Büyük ödüllerin tören konuşmaları da öyle önemli oluyor. Edebiyatta en büyük ödül Nobel, dolayısıyla tören konuşmalarını da özenle hazırlıyor ödül sahipleri. Nobel kürsüsüne çıkan yazarlar, kendilerinden söz ederken büyük ödülü hak ediş gerekçelerini de kamuya açıklıyorlar bir bakıma. Böyle bakınca Nobel Ödülü alan edebiyatçıların tören konuşmaları, edebiyatın okurlarına bir kitap bütünlüğüyle ulaşsa hiç de fena olmaz gibi geliyor bana.
2022'de Nobel Ödülü alan Fransız yazar Annie Ernaux'nun ödül töreni konuşmasında, "İnsan, yazmak üzerine de kafa yormadan hayat üzerine nasıl kafa yorar?" (parsomenedebiyat.com; 11.12. 2022, çev. Çağla Taşkın) soru cümlesiyle karşılaşınca bugünlerde Hüsn ü Aşk mesnevisini yeniden okuduğum Şeyh Galib'e vardı yolum. Ardından, çok daha yakın zamanlara gelip Orhan Pamuk'un, "Babamın Bavulu" başlıklı tören konuşmasını okudum. Sözünü ettiğim üç adın da kaygısı 'yazı' olduğundan Georges Jean'ın, uzun bir süredir 'yazı' hakkında söz edecek olduğumda yararlandığım Yazı İnsanın Belleği (2002; çev. Esra Özdoğan) kitabına baktım yeniden.
Nobel ödüllü yazarın, "yazmak üzerine kafa yorma" sorusu, yazmakla bitirilemeyecek bir yazı külliyatını çıkarır karşımıza. Yazı İnsanın Belleği adlı kitabın şu açılış cümleleri, bu birikimin kaynağını anlatır: "Günümüzden yirmi bin yıl öne, Lascaux'da, insanlığın ilk resimleri çizilmiştir. İnsanlık tarihinin en akıl almaz öykülerinden birinin, yazının öyküsünün başlaması için daha on yedi bin yıl beklemek gerekecektir. Doğal olarak, yazılı ilk göstergeleri bulanların kendi efsanelerinin izlerini bırakmayı istedikleri düşünülür. Oysa yazının romanının başlangıç bölümleri hiç de bu kadar romansı değildir."
Hangi gerekçeyle yazdığımız ve nasıl yazmamız gerektiği, modern zamanlarda olduğu gibi eskilerde de tartışılmıştır elbette. Bu günler için yalnıza Nobel Ödülü almış yazarların tören konuşmalarına bakmak bile ne çok şeyi öğretebilir bize. Tören konuşması Babamın Bavulu adlı kitap içinde yer alan Orhan Pamuk dışındaki ödüllü bazı yazarların konuşmalarını sanal ortamda okuma fırsatı bulabildim. Konuşma zamanlarının toplumsal ortamında 'yazı' gerçeğine türlü yönleriyle vurgu yapan edebiyatçıların gelip durduğu yer, Georges Jean'ın kitabındaki XII. yüzyıl döneminin bir alıntısıyla yakın duruyor gibi: "Yazının ne olduğunu bilmezsen, güçlüklerini hafife alırsın, ama ayrıntılı bir açıklama istiyorsan sana şunu söyleyeyim ki bu çok zahmetli bir iştir: Gözü bozar, sırtı kamburlaştırır, mideyi ve kaburgaları ezer, böbrekleri kerpeten gibi sıkar ve bütün vücuda acı verir[…] En sonunda yazıcı, limana geri dönen denizci gibi son satıra gelmenin neşesini yaşar." Evet, yazı yolundaki bütün çile, limana dönebilen gemicinin neşesiyle mutlu olmaktır diyebiliriz.
Faulkner, 10 Aralık 1950'deki konuşmasında yazının toplumsal yaşamla yakınlığına değinmişti. "Günümüzün trajedisi genel ve evrensel bir fiziksel korku, bugüne dek öyle uzun bir süre canlı kalmış ki artık buna katlanabiliyoruz. Artık ruhsal sorunlar yok. Sadece bir soru var: Ne zaman bombalanacağım? Bu nedenden dolayı, bugün yazan genç erkek, genç kadın, kendisiyle çelişen insan yüreğinin sorunlarını unutmuş bulunmakta. Hâlbuki bu çelişki tek başına iyi bir yazı yazdırabilir insana, çünkü acı çekerek ve ter dökerek üzerine yazmaya değer tek şey sadece budur." Steinbeck de ödül töreni konuşmasında (1962), yazı-yaşam ilişkisini vurgulamıştı. "Edebiyat, ne boş kiliselerde ilahilerini söyleyen cılız ve güçsüz rahiplerce neşredilmiştir, ne de dünyadan uzak kibirli papazların umutsuz bir oyunudur."
Nobel Ödülü konuşmasını, "Nereden başlasam?" soru cümlesiyle açan Annie Ernaux, 'nasıl' anlattığını değil, 'ne' anlattığını önceliyor. Konuşmanın şu cümlesi, belirlememe bir kanıt sayılabilir: "İçimde boylu boyunca uzanan gediği bulup çıkarmak, göstermek ve anlamak için 'iyi yazmaktan' ve güzel cümlelerden –tam da öğrencilerime yazmayı öğrettiğim türden cümlelerden– kopmam gerekti." Bu cümlesinde, hem yazma gerekçesi hem de nasıl yazılacağı vardır. Kendisine bir misyon yükleyen Ernaux, yirmili yaşlardaki günlüğünün "Halkımın intikamını almak için yazacağım." sözünü, "baskılanan hafızada bulunan ve hakkında konuşulamayanlara dalmak ve halkımın yaşamına etki edecek bir ışık tutmak"la yıllar sonra hayalden gerçeğe dönüştürmüş olmanın ödülünü de aldı. Ödül gününde seksen iki yaşında olan yazarın konuşmasındaki 'feminist' söylem, metindeki başat konudur. Konuşmasında, İran'ın dayatmacı yönetim sorunlarına değinen Ernaux'nun, bir Orta Doğu devletiyle kendi ülkesini, Nobel töreninde karşılaştıran sözleri 'feminist dalga'nın boyutu için de dikkate alınmalı. "Şiddetli ve alaycı oluşuyla isyankâr yazı, boyunduruk altındakilerin tavrının bir yansıması değil miydi? Ancak ben demokratik bir ülkede yazarken kadınların edebiyat alanındaki yerini düşünmeye devam ediyorum. Kadınlar henüz yazılı eser üreticisi olarak meşruiyet kazanamadı. Batı'nın entelektüel çevreleri dâhil olmak üzere dünyada kadınların yazdıkları kitapları basbayağı yok sayan erkekler var; bu kitapların adlarını ağızlarına almıyorlar." Ernaux, bu sözleriyle İskenderiye'de erkeklerce evinden zorla dışarı alınıp üstündeki elbiseleri çıkartıldıktan sonra bedeni kırık cam parçalarıyla kesilerek parçalanan kadın filozof Hypatia (370-413) dönemine uzanan bir sürece vurgu yapıyor.
2006 yılında Nobel Ödülü alan Orhan Pamuk, "Babamın Bavulu" başlığıyla aynı yılın Aralık ayında konuşma yapmıştı, sonrasında başka konuşmaların da eklenmesiyle Babamın Bavulu (2007) adlı kitap yayımlandı. Okuyanları görmüştür ki romancı Orhan Pamuk, sadece tören konuşması yapmamış, 'nasıl' anlatılacağına dair ders de vermiştir. Okuyunca gördüğüm, "bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kâğıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şey olan edebiyat" ile ilgilendiğini varsayanların "Babamın Bavulu" (Babamın Bavulu, YKY, 2021) yazısını okumadan geçemeyecekleridir.
Burada yayımlanan ('Saf ve Düşünceli Romancı' Orhan Pamuk 70 yaşında, 05 Haziran 2022) yazımda, görüşlerimi başka yazılarla birleştirerek Orhan Pamuk'un yazı/ edebiyat anlayışına değinmiştim. Orhan Pamuk, önemsediği iyi edebiyat için "kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp" kendi özgür iradesiyle kapandığı, her yanı kitaplarla dolu odasında, "yaşanmayan hayattan bir çeşit intikam almak" istercesine yazdığını söylüyor. Yazarlığı, "herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmek" olarak tanımlayan romancı, edebiyat için de "kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir" diyor. Yazının kaynağında 'huzursuzluk' olduğunu vurgulayan romancı, "limana geri dönen denizci" neşesi için 'sabır' ve 'çile' öneriyor bir yandan da.
Orhan Pamuk, konuşmasının sonlarında, "Niçin yazıyorsunuz?" sorusuna verdiği yirmi beş ayrı cevabıyla Faulkner'in, yazan kişilere yönelik, "kendisiyle çelişen insan yüreğinin sorunlarını unutmuş" yakınmasına gönderme yaparak ustayı onaylarcasına yazının bireysel kaynağına vurgu yapıyor. Şu cümlesi, benim demek istediğimdir: "Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir."
Birkaçının konuşmalarından söz edebildiğim Nobel Ödülü almış yazarlardan iki yüz yıl öncesine dönerek sözü, klasik şiirimizin son dönemlerindeki önemli ismi Şeyh Galib'e getirmek istiyorum. Bu geriye dönüş gerekçem, yazı kaygısının yalnızca çağdaş yazarların sorunu olmadığı, öncekilerin de gündeminde yazının olduğudur. Nobel Ödülü alanların çokluğu gibi klasik şiirimizde de Şeyh Galib dışında, sözü edilecek başkaları var elbette.
Şeyh Galib (1757-1799), altı aylık bir çalışmayla 1783'de, yirmi altı yaşındayken yazdığı Hüsn ü Aşk adlı tasavvufi mesnevisiyle tanınmıştır. M. Kaya Bilgegil'in, "Osmanlı devletinin muharebe meydanlarında gururunun kırıldığı, Padişah'ın bile 'devlet elden gidiyor' diye feryâd ederek İmparatorluğu kurtarmak için sağdan soldan teklif layihaları istediği bir devrede kaleme alındı" (Hüsn ü Aşk'a Dair, 1975) dediği Hüsn ü Aşk, iki bin beyti aşan bir mesnevidir. İlginçtir ki bu mesnevide padişah adından söz edilmez. Asaf Hâlet Çelebi'nin, "Sadece Gâlib Dede'nin değil, Türk edebiyatının da büyük eseri" saydığı Hüsn ü Aşk, başlangıçtaki "Der-Sebeb-i Te'lif" (Eserin Yazılış Sebebine Dair) ve sonlarındaki "Fahriyye-i Şa'irane" (Şâirâne Övünüş) bölümleriyle bu yazımın konusudur. Abdülbaki Gölpınarlı'nın, Şeyh Galib Divanı'ndan Seçmeler (1985) kitabına eklediği Hüsn ü Aşk mesnevisi, ayrıca Ozan Yılmaz'ın hazırlığıyla Hüsn ü Aşk (2018) adlı bir kitap olarak da basılmıştır.
Yazmak, yazılmış olanı eksik bulmakla başlar. Şeyh Galib, mesnevisinin "Der-Sebeb-i Te'lif" bölümünde yazma gerekçesini açıklar. Sohbetlerinin konusu sanat olan bir toplulukta Nâbi'nin Hayr-âbâd eserinin övülmesi ve bu şiire asla nazire (benzer) yazılamayacağının söylenmesi üzerine alınan Şeyh Galib, Hayr-âbad'ı aşmak için Hüsn ü Aşk'ı yazdığını söyler. Onun, mesnevi yazma gerekçesi, pek çok bölümü Feridüddin Attar (1146-1221)'dan alınan Hayr-âbâd'ın övülmesidir. Kendisi, Hüsn ü Aşk'ı yazarken başkalarından ve özellikle de Mevlanâ'nın Mesnevi'sinden yararlandığını söylerse de o, başkalarını taklit etmeyecek ölçüde usta bir şairdir: "Dâ'im bunu der ki elde hâme/Âfet bana i'tibâr-ı amme" (Elimdeki kalem sürekli şöyle diyor: Benim afetim, sıradan insanların bana itibar etmesidir.)
Şeyh Galib, on dört beyitlik "Fahriyye-i Şâ'irâne" bölümünde şiirini nasıl yazdığını anlatır ki bugün de çok tartışılan intihal/çalıntı ve metinlerarasılık tartışmaları için bu bölüm önemlidir. Bugün de edebiyat çevrelerinde bazı beyitleri sıklıkla kullanılan bu bölümü, ödüllü yazarların tören konuşmalarındakine benzer biçimde aktarıyorum.
"Tarz-ı selefe tekaddüm etdim/ Bir başka lügat tekellüm etdim// Ben olmadım ol gürûha pey-rev/ Uymuş belî Gencevî'ye Hüsrev// Billâh bu özge mâcerâdır/ Sen bakma ki defter-i belâdır// Zannetme ki öyle böyle bir söz/ Gel sen dahi söyle böyle bir söz// Erbâb-ı sühan tamâm ma'lûm/ İşte kalem işte kişver-i Rûm// Gördün mü bu vâdî-i kemini/ Dîvan yolu sanma bu zemîni// Engüşt-i hatâ uzatma öyle/ Beş beytine bir nazîre söyle// Az vaktde söyledimse anı/ Nâ-puhteligin degil nişânı// Gördük nice şâhlar gedâlar/ Bir ânda yapar anı babalar// Gencînede resm-i nev gözetdim/ Ben açdım o genci ben tüketdim// Esrârını Mesnevî'den aldım/ Çaldım velî mîrî malı çaldım// Fehm etmeğe sen de himmet eyle/ Ol gevheri bul da sirkat eyle// Çok görme bu hikmet-i beyânım/ Tevfîka havâle eyle cânım// İn dem ki zi-şâirî eser nîst/ Sultân-ı sühan menem dîger nîst."
(Öncekilerin tarzının önüne geçip bir başka dilden konuştum// Emir Husrev, Nizâmî-i Gencevî'ye uymuş olabilir, ben o topluluğu takip etmedim// Sen bunun bela defteri olduğuna bakma, vallahi bu başka bir maceradır// Şöyle böyle bir söz olduğunu sanma! Yapabiliyorsan gel sen de böyle bir söz söyle hadi // Şairlerin hepsi belli, işte kalem işte Anadolu ülkesi…// Bu pusuyla dolu vadiyi gördün mü! Bu zemini Divanyolu/divan yolu sanma!// Öyle hata varmış gibi de parmak uzatma, beş beytine bir nazire söyle// Bunu az zamanda söylediysem bu yetersizlik belirtisi değildir// Nice padişah ve dilenciler gördük, babaları onları bir anda yapıyor// Hazinede yeni bir usul takip ettim, o hazineyi ben açtım ben bitirdim// Sırlarını Mesnevî'den aldım. Evet, aldım ama herkese açık bir malı aldım// Onu anlamak için sen de çaba harca! O mücevheri bul da al bakalım// Canım benim! Sözümdeki bu hikmeti çok görme. Allah'a havale et// Şairden eser kalmayan bu dönemde sözün sultanı benim, başkası yok).
Buradaki karşılaştırmalarına, gerekçeleriyle övünmelerine dikkatle bakıldığında ve mesnevinin başka birkaç bölümü de okunduğunda Şeyh Galib'in, şairlik/yazarlık iddialı sözlerinde bugünkülerden pek de geri kalmadığı görülür.
Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk'ı bitirirken "Sinemde ne aşk var ne tâbiş/ Ebnâ-yı zamâna bir nümâyiş" (Göğsümde ne aşk var ne de bir yanış, benimki zamane insanlarına bir gösteriş) diyor ya yazarlığın ayrıntısı burada. Yazımı, Susanna Tamaro'nun, Eve Doğru (2000; çev. Eren Candey) adlı "söyleşiler" kitabındaki bir konuşmasından aldığım sözleriyle bitireyim. "Yazar olmak tuhaf bir koşuldur. Pek çok şey bilinir ama bütün şeylerin hiçbiri özel bir övgü ile taçlandırılmamıştır. -Bir diploma, bir yüksek diploma gibi- kişisel bilginin temelleri olarak sergilenebilecek akademik sonuçlar yoktur. Bizimki tuhaf bir gezintidir: Biraz şu yana gidilir, biraz öte yana; şuradan bir şeyler toplanır, oradan bir şey alınmaz ama bunun önemi yoktur; başkalarının görmediği bir izin peşinde yürüyen neşeli köpekler gibi ilerlenir gidilir."
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |