Yazdıkları, yaşadığı zamanın kubbesinde kalmış Ahmet Hamdi Tanpınar, yeni bir yüzyılın ilk yılının yazında doğmuş. 23 Haziran 1901'de doğan Tanpınar; iki büyük dünya savaşıyla bizdeki 'cumhuriyet' rejimi, 'çok partili siyasal yaşam' ve ilk 'darbe' tanığı olarak 24 Ocak 1962'de ölmüştür. Yazdıklarına bakılırsa Ahmet Hamdi Bey, yaz mevsimiyle güneşli günleri seviyor da yağmurlu soğuk kış günlerinden pek fazla hoşlanmıyor. Ne tesadüf, doğum ve ölüm günleri de uygun düşmüş onun bu yaşama zevkine.
Tanpınar'ın, yaşayarak tanıklık ettiği yirminci yüzyıl, onun deyişiyle insanın mutlu olmaya pek de hakkının kalmadığı ve ayrıca ilginç oluşuyla adlandırması güç bir çağdır. Tanpınar'ın zamandaşı Albert Camus, 14 Aralık 1957'deki bir konuşmasını açarken, "Doğulu bir ermiş, dualarında, kaderin kendisini ilgi çekici bir çağ yaşamaktan alıkoymasını dilermiş. Ermiş olmadığımızdan, kader bizleri korumadı; ilgi çekici bir çağ yaşıyoruz. İlgi çekici, hiç değilse kendisi ile ilgilenmemizi isteyen bir çağ." (Sanatçı ve Çağı, 1965; çev. Yıldırım Keskin) cümleleriyle vurgular yüzyılın bu özel durumunu.
Tanpınar, "bugün" sözüyle karşıladığı yüzyılını, önceki olan "dün" zamanından ayırırken "bugün ile dün arasındaki en büyük fark mutlak fikrinin yıkılmasıdır" der. Tanımlanması ve tartışılması hayli genişlikler gerektiren "mutlak fikri" yıkıldığında ise "acı günlük ekmeğimiz" oluvermiştir artık. Edebiyat kuramcısı Terry Eagleton, edebiyat sanatçısı Tanpınar'ın kaygısıyla yazma gerekçesini, onun 'ıstırap' sözüyle özetler: "Yirminci yüzyılın, hayatın anlamı üstüne pek çok çağdan daha ıstıraplı bir biçimde derin derin düşünmesinin nedenlerinden biri, insan hayatını korkunç derecede değersizleştiren bir çağ olması olabilir. Bu yüzyıl, milyonlarca insanın boş yere ölümüyle tarih tutanaklarına geçen, açık ara en kanlı çağdı. Eğer hayat pratikte bu kadar şiddetli biçimde değersizleştirilirse hayatın anlamının teoride sorgulanması da elbette beklenebilir." (Hayatın Anlamı, 2017; çev. Kutlu Tunca)
Bu yazımda, beş romanına karşılık ancak on dört öyküsü yayımlanmış Tanpınar'ın Hikâyeler (1983) adlı kitabında toplanan öykülerinden söz edecekken nereden başladım söze. Bunun müsebbibi, "Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında" diyen Tanpınar'dan başkası değildir. Çünkü o, dünü iyi bilen ve geleceği de kavrayabilendir lakin tartışmasız, günün/zamanın yazarıdır. Entelektüel sanatçı, estet Tanpınar yolculuğuna çıkacakları, uzun ve bir o kadar da sabırlı bir okuma yolcuğunun beklediğini burada söylemek bile fazla. Her ne kadar Tanpınar, 'bir' kişinin kendi başına okuyup anlayabilme alanından çıkmış ise de dostların işine kolaylık sağlayacak birkaç yazıdan söz edeyim isterim: Ahmet Oktay, "Tanpınar: Bir Tereddüdün Adamı" (Entelektüel Tereddüt, 2003); Berkiz Berksoy, "Bir Entelektüel olarak Tanpınar" (Doğu Batı, Mayıs-Temmuz 2006); Hasan Bülent Kahraman, "Yitirilmiş Zamanın Ardında: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Muhafazakâr Modernliğin Estetik Düzlemi" (Doğu Batı, Mayıs-Temmuz 2000); Nurdan Gürbilek, "Kurumuş Pınar, Kör Ayna, Kayıp Şark" (Kör Ayna Kayıp Şark, 2004); Nurdan Gürbilek, "Tanpınar'da Görünmeyen" (Yer Değiştiren Gölge, 2014); Oğuz Demiralp, "Çınar" (Kutup Noktası, 1993). Bu yazılara, Selahattin Hilav ile Hilmi Yavuz arasındaki benzeri az bulunur tartışmaları da eklemeliyim.
Tanpınar okumuş olmakla okumamış olmayı, yetmişli yıllarda dilimize persenk olmuş bir şarkının, "para" eklentili, "varlığı bir dert yokluğu yara" sözüyle yakın görüyorum nedense. Öyle ki Tanpınar okumamış olmanın eksikliğini birileri bir yerde/zamanda mutlaka hissettirecektir bize. Buna karşılık, Tanpınar'ı okumak da kişinin kendi kendine edindiği bir derttir. Hemen belirteyim ki bu, kurtulmak istenilen bir dert değil de klasik şairinin 'hoşem' dediği 'aşk derdi' benzeri, bir tür olgunlaşma derdidir. Çünkü zamandaşı Abdülhak Şinasi Hisar'ın, "tam anlamıyla olgun bir edebiyatçımız" dediği Tanpınar, iyi okurların yazarıdır.
Hikâyeler, beş öykülük Abdullah Efendi'nin Rüyaları (1943) ile yedi öykülük Yaz Yağmuru (1955) adlı iki kitabın öykülerine "Fal" ve "Emirgân'da Akşam Saati" başlıklı iki öykünün eklenmesiyle oluşturulmuş kitaptır. Kitabın son öyküsü "Emirgân'da Akşam Saati" ikinci kitaba adını veren "Yaz Yağmuru" için taslak çalışmasıdır. Hikâyeler'de yer almamış bazı öykülerden söz edilse de onların okur karşısına basılı olarak çıkmadıkları anlaşılıyor. Öykülerinin, ölümünden yirmi yıl sonra bir kitapta toplanabilmesi -buna romanlarının düzenli baskıları da eklenmeli- okurları için bir kazançtır ancak Tanpınar adına hüzün vericidir bu.
Hikâyeler kitabının öykülerini kaçıncı kez okuduğumu bilemiyorum, bildiğim şey, öyküleri her seferinde ilk kez okuyor olduğumdur. Tahsin Efendi'nin, "Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir." sözü her okuyuşumda yenidir bende. Abdullah Efendi'nin sabrıyla "Ölüm bile arkasında dayanacağı yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur." diyorum okudukça. Öyküleri okuduğumda Giorgio Manganelli'nin, "Seni Tanıdıkça Şaşıyorum" (Düzyazının İnce Sesi, 2002; çev. Şadan Karadeniz) yazısına, "bir yazın uygarlığı okumalardan oluşmaz, yeniden okumalarla oluşur" dediği yazısına dönüyorum. Bana öyle geliyor ki Tanpınar, kuramsal bir teknikle 'öykü yazmak' için oturmamış masasının başına, onunkisi 'insanı anlatmak' kaygısı yalnızca. Bilindik kurmaca metinlerin figürleri değil de tarihin, kültürün, müziğin, rüyanın, aşkın, hüznün, yalnızlığın, özcesi hayatın var ettiği insanlardır onun anlattıkları. Belki bu nedenle iyi ki 'yaratıcı yazarlık atölyeleri' kurulmamıştı o yıllarda diyorum. Onun öykülerini 'yeniden okumak' her birimize, "bildiğimizi sandığımız girdili çıktılı sokaklarda yürümek, ezbere bildiğimizi sandığımız dolambaçlarda dönüp durmak, baktığımız şeyi incelemek, incelediğimiz şeye bakmak, derinleşme yürekliliğini gösterdiğimiz yerde yüzeysel olmak, başka bir yerde bulduğumuza inandığımız derinliği yüzeyde aramak gerekir" olduğunu gösteriyor.
Tanpınar okurları, onun metinlerinin birbirinden bağımsız okunamayacağını bilirler, bir tür metinler arasılık vardır onun yazdıklarında. Yalnızca öykü ve romanlarıyla sınırlı değildir bu, şiirler ile denemeler de eklenmelidir bu metinsel iç içeliğe. Ben böyle okurum öyküleri ve değil diğer metinlerden, yazarın kendisinden de pek ayıramam onları. Sahnenin Dışındakiler romanını okuyanlar, "Evin Sahibi" öyküsüyle karşılaşabilirler. Her iki metinde taşradan İstanbul'a gelen gençler, aynı semtteki köşke giderler ve o gençler pek yabancı da gelmez bize. "Erzurumlu Tahsin" ile "Evin Sahibi"; kişileri, zamanları ve mekânlarıyla Tanpınar'ın anılarına yaklaşır. Tanpınar, öykünün zamanı 1924'lerde Erzurum'dadır ve Gülbuy kadın hem gerçek hem de kurmaca evdedir. Yapıp ettiklerinden "okumayı, yazmayı sever, dışarda olan biteni merak eder, terakkiye inanır ve ona hizmet etmek ister bir adam" olduğu anlaşılan Sani Bey'in acayipliklerinin anlatıldığı "Acı Bademdeki Köşk" öyküsü, ironinin başat metni Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanına ön hazırlık çalışmasıdır. Sabri'nin bahçesinde yağmurda ıslanan kadın (Yaz Yağmuru) "iki uyku arasında imiş gibi" konuşur, Mahur Beste de "iki uyku arasındaki düşünceler" ile açılır. Örneklerin listesi uzadıkça uzar.
Öyküleri okurken -romanlar için de geçerli elbette- bu metinler açıklanamaz, haklarında yazı yazılamaz gibi gelir bana. Söz söylemeye kalkıştığımda, Tanpınar'ın endişeli gözleri üzerimdeymiş gibi ve bir de sanki kurmaca metinlerin bütünlüğünü bozacakmışım da "billur bir avize" düşüp kırılacakmış gibi düşünürüm nedense. Jules Renard'ın, "Bir kitabı çözümlemek mi? Peki ya evdeki bir konuk olgun bir şeftaliyi yerken, görmek için parçalarını ağzından çıkarsaydı, ona ne derdiniz?" (Yazmak Üzerine Notlar, 2014; çev. Orçun Türkay) uyarısını anımsar, çeki düzen veririm kendime. Aşk yaşanır anlatılmaz ya, onun gibi işte.
"Âdem'le Havva" (1948), derinlik ve cesaret öyküsüdür ancak yeterince konuşulmamıştır bence. John Milton (Kayıp Cennet), Mark Twain (Âdem'le Havva'nın Güncesi), Nazan Bekiroğlu (Lâ) vb. yazarların değişik yönleriyle anlattığı bu yaratılış hikâyesi, Tanpınar'ın diliyle apayrı bir zenginlik kazanmıştır. Yemen ülkesindeki "bir kuyu başında" Havva ile "Serendip'te bir dağ tepesinde" Âdem, birbirlerini bulmak için adlarıyla çağırdığında, "insan sesine susamış toprak bu sesleri dinledikçe ısınıyor ve değişiyor" olduğu o zamanlarda "toprağın efendiliğini kaybettiklerinden küskün, ölmek için kendilerine köşe arıyor" olan başka canlıların öyküdeki telaşı görülmeye değer doğrusu.
"Abdullah Efendi'nin Rüyaları" (1941), "ömürlerinin sonuna kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini bir an bile unutamayan, etrafındaki havaya kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile içlerinden tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkâr ve istihfaftan hoşlana gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini duyan insanlardan biri" olan Abdullah'ın hikâyesini anlatırken psikoloji bilgilerimizi zorlar. Eğlence arkadaşları seslendiklerinde "kendisini bir kuyunun dibinde bul"an Abdullah Efendi'nin "bu ne kadar güzel ve iyi bir şeydi" dediği "öbür insanlar gibi yaşamak" arzusu, sıradan bir can sıkıntısı değildir elbette.
"Teslim" (1945?), "hiçbir fikrini dinletemediği bu insanlar arasında kendisini lüzumsuz ve hatta yabancı bulmağa başlamış" politikacı Emin Bey'in yüzleştiği insan ve politika gerçeğini anlatırken Maraş mebusu Tanpınar canlanıverir gözümüzde. Bir grup arkadaşıyla çıktığı kısa yolculuk sırasında politikanın, "büyük meselelerin etrafında ve her şeyden evvel bir fikir davası" olmayıp da dolaştığı taşra kasabasındaki "toprak" ve "pazar" olduğunu anlayan Emin, taşrada duyduğu "Ayten" ve "Aysel" adlarını "içinden" tekrarlarken 'rejim' adına endişelidir: "Bütün bu inkılaplar, zahmetler, ümitler, sonunda birkaç yeni erkek veya kadın isminin değişmesine yaramıştı. Tıpkı Meşrutiyet senelerinde olduğu gibi."
"Bir Yol" (1937) öyküsünün, hayatı "kendi çizilmiş yolunda düzgün ve rahat gidiyor" iken, "içimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var" kaygısıyla 'varoluşçu' sorgulamalara girişen tren yolcusunun "kendi kendini bulmak" beklentisi, gerçekleşecek gibi değildir. "Ah bir elbise değiştirir gibi hüviyetini değiştirebilmek. Lâlettayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız…"
Şair, öykücü, romancı, denemeci, edebiyat tarihçisi ve hoca Tanpınar okurlarının belleğine yerleşerek yeni anlamlar kazanan bazı kelimeler vardır: kadın, musiki, rüya, zaman, hüzün, kaçış, masal, parçalanmışlık… Hikâyeler kitabında, birkaçının adını andığım öykülerin hemen her birinde -bazılarının başlıklarında- sıraladığım sözcüklerle sıkça karşılaşırız. Yalnızca kelimeler değil elbette; öykülerin yaşamı zenginleştiren varlıkları bir gülüş Ophelia beyazı kadınları, her durumda kaybeden erkekleri, musiki ile rüyanın büyüsüyle gündelik yaşamın çok uzağındaki masalımsı yaşam felsefesi, romanların dünyasına çağırır okuru. Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler ve Huzur üçlemesine üç öykünün ancak adını vermekle yetineyim: "Evin Sahibi" (1943), "Yaz Yağmuru" (1945?) ve "Geçmiş Zaman Elbiseleri" (1939). Belleklerimizdeki Atiye Hanım, Behçet Bey, Cemal, Sabiha, Mümtaz ve Nuran adlarıyla Debussy müziği, Kâr-ı Nâtık vb. değerler, romanlardan önce andığım öykülerdedir. "Geçmiş Zaman Elbiseleri" öyküsü, Huzur'un müjdecisi olmak yanında Tanpınar estetiğidir.
Yirminci yüzyıl edebiyatımızın tartışmasız en iyi yazarı Tanpınar'ın yazdıkları, hocası Ahmet Haşim'in şiire dair söylediği "resullerin sözü gibi, muhtelif yoruma müsait bir genişlik ve şümulü haiz" metinlerdir. Dolayısıyla onlar, "herkesin istediği tarzda anlayacağı ve binaenaleyh namütenahi hassasiyetleri içine alabilecek bir genişliği olan" metinlerdir. İşin garibi, onun bu kurmaca metinleri orijinal doğmuş metinlerdir, esin kaynağı olabilirler ancak asla taklit edilemezler. Tanpınar'ın metinlerini taklide yeltenenleri, Köroğlu olmuş Ruşen Ali'ye özenerek babasının gözlerini kör etmişken kendisi 'körün oğlu' olarak kalmış kendini bilmezin akıbetinin beklediği açıktır. Bazılarının yayım tarihini verdiğim öykülerinin yayımlandığı yıllardaki Türkiye şöyle bir hatırlandığında Tanpınar'ın yazdıklarının zamanının kubbesinde kalışını anlamak kolaylaşır. İyi ki zamanının politik söylemlerine ayak uydurmamış da kendisi olarak kalmış ve yazmış Tanpınar.
Modern edebiyatımıza damgasını vurmuş Tanpınar, edebiyatçılığı ve entelektüel birikimiyle düşünce dünyamızın önemli isimlerinden biridir. Öykü ve romanlarıyla diğer yazıları okunduğunda bunun böyle olduğu görülür. Özetle Hikâyeler kitabı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kendisi için 'önsöz' yazısıdır lakin bu kitabın okunması aceleye gelmez.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku', 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır |