Sırça Köşk, 1907 doğumlu Sabahattin Ali'nin sağlığında yayımlanan son kitabıdır. 1947'de basılan öykü ve masal toplamı kitabı için üç aylığına cezaevine giren yazar, serbest kalınca yurt dışına çıkmak isterken Bulgaristan sınırında, 2 Nisan 1948'de insanlığa sığmaz biçimde öldürülmüştür. 1947'de dört bin adet basılmış kitabın neredeyse tamamı satılmışken ve üstüne üstlük yazarı da öldürülmüşken zamanın Bakanlar Kurulu, "devlete bir başkaldırış" olduğu gerekesiyle Ağustos 1948'de Sırça Köşk'ün toplatılmasına karar verir. Bundan böyle devletin gözünde sakıncalı yazar Sabahattin Ali'nin kitaplarını uzun süre hiçbir yayınevi bas(a)maz. Sırça Köşk'ü 1966'da Son Hikâyeler-Esirler adıyla yayımlayan Varlık Yayınları, ilginç 'sansür' açıklaması eklemiştir kitaba: "Zamanın hükümetini kastettiği şeklinde yorumlanan 'Sırça Köşk' hikâyesi yüzünden bu kitap, o zamanın kanunlarının verdiği hakla 'Heyeti Vekile' kararı ile toplatılmıştı. Bugün başka bir imza ile yayımlansa en küçük bir sakınca dahi görülmeyecek kadar masum bir nitelikte de olsa, 'yazarın adının uyandırdığı alerjileri' göz önünde tutarak, 'Sırça Köşk' hikâyesini bu cilde koyamadık. Edebiyat tarihimiz bakımından bir eksiklik sayılabilecek bu davranışımız için okurlarımızdan özür dileriz."
Sabahattin Ali'den söz eden herhangi bir biyografi yazısına bakanlar, onu anlatmada 'hüzün' sözcüğünün hafif kaldığı 'acı' yaşam gerçeğiyle karşılaşırlar. Aydın Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak çalışırken "komünizm propagandası" yaptığı ihbarıyla tutuklanmış, soruşturma sonucunda üç ay Aydın Hapishanesi'nde kalmış, daha sonra suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılmış ve bu kez 1931'de Konya Ortaokulu'nda Almanca öğretmeni olarak göreve başlamıştır. Tarihçi Cemal Kutay, gazetesinde yayımlanan Kuyucaklı Yusuf tefrikası için telif ücreti ödemeyince yazmayı bırakan Sabahattin Ali'yi, bu husumeti nedeniyle kendisinin de bulunduğu bir mecliste okuduğu şiir için 1932'de ihbar edince olanlar olur, belleklerimize Sinop Cezaevi yerleşir. Kuyucaklı Yusuf romanı 1937'de yayımlandığında bu kez de "halkı aile hayatı ve askerlik mesleğinden soğuttuğu" gerekçesiyle roman mahkemelik olur. Aralarında Reşat Nuri'nin de olduğu üç kişilik bilirkişi heyeti, suçlamaları asılsız bulur ve romanı savunur. 1940'ta yayımlanan İçimizdeki Şeytan, yeniden soruşturmaları başlatır ve davanın ilgilisi kalabalık, salonlara sığmaz. 1946'da yayımlanan "Marko Paşa" dergisi, bizde bir dönemin sansür tarihini tek başına anlatır dense yeridir.
Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan romanlarıyla onca öykünün yazarı, şair ve ressam Sabahattin Ali, kamyonculuk işine başlamış ancak başarılı olamamıştır. Sonunda, "hayatı devam ettirmeği manasız" bulan yazarı yurt dışına çıkarmak için anlaşmışken onu 2 Nisan 1948'de öldüren Ali Ertekin, ancak 12 Ocak 1949'da Sabahattin Ali'nin katili olarak açıklanmıştır. Öldürme görevlisi kişi, cinayeti "milli duygularla" işlediğini itiraf etmiş, dört yıla mahkûm edilmiş ise de 1949 affıyla serbest kalmıştır. Bugünün okuru, masal dinlemediğini bu ülkede yaşadıklarıyla anlamış olmalıdır.
Anlattıklarım, özetin özeti bilgilerdir ve âlemin malumudur. Sırça Köşk kitabından önceki bu kısa değinilerimle anlatmak istediğim şudur: Özellikle meydanlarda insan sevdalısı yazarın "Başın öne eğilmesin" dizesini bir tür silkinişle 'gözdağı' verircesine okuyanlar bilmeliler ki bütün bu olup bitenler, Cumhuriyet rejiminin partisi "Cumhuriyet Halk Partisi" iktidarında olmuştur. "Demokrat Parti" iktidarı, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle başlamıştır.
Sait Faik'in 1944'te yayımlanan Medar-ı Maişet Motoru romanının devlet eliyle toplatılıp sansürlenerek yıllar sonra, 1952'de Birtakım İnsanlar adıyla yayımlanması gibi 1948'de toplatılan Sırça Köşk'ün de ancak 1966'da Son Hikâyeler-Esirler adıyla ve eksik alarak yayımlanmasın ardındaki gerekçeler pek çoktur ancak gazeteci Sadun Tanju'nun, 1940'lı yılların başını anlattığı, "Devir tek parti devri. Atatürk öleli üç yıl bile olmamış. İsmet Paşa, içeride muhalefeti bastıracağım, dışarıda savaş yangınından korunacağım diye soğuk terler döküyor." (Eski Dostlar, 2000) cümlesi, zamanı özetlemiştir. Edebiyatın özgürlüğü, toplumsal yaşamın baskın politikalarına 'sansür' dayatmasıyla kurban edilmiştir, o kadar.
Bakanlar Kurulu kararıyla "devlete bir başkaldırış" içerdiği için toplatılan Sırça Köşk, kayıtlarda 'öykü' olarak geçse de on üç öykü ile dört masaldan oluşan bir kitaptır. Kitabın "Portakal" adlı ilk öyküsün sonunda 1944 yazılmıştır. "Beyaz Bir Gemi", "Katil Osman", "Böbrek", "Cıgara", "Millet Yutmuyor" öykülerinde bu zaman 1945, "Çilli", "Dekolman", "Hakkımızı Yedirmeyiz", "Cankurtaran" ve "Çirkince" öykülerinde 1947 iken "Kurtla Kuzu" ise tarihsizdir. Kitabın "masallar" bölümündeki "Bir Aşk Masalı", "Devlerin Ölümü" ve "Koyun Masalı" 1946, tartışmaların odağındaki "Sırça Köşk" ise 1945 yılındadır. Anlaşılan o ki yayımlanışından sonraki yıl toplatılan kitabın içindekiler, kitap baskısından önceki yıllarda yayımlanmış metinlerdir. Periyodik yayınlardayken dikkat çekmeyen, dolayısıyla da sakıncalı görülmeyen öykü ve masal metinleri, belki de kitap bütünlüğü kazanınca daha dikkatli bir gözün okumasıyla 'dikkate alınmış' olmalı, kim bilir. Varlık Yayınları'nın 1966'daki baskıya eklediği ibretlik açıklama, tepkiye neden olanın yalnızca kitaba adını veren "Sırça Köşk" adlı masal metni olduğunu gösteriyor.
Cumhuriyet Döneminde Sansür (1923-1973) (M. Yılmaz-Y. Doğaner, 2007) adlı kitabın, "İnönü Dönemi" başlıklı sansür tablosuna bakılırsa çocukların sokak kavgasını anlatan "Cıgara" öyküsü hariç, Sırça Köşk kitabının hemen bütün metinlerinin siyaseten suç unsuru barındırdığını söylemek mümkündür. Adı geçen kitaba göre "İnönü döneminde yasaklama ile ilgili Kararların konulara göre dağılımı" şöyledir: "Komünist propaganda yapan yayınlar: 36 adet; Ermeni-Kürtçülük ve diğer bölücü yayınlar: 19 adet; Dış politika aleyhine yapılan yayınlar: 7 adet; Ülke aleyhine ve kamuoyunu bozucu yayınlar: 36 adet; Türkçülük yapan yayınlar:1 adet; Devlet büyükleri aleyhine yapılan yayınlar:1 adet ve Misyonerlik ve taassup propagandaları yapan yayınlar: 8 adet."
Bu ülkenin ekonomik düzenindeki 'haksız kazanç' çarkının işleyişini, ziyan olmuş gibi gösterilip sigorta şirketinden parası alınan ancak "denize atılmış gibi göründüğü halde geminin deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat bekleyen iki bin yedi yüz elli sandık portakal" ile anlatan "Portakal" öyküsü, "ülke aleyhine ve kamuoyunu bozucu yayınlar" grubunda yer alabilir pekâlâ ancak öyküde anlatılanı onaylamayan pek çıkmaz. Anlatılan doğru, yazmak sakıncalı! Memleketin sağlık teşkilatını küçük düşürdüğü gerekçesiyle yargılanmayı hak eden "Böbrek" ile "Cankurtaran", bugünün tıp fakültelerinde "anatomi" derslerinden önce 'etik' için okutulmalıdır, benzer tıp sahtekârlıkları yapılmasın diye. Her iki öykü, milletin efendisi sayılan köylüyü bu çıplak gerçeklikle anlattıkları için suçlansalar da ne gam. "Niçin hep acı şeyler yazayım?" soru cümlesiyle açılan "Bahtiyar Köpek" öyküsünün şu son cümleleri, bir sınıf mücadelesini körüklemiş olabilir: "Hele cümle âlem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!" Bu cümlede, suç unsuru olarak aslında olmayan (!) sefaletin edebiyatı da sezilebilir derinden derine. Adını bir hastalıktan alan "Dekolman" öyküsü, "ülke aleyhine ve kamuoyunu bozucu yayınlar" ile suçlanmakla kalmaz, Türk doktorları küçük düşürmek ile de yargılanabilir. Öyle ya nasıl olur da bir Yahudi doktor, bizimkilerden daha bilgili olabilir ki! Düşünce suçlusu olarak cezaevine giren Rıfat'ın orada maruz kaldıkları insanlık dışı eylemleri anlatan "Kurtla Kuzu" öyküsü, -Sabahattin Ali'nin yaşadıklarıyla birleşince- kurmaca metin olmanın ötesinde bir anlam kazanmıştır bu ülkede. İlhan Tarus'un "Demokrasi" (Apartman) öyküsü de eklenirse cezaevleri belgeselinin senaryosu şekillendi demektir. "Beyaz Bir Gemi" ve "Çirkine", 'yabancıları övme ve kendimizi küçük düşürme' suçuyla toplatılabilir türden öykülerdir. İlki sanat duyarsızlığımızı ikincisi de çevre düşmanlığımızı anlatıyor. Amerikalıların ve Türklerin gemilerine tablo satmak için giden ressamların durumu, yalnızca yabancıların sanata bakışını değil, sanatçının bizdeki sefil durumunu yansıtırken de ileri gitmiş olabilir. "Çirkince" öyküsü, Çevre Bakanlığı personeline 'ders notu' olsun isterim. Uzaktan bakınca bu öyküleri yazanlar mı yoksa yazdıranlar mı yanlış yapıyor, bir türlü anlaşılamıyor her nedense.
Sabahattin Ali'nin masallarının da oldukça ilginç mesajları var. "Zayıflıklarını hissettikçe, eski saltanatlarının yıkılmaya, ömürlerinin sona ermeye yüz tutuğunu anladıkça vahşilikleri arttı." ise "Devlerin Ölümü" masalı, nereye çekerseniz oraya gelecek türden sakıncalı bir masal yani. "Koyun Masalı", halkı örgütleyerek kışkırtmak ve devletsiz 'altın çağ' özlemi yaratmak istemiş olabilir. Bakınız şu son cümlelere: "Bu dünyada çobansız da, köpeksiz de yaşanabilirmiş. Ama bunu anlamak için her defasında bu kadar kanlı kurbanlar verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur." George Orwell'ın Hayvan Çitliği (1945), modern fabl bahsinde halt etmiş Sabahattin Ali'nin "Koyun Masalı" (1946) yanında.
Adını verdiği kitabın toplatılmasına neden olan "Sırça Köşk" masalı, kırk bir yıllık kısa yaşamın deneyimlerini özetlemiştir. "Koyun Masalı"nın devamı olarak okunması gereken "Sırça Köşk", sakıncalı/tehlikeli olanın alegoriyle örtülerek anlatıldığı bir sistem/devlet eleştirisidir. Sabahattin Ali'nin, oldukça ustalıklı kurguladığı bu masal, özetlenecek gibi de değildir çünkü her bir cümlenin; devletin yapısına, politik yaşama, bürokrasiye ve halka yönelik ince göndermeleri vardır.
Adı bilinmeyen, halkının kardeşçe geçindiği, herkesin işinde gücünde çalıştığı, zorbalığın ve sömürünün olmadığı, "kavgasız, dövüşsüz, efendisiz, uşaksız" bir ülkenin başkentine, kendi başlarına "bolluk içinde" yaşayabilmek için halkın duygularını istismar ederek 'sırça köşk' kurduran üç tembel (ipsiz sapsız) arkadaş, sonunda halkın başına bela olur. Halkın el birliğiyle kurduğu 'sırça köşk' üç arkadaşın 'ekmek elden su gölden' geçindiği yerdir. Köşk binası yükseldikçe yükselir, köşkün görevlileri çoğalır, harcamalar artar, halk her geçen gün biraz daha yoksullaşır ancak halk, kutsal bildiği köşkü ve onun kendisine yük olan anlamsız işleyişini sorgulayamaz. Katkı sağlamayanlar tehdit edilir, varlıklarını 'sırça köşk' için harcamayanlar cezalandırılır, direnenler de üç zorbanın, "biz idare etmesek ne köşk kalır ne siz kalırsınız" baskısıyla karşılaşır. Gidiş, hiç de iyi bir gidiş değildir halk için.
Halkı, çobanlardan ve köpeklerden kurtaran Sabahattin Ali, masalın sonunda bir umut kapısı açar kurtuluş için. Halka, güya iyilik olsun denilerek "pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz" diye beyni, "yemesini beceremezsiniz" denilerek dili ve "nasıl kullanacağınızı bilemezsiniz" gerekçesiyle de gözleri alınmış koyun kelleleri dağıtılır. Aralarından birinin işe yaramaz kelleyi fırlatmasıyla 'sırça köşk' dökülmeye başlar, diğerleri de kelleleri fırlattığında halkın, "yıkılmaz, kırılmaz" olduğuna inandırıldığı köşk yerle bir edilir. Gökten düşen elma yok, yukarıya sert uyarı var bu masalın sonunda: "Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla bu etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."
Sonunda, yıl olarak 1945 yazılan masaldaki 'sırça köşk' ifadesini 'devlet' ya da 'sistem' ile değiştirin ve köşkün sahibi üç şarlatanı da halkı kandırarak iktidarı ele geçirenler sayın. Güya köşk, sırça yani camdır ki şeffaf olsun oysa olup biteni göremez halk. Ortaklaşa yaptıkları köşkün baskıya dönüşen garip işleyişini sorgulayamayan halkın durumunu, demokrasi adına iradesi yok sayılan halk bilin. Halka, işe yaramaz koyun kellelerini reva gören köşk sahiplerini de bugünün çağdaş sülükleri olarak Köroğlu'nun mahkûm babasına gönderilen yemeğin iyi kısımlarını seçip yiyen "Garlangoç uşakları" olarak değiştirin. Halkın yararına bir işlevi olmayan sırça köşk, birilerine iş bulmak için eklenen odalarla heyulaya dönüşür ki modern zamanlarda hükümet konaklarının büyüklüğü olarak yorumlayın bunu da. "Halk başına kendi sardığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm bin bir hile ile sustururlarmış." Bunların sonunda bir de 'isyan' varsa Bakanlar Kurulu fermanı yayınlar.
Edebiyatın yazarıyla okuru arasına dikilen 'sansür duvarı' yükseldikçe tehlikenin büyüdüğü ortadadır, ışık büyükse çamur yetmez birilerine. Sabahattin Ali deneyiminin bize gösterdiği gerçek şudur: Bile isteye yükseltilen 'sansür duvarı' yıkıldığında duvarın altında edebiyatın yazarı da kalmaz okuru da. Sait Faik güzel söylemiş: Yaşasın Edebiyat!
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |