Bu ülkede 'lise' okumuş herkes, matbaacı İbrahim Müteferrika adından haberdardır. Hiç olmazsa 'tarih' derslerinde Lâle Devri anlatılırken dönemin başat yeniliği olan matbaa, dolayısıyla da İbrahim Müteferrika konuşulmuş, sınavlarda sorulmuştur. Bu bilgiyi, lise öncesi okullarda öğrenmiş de olabiliriz, herhangi bir okula gitmeden de öğrenebiliriz. XVIII. yüzyıla ait bu tarihsel bilgiyi, tarihsel soruna ekleyince iş değişiyor elbette.
Ahmet Hamdi Tanpınar, başucu kaynağımız 19'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabında, edebiyat bilgilerinden önce "Garplılaşma" sürecini aydınlatırken "devrin haddizâtında büyük mânâ taşıyan hâdisesi" saydığı 'matbaa' konusuyla ilgili bilgiler verir. XVIII. yüzyılın ilk yarısını "hakikaten bir uyanma devri addetmek zarureti" olduğunu söyleyen Tanpınar, basım tekniğindeki öncülüğü ve başka yazdıklarıyla Müteferrika'yı bu büyük uyanış hamlesinin "en mühim âmili" kabul eder. Tanpınar'a göre "Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin 'Paris sefâretnâmesi' ile başladığı işi, daha hususi bir sahada inkişaf ettirdikten başka, toptan bir değişmenin misalini vererek, imparatorluğun ve Müslüman şarkın kurtulmasının tek çaresini göstermiş olur" dediği Müteferrika'nın Usûlü'l-hikem fî nizâmü'l-ümem risalesi, "Avrupalılaşma hareketinin beyannâmesi addedilmesi lazım gelen" bir kitaptır.
Mümtaz Turhan'ın, kitapçığına (Garplılaşmanın Neresindeyiz?, 1958) ad verirken "neresinde" olduğumuzu merakla sorduğu "Garplılaşma" sürecimizde, Karlofça (1699) ve Pasarofça (1718) antlaşmaları sonrasında XVIII. yüzyılın ilk çeyreğindeki zorunlu durak Lale Devri'nin kazanımı olan matbaanın etkisi için Adnan Adıvar'ın, kitabında "XVIII. Yüzyıl ve Matbaa" (Osmanlı Türklerinde İlim, 1970) başlıklı bölüm açması önemli göstergedir. Kaldı ki ilgili pek çok kaynak, matbaa konusu hakkında aydınlatıcı bilgiler vermektedir. Selim Nüzhet Gerçek'in Türk Matbaacılığı (1939) bilindik kitaptır örneğin. Rus akademisyen A. D. Jeltyakov'un Türkiye'nin Sosyo-Politik ve Kültürel Hayatında Basın (Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, Matbaacılığın 250. Kuruluş Yıldönümüne Armağan) incelenmeye değerdir bence.
Fransa'ya gönderilen "fevkelâde elçi" Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, yaklaşık bir yıl süren bu geziye oğlu Said Mehmet Çelebi'yi de götürmüştür. 1721 sonlarında İstanbul'a dönen heyet, Paris gözlemlerini değerlendirirken Sait Mehmet Efendi de Paris'te yakından inceleme olanağı bulduğu, "bu devrin en büyük ve müteakip nesiller üzerinde tesiri bakımından da şüphesiz en devamlı ve emniyetli yeniliği" (Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, 1972) olacak matbaayı, Osmanlı ülkesinde kurma çalışmalarına girişmiştir. Sait Mehmed, matbaayı kurmak için daha önceki tanışıp görüştüğü bilinen (Macar asıllı, esir düşünce İstanbul'a getirilmiş, satıldığı ağanın elinde Müslüman olmuş, aynı zamanda ileri görüşlülüğü ve çalışmalarıyla yöneticilere kendisini tanıtmışken bir de Vesilet-üt-taba'a adlı risale yazmış) İbrahim Müteferrika ile çalışmaya başlar. Temmuz 1727'de güç de olsa matbaa kurma izni alan ikili, Viyana'dan basım için gerekli makinaları alıp, Müslüman olduktan sonra İbrahim adını almış Müteferrika'nın evinde matbaayı kurarlar ancak matbaalarında kitap basmaları pek de kolay olmayacaktır.
1727'de ilk kez bir Türk matbaasının kurulduğu İstanbul'da Museviler 1493'te kendi matbaalarını kurmuşlardır. Ermenilerin matbaası 1567'de açılmıştır. Rumların matbaası ise 1627'de bir papazın öncülüğüyle kurulmuştur. Buna karşılık, 1726'da yazıp Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya takdim ettiği ve görüşleri beğenilen matbaacılık kitabındaki, "tarihte birkaç kere istila yüzünden birçok yazma kitapların nasıl mahvolduğunu ve sonraları doğru yazı yazacak hattatlar kalmadığından yazmaların çoğunun yanlışlarla dolu olduğunu, hâlbuki, basma usulü kabul edilirse, yazıların okunaklı ve yanlışsız olacağını, birçok güzel kitapların yayınlanacağını, kitapların başına ve sonuna mufassal fihristler konularak okuyanlar için kolaylık sağlayacağını ve kitaplar ucuzlayarak taşranın da bunlardan faydalanacağını, büyük şehirlerdeyse kütüphaneler kurulabileceği…" (A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim) önerileriyle Müteferrika, kuruluş fetvası almış olmalarına karşın hemencecik kitap basamamışlardır.
Müteferrika, o sıralarda dostlarından birine yazdığı mektupta, "özellikle 'ilmiye sınıfı' mensuplarının bu yeni basım makinasının Müslümanlarca kullanılmaması için sadrazama tekrar tekrar başvurduklarını, kitapların çoğalmasının genel asayiş ve din için tehlikeli olacağını bildirdiklerini" (Hüseyin G. Yurdaydın, "Düşünce ve Bilim Tarihi 1600-1839" Türkiye Tarihi 3& Osmanlı Devleti 1600-1908, Cem 1997) anlatırken pek de mutlu olmamıştır. Zamanının sultanına elçi olarak gelmiş Ogier Ghiselin de Busbeq, 1560'taki bir mektubunda Osmanlı'nın, "hiçbir zaman kitap basmaya ve meydan saatleri inşa etmeye" onay vermediğini, "Basıldığı tarihte kutsal kitapların kutsallığının kalmayacağını; meydan saatleri yaparlarsa da müezzinlerin otoritesi ile kadim âdetlerin zarar göreceğini düşünürler" (Bernard Lewis, Hata Neredeydi?, 2020) diye yazar. Neyse ki Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi, "basım işinin kolaylığı, fazla zahmet çekmeden çok sayıda kitap basılabilmesi ve böylece kitap fiyatları da ucuz olacağından herkesin kitap edinmesinin kolaylaşacağı gibi düşüncelerden bahisle, dini eserlerin basılmaması şartıyla" (Hüseyin G. Yurdaydın) kitap basımı için olumlu fetva vererek matbaacılarımızı sevindirir.
Bizde matbaanın hayli geç kuruluşu ve kitap basımındaki sınırlılık, tartışması bitmeyen bir konudur ancak ben iki bilgiden söz etmek istiyorum. Adıvar, kitabının andığım bölüme ilginç bir ayrıntıyla başlıyor. Avusturya ile karşı karşıya geldiğimiz "Petervaradin'de şehit düşen (1716) sadrazam damat Ali Paşa'nın, yalnız kataloğu 4 cilt tutan, kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine, bunlar arasında bulunan felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfı caiz olmayacağına dair şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendinin fetva verdiğini görüyoruz. (…) Bu bize gösteriyor ki, felsefe, astronomi, hatta tarihe ait eserleri makbul ve muteber tutmak şöyle dursun, onların genel bir kütüphaneye vakfına bile razı olmayan bir zihniyet, XVIII. yüzyıl başlarında hâlâ yaşıyordu." Bu durumda, aynı yüzyılın ikinci yarısına varmadan (1748), elçi Mustafa Hatti Efendi, kralın daveti üzerine rasathane ziyaretini anlatırken sorup öğrendiklerinden, "Bu mantıksız cevaplarını Frenk düzenbazlığına verdik" (Viyana Sefaretnâmesi, 1999; aktaran Bernard Lewis, Hata Neredeydi?, 2020) dediğindeki bilgisizliğine şaşmamak gerekiyor.
Matbaacılığımız ile ilgili ikinci bilgiyi, Müteferrika'nın Usûlü'l-hikem fî nizâmü'l-ümem risalesini, Milletlerin Düzeninde İlmî Usuller (MEB,1990) adıyla yayıma hazırlayan Ömer Okutan'ın, kitaba yazdığı "Giriş" yazısından alıyorum. Okutan, "dönemin sosyal yapısı dikkate alındığında" matbaa karşıtlığının yaygın söylemdeki gibi "dini taassup" olmadığını belirterek bazı gerekçeler sıralar. Bu gerekçelerin ilki "cehalet ve bunun doğurduğu taassup" ikincisi ise "geleneksel görüşten kaynaklanan tutum" gereği "Hıristiyan ülkelerden gelen hemen her şeye iyi gözle bakılma"yıp onların "önemsenmeyerek küçümsenir" olmasıdır. Üçüncü gerekçe "Türk-İslam toplumunun kendisini, Hıristiyan topluma göre çok üstün görmesidir" ki "Osmanlıda, adeta bir inanç gibi toplum şuuruna yerleşmiş bulunan bu üstünlük duygusu" doğal olarak "Batıdaki gelişmeleri" görmeye engeldir. Muhtemelen Avrupa'nın bizi kıskandığı o dönemlerde "Ayranı yok içmeye…" sözüyle hayli örtüşen bu faktörlerin ardından son olarak pek çok kaynakta yinelenen "esnaf loncalarının tutumu" vardır listede. "Matbaanın ülkemize gelmesi ve yayılması" yazma kitap işiyle geçinen farklı türdeki kitap emekçilerini ekonomik yönden sıkıntıya sokacaktır.
1729'de ilk olarak Van Kulu Lügati adlı kitap basılan matbaada, Müteferrika'nın ölümüne dek 17 kitap basılmış ve matbaa 1749'da kapanmıştır. Kurucusunun Usûlü'l-hikem fî nizâmü'l-ümem adlı kitabı da adı geçen matbaada 13 Şubat 1732'de basılmıştır.
Müteferrika'nın üç bölümlük Milletlerin Düzeninde İlmî Usuller kitabı, Osmanlı kültüründeki 'risâle' geleneğinin devamıdır, bir 'siyasetnâme' olarak da okunabilir kitap. Başlangıcında, "Milletlerin durumunun düzelmesi ve dengeli bir şekilde değişmesi, O'nun [Allah'ın] ezelî irâdesine dayalı ve bağlı" olduğu belirtilen kitabın yazarı, kendisini "dili kıt, gücü az, âciz bir kul ve nâciz bir bende" görür ki bundan önerilecek "ilmî usuller" az çok kestirilebilir. Paris şehrine, "Evliya Çelebi'nin Viyana'yı seyrettiği gibi Kanuni asrının şanlı hatıraları arasından ve bir serhat mücahidinin mağrur gözüyle" değil de "Karlofça'nın ve Pasarofça'nın millî şuurda açtığı hazin gediklerden ve devlet işlerinde pişmiş zeki bir memurun tecrübesiyle" bakmış sefirin oğluyla matbaa kuran Müteferrika, kitabını padişaha, "ancak ayağının güçsüz tozu olunabilecek yüce hükümdarın zengin eline, sanki haddini bilmezlik edercesine ve lütufkâr bakışlarından cesaret alınarak" acizliğiyle sunar.
İmparatorluğun türlü nedenlerle (liyakatsizlik, askeri bilgisizlik, rüşvet vb.) geri kalışı konusunda gelinen tehlikeli noktayı, tarih kitaplarının yardımıyla aydınlatan matbaacının kitabının birinci bölümü, "askerde nizamın gerekliliği ve iyi bir düzenlemeden doğacak faydalar" hakkında, ikinci bölümü, "özet olarak coğrafya ilminin faydaları" hakkındadır. Üçüncü bölüm "Hristiyan ülkelerinin askerlerinin sınıfları, tarz ve tavırları, terkipleri, hazerde, seferde, savaşta ve vuruşmada uygulaya geldikleri kaideler ve harp merasimleri"dir.
Müteferrika'nın, medenî insanların "birlikte yaşamak" ilkesinden yola çıkarak Monarşi (Eflatun), Aristokrasi (Aristotales) ve Demokrasi (Dimokratis) hakkında bilgiler vermesi dönemi için dikkat çekicidir. Bir arada yaşayabilecekken, seçkinlere de bulaşmış huylar "tamah etme", "başkalarının mülküne saldırma" ve "fesat çıkarma" nedeniyle "savaş gibi kötü işlere" bulaşıldığından, yöneticilere "bunlar için tedbir yollarını ve elde edilecek kolaylıkları bulmak" amacıyla askerlik hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler verilir. İslam/Osmanlı ahalisinin komşularında olup biten gelişmelere "gaflet, küçümseme ve dikkatsizlik içinde kayıtsız" kalmasıyla olumsuzluklar yaşandığından, Devlet-i Âliye sahiplerine "koyu bir taassupla cehli kabulden vazgeçilmeli" uyarısı yapılır kitapta.
Coğrafyanın faydalarından söz edilmesi XV. yüzyılın coğrafî keşifleri nedeniyledir. Kristof Kolomb'un, "gece ve gündüz aklını, fikrini hep ilme" vererek çalıştığını söyleyen Müteferrika, coğrafya bilgilerinin "İslam kitaplarında yazılı ve çizili" olmasına rağmen gerekli çalışma yapılmayışından yakınır. İnkârı mümkün olmayan gerçektir ki "Hristiyan topluluğu, çizmekle ve onları açıklamakla coğrafi bilgileri görünmezlikten (batından) görünürlüğe (zuhura) ve kuvveden fiile" getirerek "az zamanda çok faydalar" sağlamıştır.
Kitabının üçüncü bölümünde Hristiyan ülkelerin savaşlarda zafer kazanmalarını sağlayan askeri düzenleriyle ilgili önemli bilgiler veren Müteferrika, küffar askerlerinin "sağlam ve yıkılmaz bir bina gibi garip şekildeki" düzeninin, Osmanlı askerinin gök gürültüsünü andıran hamlelerini engellediğini söyler. Hristiyan milletlerinde devletin, "genel düzeni" semavi kitaplar değil de "akla dayanan birçok kanun ve kaidelerle sağlamakta" oluşuna vurgu yapılması önemlidir. Her durumda güçlü Müslüman asker ile korkak küffar askeri karşılaştırması yapan Müteferrika'nın, "küffar askerinin Osmanlı askeri ile mücadele ve çarpışmaya cesaret etmesi ve bir süre üstünmüş gibi görünmesi" durumuna iki gerekçe gösterir: "Bunun sebebi, Müslümanların, düşmanın durumunu bilmede tam bir ihmal içinde olması ve fesadın kaynağını anlamada dikkatsizliğidir. Diğer sebep ise küffar askerinin savaş meydanında mutlak surette ve tam bir birlik ve sımsıkı bir beraberlik içinde olmaları, bu düzen ve tertiplerini iyice korumalarıdır." Kitabının sonundaki, "harekete geçmeden önce düşmanlar, nice kaleler ve beldelerin anahtarlarını kendiliğinden ve isteyerek Padişahın yüce makamına götürüp teslim" edecekleri yönündeki beklenti, saf bir hayal kalmıştır kuşkusuz.
Bizde matbaanın ve aynı zamanda kâğıt fabrikasının da kurucusu Macar dönmesi Müteferrika'nın Milletlerin Düzeninde İlmî Usuller kitabı, Kâtip Çelebi'nin Düsturu'l-amel li-ıslahi'l-halel kitabıyla Arnavut devşirmesi Koçi Bey'in Risalesi ile benzer sorunlara değinse de XVIII. yüzyıl için değerlidir. Andığım kitabın, öncesindeki ve sonrasındaki benzerleri gibi yenileşme yolunda 'atılım' başlatamamış olması, devletin gidişatı kötü olmasına karşın Osmanlı yöneticilerinin, Batılıların gelişmelerine 'denize düşen yılana sarılır' ölçüsüyle bakıp "gaflet, küçümseme ve dikkatsizlik içinde kayıtsız" kalmalarıdır. Buna bir de İlmî Usuller'den on beş yıl önce kitabı kütüphaneye yasaklayan 'zihniyet sorunu' eklemelidir.