleri de öykülerine konu edinmiş.
İki ayrı çeviri öyküde ‘kâfir’ ve ‘dinsiz’ ön adlarıyla hikâyesi anlatılan Bruno, düşünce/felsefe tarihi kitaplarının Rönesans bölümlerinde yerini almıştır. Felsefenin Evrimi (1979) kitabının “Renaissance Felsefesi” (s. 37-49) bölümünde Ortaçağ sonu ile Yeniçağ başlangıcı olan bu dönemi özetleyen Macit Gökberk; eski-yeni, bağımlılık-bağımsızlık, birlik-çokluk, ümmet-birey, Latince-ulusal diller, Kilise dini-akıl dini vb. karşılaştırmalarla sözü Bruno’ya getiriyor. “Yer’in merkez olmaktan çıkması insan merkezli görüşü de ortadan kaldırdığından, kilise yeni öğreti ile kıyasıya savaşmıştır. Hıristiyanlığa göre evren insanın ‘yüzüsuyu hürmetine’ vardır. Yeryüzü insanlık dramının geçtiği sahne, gökyüzü de onun dekorudur. Kopernik’in getirdiği devrim yer ile birlikte insanı da evrenin merkezi olmaktan çıkarıyordu. Nitekim yeni doğa tasarımını felsefe bakımından ilk olarak değerlendiren Giordano Bruno (1548-1600), Kopernik sistemine dayanan bir dünya görüşü geliştirdiği için, bunu bir sapkınlık sayan kilisece kovuşturmaya uğramış ve sonunda yakılmıştır.”
Brecht’in, hikâyesini yazdığı Bruno, düşünce/felsefe tarihi kitaplarının, onca isim arasında kendisine ayırdıkları sınırlı alanın dışında aranmalıdır. Onun diyaloglar kitabı Küllerin Şöleni (2004; çev. Hüsen Portakal), öyküde anlatılan Bruno’yu tanıtır bize. Kitabın çevirmeni Hüsen Portakal’ın oldukça uzun “Sunuş” (s.5-32) yazısı; rahip, papaz, keşiş, filozof iken sonunda, “günahta direnen, pişman olmayan, inatçı, dikkafalı, bir sapkın” sayılınca ölüm cezası yakılarak verilmiş Bruno hakkında Brecht’in esin kaynaklarını da gösteriyor. Öyle ki, yakılmaya mahkûm “inatçı” suçlunun mahkeme heyetine savurduğu, “Verdiğiniz hükmü bildirirken, benim onu dinlerken duyduğumdan belki daha büyük bir korku içindesiniz.” tehdidi, andığım sunuş yazsıyla adı geçen öyküde aynıdır.
“Dinsizin Paltosu” öyküsü, biyografileri aratmayan bir paragrafla açılır. Paragrafın hemen sonunda herkes tarafından “büyük adam” olarak bilinmesi gereken Nola’lı Giordano’nun, kendisine duyulacak saygıyı artıracak ‘palto’ hikâyesine geçileceğini belirterek merakı canlı tutan Brecht, “Önce Bruno’nun engizisyon eline nasıl düştüğünü bilmek gerekir.” diyerek muhbir Venedik soylusundan söz açar. Öykü her ne kadar terzi karı kocanın, alacakları için borçlu mahkûm ile görüşmeleri üzerine kurulsa da asıl sorun, soylu Mocenigo öncesi gelişmeler ile firarinin tutuklanma sürecindedir.
İtalya’da doğmuş Giordano Bruno, edebiyat ve felsefe eğitimi almışken üniversiteleri bırakıp Dominiken tarikatına girip uzun süre tam bir manastır hayatı sürdürürken bir yandan da çalışmalarını ilerletip papaz olarak atanır. Papazlık görevindeyken Hıristiyanlığın ‘Teslis’ inancına karşı çıkınca suçlanır ve on yıldan fazla süre kaldığı manastırdan kaçarak İtalya’nın farklı bölgelerinde dersler verir, yazılar yazar. Birkaç yıl Cenevre’de kaldıktan sonra Fransa’ya geçerek değişik şehirlerde dersler verir, ardından Paris’e giderek dönemin saygın okulu College de Camberi’de ders vermeye başlar. Yakınlık kurduğu yetkililerin yardımıyla İngiltere’ye giden Bruno, orada tanıştığı üniversite çevrelerinde Kopernik’in ‘güneş merkezli’ sitemini savununca Kalvinciler tarafından aforoz edilir ve Paris’e geri döner. Bu kez de çalışmalarını sürdürdüğü Almanya’da Luthercilerin aforozlarıyla karşılaşan Bruno, tam da bu sıralarda Venedikli bir seçkin Zuane Mocenigo tarafından İtalya’ya çağrılır. Engizisyon korkusuyla yaşayan Bruno, ekonomik rahatlama için olmalı teklifi kabul eder.
Brecht, firari Bruno’yu “ders almak” için çağıran Venedikli soylunun asıl amacının, kazanç sağlamaya yönelik “büyücülük dersi” olduğunu, ilerleyen zamanlarda bu ders yerine sürekli “fizik dersi” aldığını, bunun da kendisine bir yararı olmadığı düşüncesiyle daha fazla harcama yapmak istemediğinden Bruno ile tartıştığını ve sonunda onu Engizisyon’a ihbar ettiğini yazıyor öyküsünde. Mocenigo’nun, ders almak için Almanya’dan İtalya’ya getirttiği Bruno’yu, umduğunu bulamayınca evinde hapsedip Engizisyon’a, “Bu kötü ve nankör adamın İsa peygamber için kötü konuştuğunu, rahiplerin eşek olduğunu ve halkı aldattıklarını söylediğini” bildiren bir mektup yazarak tutuklatması bana pek yabancı gelmedi açıkçası. Cumhuriyet döneminde tarihçi Cemal Kutay da gazetesinde yayımlanan Kuyucaklı Yusuf tefrikası için telif ücreti ödemediğinden yazmayı bırakan Sabahattin Ali’yi, kendisinin de bulunduğu bir mecliste okuduğu şiir için ‘Atatürk düşmanlığı yapıyor’ gerekçesiyle 1932’de ihbar etmişti. Zamanın güç sahibi iki çıkarcısı, kendi çıkarlarını önemsemişken başkalarını kutsallar üzerinden suçlamıştı. Egemen güç avını elde edince avcı da almıştır payını artık.
Yargılanma süresince bir yandan da kendisine, yaptıklarından pişmanlık duyması telkin edilen Bruno, zamandaşı Galile benzeri, uygun bulmadığına yemin ederek bağışlanmayı düşünmemiştir. Engizisyon zindanlarında sekiz yıl boyunca her türlü eziyeti göze alarak düşüncelerinden ödün vermeyen Bruno, akıl almaz sorgulamalar sonunda yaygın kanaatle hapsedildiği kalede aç bırakılarak öldürüldüğü yazılan İşrâkî felsefesinin kurucusu filozof Sühreverdî (1154-1191)’yi anımsattı bana. Engizisyon zindanındaki Bruno ile Sinop zindanındaki Sabahattin Ali ne kadar da benziyorlar birbirlerine, tıpkı muhbirleri gibi. Hayli uzun sürmüş yargılamalar ve tutuklamaların ardından idamı onaylanınca, kırbaçlanıp ardından burnu, kolları ve ayakları kesilerek sonra idam edilen daha sonra da başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikilen, gövdesi yakılarak külleri nehrin sularına savrulan, kesik başı iki gün köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırılan, mutasavvıf Hallâc-ı Mansûr (858-922) ile Bruno’nun akıbetleri ne kadar da benziyor birbirlerine, tıpkı dünyanın birbirinden farkı olmayan doğusu ile batısı gibi.
“Dinsizin Paltosu” öyküsünde, ‘keçi can derdinde kasap et derdinde’ sözüyle anlatılabilecek bir çelişki vardır. Bu çelişki, öyküyü de aşan evrensel bir sorundur aslında, dünya her bir kişinin gördüğü kadardır çünkü. Yazdıklarından aldığı parayla yaşamını sürdüren Bruno, aynı düzeni sürdüreceği düşüncesiyle içeri alınmadan kısa bir süre önce “kalın kumaştan bir palto” siparişi verir ancak aldığı paltonun parasını terziye ödeyemeden tutuklanır, ölüme gider. Terzi, diktiği her bir paltodan kazandıklarıyla yaşayacaktır.
Tutuklanma haberini duyan terzi, soluğu Mocenigo’nun evinde alır ancak umduğunu bulamaz. Evdekilerin ve sokaktakilerin tepkilerinden ürken terzi, üzgün bir şekilde evine döner fakat bu durumdan karısına hiç söz etmez. Aylar sonra faturaları incelerken bir palto parası alacaklarını öğrenen terzi kadın, parayı almakta ısrar eder, kocasının ve mahkeme heyetinin uyarılarına aldırış etmeden olayı takip eder. Tutuklunun can derdiyle uğraştığı sırada, kadının alacağı küçük parayı azımsayanlara o paranın kendilerine bir aylık geçim kaynağı olduğunu söyler ki bu, onlar için büyük bir miktardır.
Brecht, öyküsünün başında “büyük adam” dediği Bruno’ya neden saygı duyulması gerektiğini, onun terzi kadınla olan görüşmelerindeki erdemli davranışlarıyla gösterir. Kendisiyle görüşmeye gelen alacaklı kadını, kendi güç durumunu bahane etmeden, her seferinde derviş sabırla dinleyen Bruno, borcuna sahip çıkar ve ödeme için yayıncıya mektup yazmak, eşyalarını satmak gibi çözüm yolları da düşünürse de sonuç alamaz. Sonunda paltoyu geri verebileceğini söylediğinde terzi kadının, “Palto ölçüye göre dikildi. Kime olsa küçük gelir.” uyarısı da ayrı bir yıkımdır onun için. Siparişteki kayıtlı ölçüler bir yana, zindandaki mahkûm, vaktiyle ölçü vermiş Bruno’dan daha küçük görünür kadına. Sonunda tutuklu Bruno infaz için Roma’ya gönderilir, sahipsiz kalan palto da terzi karı kocaya teslim edilir. Öyküdeki asıl dramatik yan, yargılanma sürecinde yapayalnız kalmış içerideki Bruno hakkında dışarıda konuşulan, onun mahkûm olduğu için borcunu ödeyemeyecek olduğudur.
Adı tiyatro ile anılan Brecht’in “Dinsizin Paltosu” öyküsünü, Juan Rulfo’nun, “Bana göre bir yazar, düşünürlerin içinde en az entelektüel kişi olmalıdır. Çünkü onun fikirleri ve düşünceleri başka insanları etkilemesini gerektirmeyecek ve başka insanların yapmasını istediği şeyleri yapmasına engel olmayacak kadar kişiseldir.” görüşüyle yan yana getirdim. Evet, Brecht ufkumuzu açtı, o kadar. Onun, “Galilei’nin Yaşamı”ndaki dizeleriyle bitireyim:
Dünyayı yoktan var eden ulu tanrıIşık gerek, dedi, güneşi çağırdı.Senin işin aydınlatmaktır dünyayı.Çevresinde gezdireceksin lambanı.Tanrı buyruğuna göre bundan böyleAstlar dönecek üstlerin çevresinde.Ve der demez başladı herkes dönmeyeBüyüklerin çevresinde küçüklerGüçlülerin çevresinde güçsüzlerHem gökyüzünde böyle, hem yeryüzündePapanın çevresinde kardinallerKardinallerin çevresinde piskoposlarPiskoposların çevresinde uzmanlarUzmanların çevresinde uşaklarUşakların çevresinde hizmetçilerHizmetçilerin çevresinde köpekler, tavuklar, dilenciler
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961’de Trabzon’un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı’da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980’li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, ‘kitap’ eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile ‘Edebiyat Ufku’ , ‘K24’ ve ‘Gazete Duvar’ adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı ‘kitap kültürü’ dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile ‘T24 Haftalık’ ve ‘Aksi Sanat’ sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk’ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |