Kelimelerin anlam genişlemesine örnek aranacak olsa birer yön adı olmaktan çıkmış 'doğu' ve 'batı' akla gelecek ilk örneklerdir. Öyle ki 'yön' adı olmaktan çıkan bu iki sözcük, kültür/uygarlık kavramlarının karşılığı olarak kullanıldıklarında 'Doğu' ve 'Batı' biçimleriyle yazılmak ayrıcalığına da sahipler. Dünya tarihinin başat belirleyicileri olup büyük harfle yazılan bu iki sözcüğün karşıladığı dünyaların anlam genişliğiyle coğrafya sınırlarının ne/neresi olduğu 'muğlak' olduğundan tarihin dolambacında kaybolmayıp sadede gelmem/iz gerekiyor. Doğu'nun Batılılaşması kadar Batı'nın Doğu merakı da öylesine belirsizdir çünkü.
Her nerede konumlanıyor olursa olsun büyük harfli Batı'nın uzağında kalmış olanların, kendilerinden önde gördükleri Batı'ya ulaşma çabasının adı olan bugünkü Batılılaşma, kenar toplumlarının Batı merkezine yönelişinde farklılıkları olan bir akıştır. Zamanı gibi adlandırması da değişiktir bu merkeze yönelişin. Başkaları bir yana Osmanlı için bu yönelişin genel adı bir 'teceddüt' sayılmıştır. Zaman içerisinde; asrîleşme, çağdaşlaşma, modernleşme vb. adlar verilmiştir ilerideki Batı'nın seviyesine ulaşma çabalarına.
Osmanlının 'teceddüt' gerekçesiyle Batı'ya yöneliş tarihine dair yazılanların, 'külliyat' sözcüğüyle karşılanamayacak çokluğu, belleklerimizi alt üst ediyor, okur olarak her birimizi ürkütüyor. Hukuk, siyaset, demokrasi, eğitim, bilim, felsefe, teknoloji, askeriye, ekonomi, güzel sanatlar, spor… Hangisiyle ilgili bir ilişkiniz olacak ki onunla ilgilenirken karşınıza Batı çıkmamış olsun, bu mümkün değildir. İki ayrı dünyanın tarihsel ilişkilerinin çok yönlülüğü âlemin malumu ancak Doğulu toplum Osmanlının, 'devlet' olarak Batı'ya yönelişinin resmi adı, -önceki girişimlerin sistemli bütünü olarak- 3 Kasım 1839'daki 'Tanzimat Fermanı'dır.
Otuz sekiz yaşındaki "zekâsı az rastlanan türden" bir devlet adamı Mustafa Reşit Paşa'nın, "yüksek sesi ve güzel konuşmadaki yeteneği ile" okuduğu ve sonrasında on yedi yaşındaki padişah Abdülmecit'e imzalattığı Ferman'ı, ilanından yüz seksen üç yıl sonra gündeme getirişim, bu günlerde okuduğum bir haber nedeniyledir. 24 Ekim 2022 tarihli haberin beni ilgilendiren cümlesi şuydu: "Alman Göteborg Üniversitesi Demokrasinin Çeşitleri Enstitüsü'nün (V-Dem) hazırladığı rapora göre Türkiye 179 ülkenin değerlendirildiği Liberal Demokrasi Endeksi'nde 147. sırada yer alıyor." Liberal siyaset yanlısı Mustafa Reşit Paşa'nın okuduğu; bütün vatandaşlara eşit haklar ile can ve mal güvenliği vaat eden, ırz ve namusun korunmasını önemseyen, vergilere gelir oranlı ölçü belirleyen, vatan görevine gerekli sayıda askerin çağrılması ve askerlik süresinin sınırlandırılmasıyla bazı adlî düzenlemeleri de içeren Gülhane Hatt-ı Hümayunu, haberin 'Liberal Demokrasi Endeksi' için Bernard Lewis'in kitabının adıyla Hata Neredeydi? (2020; çev. M. Murtaza Özeren) sorusuna götürdü beni. Hatt-ı Hümâyun okunduktan sonra padişah Abdülmecit, "devletin tüm ileri gelen kişileri ile din bilginlerini" toplayarak onlardan "yeni hükümlere aykırı davranmayacaklarına" dair söz almışken bunca yılda aldığımız yol, masalların 'arpa boyu' birimiyle ölçülebilecek durumdaymış demek ki.
Yazımın başlığındaki soru cümlesi, Mümtaz Turhan'ın mütevazı bir kitabının adıdır. Kültür Değişmeleri (1972) kitabında, konuyu irdeleyen Turhan, "Garblılaşmanın Neresindeyiz?" (1958) kitabında "büyük bir titizlikle, mümkün mertebe objektif olarak" Batılılaşmada gelemediğimiz yeri sorgular: "Şüphesiz insan garp medeniyetini bir hayat ve istiklal bahasına olmak üzere red ve inkâr edebilir. Onu beğenmeyebilir. Onun dışında kalmaya çalışabilir. Fakat eğer bu medeniyete intisab etmek istiyorsa onun dayandığı ana kıymetleri ve müesseseleri almak, benimseyip kendisine mal etmek bu nizam ve kıymetler sistemi içinde yaratıcı olmak mecburiyetindedir. Bunu dışında herhangi bir garplılaşma taklitçilikten başka bir şey olmıyacağı gibi kültür bakımından da kısırlıktan veya tam bir inhilale [dağılma, erime] uğramaktan başka bir netice vermiyecektir." Zor sınav doğrusu.
Tanzimat, uzaktaki Osmanlının 'orada olan nedir ve bizde olmayan hangisidir' kaygısıyla Batı'ya yönelişinde hayli önemli olmasına karşın sonraki değerlendirmelerde 'geçer not' alamamış bir projedir. Tanzimat projesine yönelik eleştiriler de projenin güdük kalmasının gerekçeleri de göz ardı edilecek gibi değildir. Mümtaz Turhan, sözünü etmek istediğim "birçok sebep" vurgusunun ardından problemin, "bizim, insan unsurunun dışında bir garplılaşmanın mümkün olabileceği zehabına kapılmış olmamızda aranmalıdır" gerçeğini "asıl sebep" olarak ekliyor. Zihinsel dünyası; egemenlik kurucu, ilerlemeci ve pozitivist, üç büyük gelişme Hümanizm, Rönesans ve Aydınlanma aşamalarından geçmiş Batı ile ancak geride kaldığını fark ettiğinde görüşmeye razı olan ve dünyayı sezgiyle kavramış Osmanlının iletişiminin kolay olmayacağı açıktır. Osmanlı, savaş meydanların galibi unvanıyla uzun zamanlar boyunca sürekli 'küçük' gördüğü Batı ile mecburiyet gereğiyle de olsa masaya oturmakta güçlük çekmiştir. Osmanlı, devlet politikası olarak Tanzimat ile Batı'ya yöneldiğini duyurmuş olsa bile yönetimdekilerin pek çoğu tıpkı Tanzimat öncesi dönemlerde olduğu gibi bu yenileşme hareketine karşı çıkmışlardır. Dahası Tanzimat, arayışı olmayan bir halkın hiçbir biçimde söz sahibi olmadığı, buna karşılık devletin imzalayıp onaylaması için halkına duyurduğu yenilik girişimidir. Bu gerekçeler listesi uzadıkça uzar ya gerek yok buna.
Mehmet Ali Kılıçbay, kıskanılacak ve neredeyse onunla yetinilecek -en azından benim için böyle- "Tanzimat Neyi Tanzim Etti?" (Argos, Kasım 1989) başlıklı yazısında, bizdeki devlet algısıyla onun eleştirilemez kutsallığına ve 'nizâm-ı âlem' anlayışının "değişmez ve ideal" ön kabulüne dikkat çekerek Gülhane Hatt-ı Hümâyunu'nu, Osmanlının değişimi bağlamında değerlendiriyor. "Tanzimat, çoğu zaman sanılanın aksine, yapanlar tarafından, bir modernleşme programının bir parçası olmaktan çok, Osmanlı haşmetinin ihyasına, yani nizam-ı âlem'e dönmeye yönelik bir hareket olarak anlaşılmaktadır." Kılıçbay'ın yazısından anlaşılıyor ki "her eyalet valisine ve sancak mütesellimine" ayrı ayrı gönderilen fermanlarla Mustafa Reşit Paşa'nın kürsüde okuduğu belgenin, "önce sancak merkezlerinin meydanlarında, tüm ileri gelenler ve halk önünde, büyük törenlerle okunması, sonra kaza ve kasabaların hepsine teker teker gönderilerek 'büyük ve küçük umum ahali ve reayaya güzelce anlatılması' emredilmiştir." Bir halk ve onun kendi hakları konusunda aydınlatılma biçimi… Ne dersiniz, "güzelce anlatılma" sonuç vermiş midir Tanzimat için?
Tanzimat'ın yüzüncü yılı gerekçesiyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde açılan 'Yeni Türk Edebiyatı' kürsüsüne 'hoca' olarak getirilen Ahmet Hamdi Tanpınar, bu süreçte hazırladığı 19'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1976; ilk basım 1949) kitabının üç ayrı kısımda değerlendirdiği "Garplılaşma Hareketine Umumi Bir Bakış" bölümünde Tanzimat'a kadarki süreci anlatır. Tanpınar yalnızca bilgi vermez orada, zengin okumalarıyla ufkumuzu aydınlatır adeta. Batı'yla ilişkilerin "Haçlı seferleri devrinde" başlamış olmasına karşın "Ahmet III devrine kadar" somut bir gelişme kaydedilmediğinden yakınır. Batı'ya giden Evliya Çelebi ile Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin gözlemlerini karşılaştırır ve Mehmet Efendi'nin Sefaretname kitabının Garplılaşma tarihimizdeki "mühim" yerini vurgular. Tanpınar, dünyanın dengelerini değiştiren olaylardan Fransız İhtilali sonrasındaki iktidarında III. Selim'in yenilikleri ve bunların nasıl engellendiğinden sözle II. Mahmut döneminin türlü nedenlerle öncekiler gibi "satıhta kalan" yeniliklerini değerlendirir. Tanpınar'ın bu anlattıklarına, Tanzimat'ın yüzüncü yılı dolayısıyla yazılmış yazılardan oluşan Tanzimat 1 (MEB, 1999) kitabında A. H. Ongunsu'nun "Tanzimat ve Amillerine Umumî Bir Bakış" ve Enver Ziya Karal'ın "Tanzimat'tan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1789-1839)" başlıklı yazılarını da eklemeliyim. Her üç yazının ortak vurgusu şudur: Osmanlı, uzun süre Batı'daki gelişmelerle ilgilenmemiş, olanları büyüklük kompleksiyle ciddiye almamıştır. İmparatorluk zayıfladıkça gerçeklerle yüzleşen Osmanlının bazı padişahları, öncelikle askeri alanda olmak üzere Batı'ya yönelmek istediklerinde içeriden oldukça sert tepkilerle karşılaşmışlar, bu yenilikler isyanlarla durdurulmuş ve sonunda yenilik yanlısı bazı padişahlar ve önemli devlet adamları statüko yanlısı çıkarcılarca öldürülmüştür.
Osmanlının son vakanüvisi Abdurrahman Şeref (1853-1925), Tarih Söyleşileri (1980; s. nşr, Mübeccel Nami Duru) kitabındaki Tanzimat konulu üç yazısında ilginç ayrıntılara değiniyor. II. Mahmut'un "saltanatının son yılında ilanı tasarlanmakta iken Akif Paşa'nın engellemesi yüzünden" ilanı Abdülmecit dönemine kalan Ferman, öyle sanıldığı gibi ortak bir onay ile duyurulmamıştır halka. Projenin mimarı Mustafa Reşit Paşa'nın, "toplanan binlerce insanın kürsüye yaklaşmak için arada sırada yaptıkları davranış sonu oluşan dalgalanma yüzünden geniş alan çırpıntılı bir deniz biçimini" aldığı Gülhane Parkı'nda okuduğu Ferman, düzgün biçimde değil de alelacele yazılan "karalama" kâğıdındadır. En yakını on sekizinci yüzyılın başından bu yana yaşanan değişim çabalarının olgunlaşmış biçimi ve İmparatorluğun tarihinde bir dönüm noktası oluşturacak önemdeki Hatt-ı Hümâyun, koşullar gereği bir punduna getirilerek okunmuşsa bugünlerimize şaşırmamak gerekir. Her işimiz, sonundaki faturası hayli yüksek bedelle ödenen, 'acele' ve 'adet yerini bulsun' türündendir. Bunun her dönem böyle olmasının gerekçeleri vardır elbette.
Son vakanüvisin, kitabından aktarıyorum: "Reşit Paşa, Abdülmecit'in tahta çıkmasından hemen sonra İstanbul'a geldiği zaman sadrazam Koca Hüsrev paşadan gizli olarak bir iki kez padişahın yanına gitmiş, bu gerçekleri ve incelikleri, gelecekteki tehlikeleri tüm ayrıntıları ile açıklamış, daha on yedi yaşında bulunan zeki padişah durumu tümüyle anlamış, bu anlatış ve anlayışın ürünü olarak 'Tanzimat'ı Hayriye'nin ilanına karar verilmişti." Burada, dikkat edilmesi gereken Paşa'nın tedirginliği ve padişahın ferasetidir. Vakanüvis, Paşa için "padişahı kandırınca işin tavını kaçırmamak, tanzimatın bir engelle karşılaşmasını önlemek için fermanı sonradan temize çekmek üzere karalama olarak yazmış, hemen ilanını sağlamış" diyor ki bu aceleyi iyi anlamak gerekir. Abdurrahman Şeref, "Tanrı izin verirse bu yöntemin sonsuza dek kalmasına tanık olmak üzere İstanbul'umuzda oturan tüm dost devletler elçilerine bildirilmesi" maddesine dikkat çekiyor. Madenin, Mustafa Reşit Paşa'nın usta siyasetçiliğini gösterdiğini belirterek maddeyle "Hatt-ı Hümâyun'un hükmünü sürdürmesine içerde zorluk çıkarılması veya engellenmeye kalkışılması olasılıklarının üstün gelmesini önlemek için yabancı devletlerin tanıklığına yani bir çeşit kefilliğine başvurulmuştu." diyor. Devletin valisinin, "odasında arada bir kılıcını çekerek ah Tanzimat, ah Tanzimat diye mindere vurarak hırs ve kızgınlığını giderdiği" doğruysa "Tanzimat-ı Hayriye'yi İzzet ve Hüsrev paşaların ellerine bırakmak kediye peynir tulumunu emanet etmeye benzer." diye düşünen Mustafa Reşit Paşa pek de haksız sayılmaz kaygılanmakta. Kemal Karpat da başucu kaynağımız Türk Demokrasi Tarihi (1967) kitabında, reformların "layik vasfını" eleştiren Yeni Osmanlılar ile "yeniçerileri kaldırdıktan sonra din-dışı usullerle kendi mutlak istibdadını yürüten bir padişaha itaat için haklı bir sebep görmüyor" olan Namık Kemal adlarından sözle Mustafa Reşit Paşa'nın öngörüsünü onaylıyor.
Batı karşıtlığıyla; Tanzimat, modernleşme, çağdaşlaşma, demokrasi vb. gereksizliğini kabulle Osmanlı'daki isyanları, padişah ve başka devlet adamlarının öldürülmelerini görmezden gelenlerin geçmişin 'sütliman' oluşu absürtlükleri olabilir, olsun. Ziya Paşa'nın, "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslâmı bütün vîrâneler gördüm" dizeleri, yaşanan ve bilmemiz gerekenleri gösterir. Buna karşılık bir de demokrasi denilen güzel sesli kuşun, bir gün yolunu şaşırarak gelip penceresinin önündeki çiçeğin dalına konmasını bekleyenler olabilir ancak bu bekleyiş, 'keşke' ile anlatılmayacak bir safdilliktir.
Bu yazıyı, Cumhuriyet'in doksan dokuzuncu yılının bayram gününde yazdım. Bugünlerde bazı ekranlardaki 'cumhuriyet' tartışmalarını dinliyor, basılı ve sanal ortamların bazı yazılarını okuyorum. Demokratik yaşamın vazgeçilmezi siyasal parti temsilcilerinin ekranlardaki heyheylenişlerini seyrediniz. Adında demokrasi ya da muadili sözcükler olan sivil tolum kuruluşlarıyla ülke sathına yayılmış üniversitelerin hukuk fakültelerinde demokrasi dersleri okumuş kanun adamlarına bakınız bir de. Mümtaz Turhan hocanın hakkını verelim: "İptidai bir kavmi medenileştirmek gayesiyle sadece okuma yazma öğretirseniz okuma yazma bilen iptidaî bir kavim elde etmiş olursunuz."
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |