Geçtiğimiz günlerde, müzik yaşamını önceleyerek dinî görevinden ayrılan bir rahibenin haberini okuyunca 'manastır' izlenimlerim yeniden canlanıverdi belleğimde. Sözünü ettiğim habere göre İtalya'da önceki yıllarda katıldığı şarkı yarışmalarıyla ünlenmiş rahibe Cristina Scuccia, "kalbimin sesini dinlemeyi tercih ettim" diyerek kilisedeki görevinden ayrılmış. İtalyan televizyonlarına modern kıyafetle çıkan Scuccia, rahibeliği bırakarak garsonluk yapmaya başladığını ve başkalarının kendisi hakkındaki düşüncelerini pek de önemsemediğini söylemiş. Haberde asıl dikkatimi çeken Scuccia'nın, rahibelik görevini psikolog yardımıyla bıraktığını ve bu görevi bırakmanın dinî inancını da bırakmak olmadığını açıklamasıdır. Bu açıklama, onun bireysel seçiminin üzerindeki toplumsal baskıya işaret sayılmalı çünkü spor kulübüne girip çıkmaya benzemez oranın işleyiş düzeni. Müzikteki yetenekleri gerekçesiyle kutsal görevini bırakan rahibenin haberi üzerine yazdığım bu yazıyla Orta Çağ dünyasında etkin gücü olan 'manastır' hakkında bilgi vermeye niyetim yok çünkü istemiş olsam da başaramam bunu.
Shakespeare'in, Bir Yaz Gecesi Rüyası (2017; çev. Özdemir Nutku) oyununda özgür kız Hermia, babasının uygun gördüğü Demetrius değil de gönlünün istediği Lysander ile evlenmek isteyince Atina dükü Theseus tarafından 'manastır' tehdidiyle uyarılır:
"Ya ölürsün hemen/ Ya da yeminle vazgeçersin erkeklerin çevresinden,/ Bu yüzden Hermia, bir daha tart arzularını,/ Düşün, eğer boyun eğmezsen babanın isteğine,/ Katlanabilecek misin rahibe kıyafetine,/ Sonsuza dek loş manastır kafesine,/ Yaşamın boyunca kız oğlan kız kalmaya,/ Soğuk, kısır ay (Hiç çocuğu olmayan bakirelerin tanrıçası Diana) için ruhsuz ilahiler söylemeye?/ Gerçi arzularına gem vurup/ Yaşamdaki yollarını böyle bakirelikte seçenler,/ Üç misli kutsaldırlar;/ Ama damıtılıp çiçeğinden güzel kokular çıkarılan gül,/ El değmeden kuruyup giden,/ Yalnız başına büyüyüp yaşayan ve ölen dikenli gülden/ Çok daha büyük mutluluk içindedir."
İşte size erkek egemen bir dünya ve onun cezalandırma yöntemi… Babasının uygun gördüğü erkekle evlenmek istemeyen genç kadın, manastıra kapatılmakla tehdit ediliyor. İçerideki yaşamın güçlüğünü bilen kadın, tehdide boyun eğmeden sevdiği erkekle kaçıyor sonunda. Shakespeare, sözü olan kadını konuşturarak sorunu, edebiyat metniyle kamuya mâl ediyor. Asıl önemlisi bu bence.
Müzik yaşamı tercihiyle kutsal görevinden ayrılan rahibenin haberini okuyunca şimdilerde otuz dört yaşında olan rahibenin, oyundaki Hermia ile yakınlık kurarak derin hesaplaşmalar yaşadığını düşündüm açıkçası. Rahibe Scuccia, usta yazar Shakespeare'in karşılaştırmasındaki 'kıyafet', 'loş manastır', 'ruhsuz ilahi', 'damıtılıp çiçeğinden güzel kokular çıkarılan gül' ve 'el değmeden kuruyup giden[gül]' sözlerinden haberdar olmamış olamaz gibi geliyor bana. Bu yönüyle bakılırsa sadece ruhun değil, aklın da sesine uyularak yapılmış zor bir seçimdir onunkisi.
Manastır kültürü, İtalya'da kadim zamanlarda yerleşip kurumlaşmış iken şimdi de bir rahibe, şarkı yarışmalarına katılıyor ve kutsal görevinden ayrılıyor İtalya'da. Grekçe, 'yalnız, tek' anlamındaki 'monos' sözcüğünden geldiği anlaşılan manastır, çoklukla inzivaya çekilme biçimi 'münzevilik' ile yakın durur. Aziz Pachomius (ö. 346)'un ilk kuruculuğundaki bu örgütsel yaşamın özü de kendi içindeki dışa kapalılığı vurgular. Tarihsel bilgilerimiz, manastırların bohem hayatıyla eş tutulamayacağını, aksine oraların özellikle kadınlar (engelli, yaşlı, sakat, yetim, şiddete maruz kalmış) ve başka ihtiyaçlılar için bir tür sığınma evi olduğunu da gösteriyor. Zengin kütüphaneleriyle manastırların, zamanlarında birer eğitim merkezi olduğuna dair tarih bilgilerimizi, Alberto Manguel, Okumanın Tarihi (2004; çev. Füsun Elioğlu) adlı benzeri az bulunur kitabında ayrıntılarıyla gösteriyor. Onun anlattıklarından öğreniyoruz ki birer eğitim kurumu olmuş manastırlar, matbaacılığın ilk zamanlarında kitapların yazımı ve basımı işleri için birer de iş/üretim merkezidir.
Manastır, dolayısıyla da rahibe ne çok alanın konusudur: din, eğitim, sinema, edebiyat, belgesel… Arnavut kökenli insan hakları aktivisti Gonca Boyacı, bizde Rahibe Teresa (1910-1987) olarak hemen her birimizin dilindedir. Manastır denilince bizde Sümela Manastırı gelir akla ilkin. Maçka (Trabzon)'daki bu tarihî manastırı yakın zamanda gezenler, tarihî bir mekân değil de turistik bir tesisle karşılaşmış olduklarını düşünebilirler. Yıllar önceki durumu bilenler ise şaşkınlıkla karşılar asırların yok edemediğini ustalıkla değiştirme becerimize.
Bir süreliğine İtalya'da yaşamış Fransız romancı Stendhal, ilk kez 1839'da yayımlanan Parma Manastırı romanında, türlü serüvenlerle bunalttığı yakışıklı genç karakter Fabrizo'yu bir ara Parma Kalesi'ne hapsettirir. Hapislik sıkıntısı yerine kale kumandanının kızı Clelia ile aşk yaşayan Fabrizo, kurtulduktan sonra dinî görevlerine geri döner, sonrasında önemli bir dinî lider de olur. Başkasıyla evlenen Clelia, bundan böyle Fabrizo'nun giderek kalabalıklaşan cemaat üyelerinden birisidir yalnızca. Yeni din önderi, eski aşkıyla bir daha görüşmeyeceğine Meryem Ana üzerine yemin etmiş Clelia, yeminin suç kapsamına girmeyeceği düşüncesiyle onunla geceleri görüşür ve bu yasak görüşmeden bir çocukları olur, sonrasında çocuk da kendisi de ölür. Yaşama umudunu büsbütün kaybeden Fabrizo, belki biraz da arınma gerekçesiyle Parma Manastırı'na çekilir. Rahibe Scuccia, romandaki kurmaca karakterin aksine aradığını bulamadığından olmalı manastırdan kaçmış gerçek kişidir.
Burnundaki 'piercing' ve kırmızı renkli pantolon takımıyla ekranlarda görünen rahibenin durumunda şaşılacak bir durum yok çünkü bunun tam aksi de olabiliyor. Uzun yıllar sahnelerde renkli ışıklar altında işlerini yapmış olanlar da o dünyaya veda ederek kendilerini dinî alanda konumlandırabiliyorlar. Kendi çevrelerinin ilk zamanlardaki yüksek sesli eleştirileri zayıfladıkça konum değiştirenlerin yeni konumları da normalleşiyor. Henüz altıncı yüzyılda kurduğu (İtalya) manastırla 'bekârlık', 'fakirlik' ve 'itaat' kurallarına bir de 'istikrar' (manastır değiştirmeme) ilkesini ekleyen Aziz Benedict devri çok gerilerde kaldı artık. Ne çok şey(imiz)i değiştiriyoruz bugünün dünyasında: din, cinsiyet, ad, parti… Rahibe Scuccia, belki gül metaforu üzerinden giderek "el değmeden kuruyup giden" gül ile "damıtılıp çiçeğinden güzel kokular çıkarılan" gül arasında özgür iradesiyle bir seçim yapmıştır, o kadar. Doğal karşılamalıyız bu tür bireysel seçimleri.
Manastır kültürü, dolayısıyla da Orta Çağ hakkında bilgilenme yoluna çıkacaklardan Umberto Eco kılavuzluğuna başvurmayanların yolda kalacağını söylemeliyim, bu zorlu kılavuzunu yanına alabilenlere ne mutlu… Shakespeare'in oyunundaki Atina dükünün genç kadına uyarılarıyla genç rahibenin kutsal görevinden ayrılışını yan yana getirdiğimde, adı bizde pek öne çıkmamış bir romandan söz etmek istiyorum. Rahibe Scuccia, Fransız aydınlanmasının önemli isimlerinden Denis Diderot (1719-1784)'nun Rahibe (2015; çev. Adnan Cemgil) adlı mektup romanını okudu mu, yoksa yaşadı mı diye merek ediyorum açıkçası. Kız kardeşi manastırda akli dengesini kaybederek ölmüş Diderot, bu romanıyla dışarıya büsbütün kapalı kendi içine gömülmüş "loş" dinî kurumun içini dışına çıkarmış, karanlığı aydınlatmıştır. Diderot'nun bu romanı, zamanında pek hoş karşılanmamıştır ya Doğu'da yazsaydı belki de katli vacip idi.
Rahibe romanın genç kadın karakteri Suzanne, evlilik dışı doğmuş olmakla ailesinin onuruna gölge düşürmüş bir de güzelliğiyle üvey kardeşlerinin kıskançlıklarıyla üvey babasının hakaretlerine maruz kalmıştır. İki ayrı manastır ile evdeki hapis odası, dışarıda yaşama hakkı elinden alınmış Suzanne için tahammül edilemez ortamlardır. Shakespeare'in tehdit saydığı "rahibe kıyafeti" çilesi, Rahibe romanında sahnelenmiştir denilebilir. Romanda, kardeşlerin mirasına ortak olmasın diye zorla rahibe yapılmaya çalışılan genç bir kızın, eviyle manastırlardaki güç yaşam koşulları Croisemare markisine yazdığı mektupla anlatılırken baskı aracına dönüşen din (manastır/kilise) kurumunun çürümüş yapısı da sorgulanır. Tartışılamaz gücünün aksine içeriden bakıldığında tam tersi durumdadır manastırın otoriter yapısı. Erdemin aydınlatması beklenen manastırın kalın duvarlarının içinde başrahibelerin kişisel iktidar hırslarıyla cinsel yöneliş öncelikleri ibadet ve duanın önüne geçmiştir. Romanda, başrahibelerin hoşgörüden yoksun katı tutumlarını ve cinsel tutkularına yenilişlerini örten hayli sert otoriteleri, "İnsanın kendi sesini Tanrı'nın sesine karıştırmaya kalkması çok tehlikeli" oluşlarıyla sürüp gider. Manastırın iç nizamı gereği "ruhsuz ilahiler" söylemek zorunluluğuyla gönlüne göre 'dua' edemeyen canı yanmış Suzanne, belki bütün dinler adına sorusunu sorar: "Manastırlar bir devletin varlığı için bu kadar gerekli midir? Keşişliği ve rahibeliği Hz. İsa mı ortaya attı? Kilise bunlarsız olmaz mı hiç? İsa'nın bu kadar çılgın bakireye, insan türünün de bunca kurbana ne gereksinimi var?"
İtalya'da, dinî görevinden ayrılarak adını müzik dünyasında duyurmayı seçen bir kadının haberi üzerine yazdığım bu yazıda sözümü bitireyim. Rahibe Scuccia, müzik yeteneği dışında başka gerekçeleriyle de böyle bir seçim yapmış olabilir. Kutsallıkta yok oluş yerine bireysellikte var oluş seçimidir rahibenin yaptığı ve pek de kolay olan bir seçim değildir onun yaptığı. Yazımın başında söylediğim gibi rahibelik görevinden ayrılıştaki psikolog desteği, hiç olmazsa kız kardeşi manastırda akli dengesini kaybederek ölmüş Diderot'un Rahibe romanını okumaya götürmeli bizi. Rahibenin, dini görevinden ayrılmakla dininden ayrılmadığını söyleyişi, insanları 'biz' ve 'onlar' diye ayıran otoriter, dışa kapalı, kindar toplulukların özgürlüklere kapı açmadığını, böyle bir seçim yapanları canlıyken öldürme yöntemini seçtiklerine vurgu sayılmalıdır. Cristina Scuccia, romanı yazıldığında ya da filmi yapıldığında, medyaya yansıyan haberin ötesinde bir kadın olarak Shakespeare'in Hermia'sı olacaktır, bundan kuşkunuz olmasın.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |