Klasik şiirimizin son temsilcisi mutasavvıf şair Şeyh Galib'in, "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen" dizeleriyle şair filozof Ralph Waldo Emerson'un "İnsanın yalnızca yarısı kendisidir, öteki yarısı da kendisini nasıl ifade ettiğidir." cümlesi, her nasılsa ardışık yazılar izlenimi uyandırır bende. Hüsn ü Aşk mesnevisi ile ünlenen 1758 doğumlu şairin sözleri, Divan'ında yer alan "Terci-i Bend" içindeki 'vasıta' (tekrar) beytidir. Osmanlının, yüzyılın sonunda (1799) ölen şairinden beş yıl sonra doğan Amerikalı filozof Emerson'un cümlesi, İnsanın Görkemi (2013) kitabının "ikinci dizi" (1844) denemelerindeki "Şair" başlıklı yazıdadır. Filozofun sözü, şairin idealize edilmiş tanımına göre gerçeğe daha yakındır kuşkusuz çünkü cihan, şairin insanını henüz göremedi. İki alıntı da 'insan' odaklı ancak ben, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bir yazısının da yardımıyla konuyu 'olmak' ve 'anlatmak' bağlamında, toplumsal alanda görmek istiyorum. Yola çıkışım, iki alıntıya Mevlânâ'dan eklediğim, "Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır." sözüdür. Başkaları söz konusu olduğunda; 'âlemin özüyle varlıkların gözbebeği olmak' ölçüsünde 'başkalarının anlayacağı biçimde anlatmak' da konuşulmalı derim.
Şeyh Galib'in, insanın seçkin/saygın olduğu değirmenine su taşıyan sözlerin önemlilerinden olan iki dizelik tekrar sözü, "Ey gönül" diye başlayan ilk beş dizenin sonrasındadır. İlgilileri bilir ki "Terci-i Bend" şiirinin tamamı 'Meryem'in oğlu İsa' benzetmesiyle başlayıp Şems'in Mevlânâ yakınlığıyla sonlanan tasavvufî öğütler içerir. Varsayalım ki ayna (gönül), 'bütün suretler ona vursun' diye tastamam arıtıldı, sonrasında insanın kendinden dışarıya baktığında gördükleri, başkalarındaki yansıması, yeni bir 'arınma' süreci gerektirebilir. Emerson, kişiye "kendisini nasıl ifade ettiği" sorumluluğunu yüklerken başkalarının da olduğu toplumsal yaşamı, söz yerindeyse Mevlânâ'nın, "söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır" uyarısındaki güçlüğü vurgulamış olmalıdır. Burada kişinin, yaşadığı çevreden/toplumdan büsbütün kopuk olamayacağı kabulüyle benim için güç olsa da Tanpınar'ın, "İnsan ve Cemiyet" başlıklı yazısının gölgesinde yol almayı seçiyorum.
1901 doğumlu Tanpınar, 16 Mart 1944'te yayımlanan "İnsan ve Cemiyet" (Yaşadığım Gibi) yazısında kadim zamanlardan bu yana yapılmış insan tanımlarından yola çıkarak insanın toplumla ilişkisini anlatırken edebiyatçı değil de sanki felsefeci ve sosyolog Tanpınar'dır. İnsanın ölümlülüğüne karşılık cemiyetin 'sürekli' oluşuna vurgu yapan Tanpınar, "fert, ferdî hayatından ayrıldıkça cemiyet onu devam ettirir" görüşündedir. Onun yaşayışını az çok bilenlerin, "Fert halinde, yâni cemiyet şuurundan ayrıldıkça insanoğlu sadece bir zaaflar bütünüdür. Cemiyet hayatına girdikçe, onu benimsedikçe bu zaaflardan kurtulur." yargılarını ayrı bir dikkatle değerlendireceklerini düşünüyorum ancak benim söylemek istediğim bu değildir. Andığım yazıdan iki ayrı cümleyi alarak 'fert' olan insandan topluma, kültür ekseninde 'olmak' ve 'anlatmak' sorununa değinmek istiyorum. "Tarih, sanat eserleri, gelenekler, hepsi cemiyetin süreklilik şuurudur." cümlesini, 'olmak' bağlamında; "Fırtınaya karşı yaprak değil, kökünü toprağın derinliklerine salmış olan çınar dayanır." cümlesini de olunanın bilinciyle başkasına ya da sonrakine 'anlatmak' olarak görüyorum.
Tanpınar'ın, andığım kitabındaki "Kültür ve Sanat Yollarında Gösterdiğimiz Devamsızlık" yazısı -başka metinleri de elbette- okununca onun 'fırtına' karşısındaki 'yaprak' ile 'çınar' karşılaştırması somutlaşıyor. Bu "güzel dünyaya" veda edişinin altmışıncı yılındaki Tanpınar (öl. 24 Ocak 1962), kalemini bugünlerde eline alsaydı kültür ve sanat yollarındaki devamsızlığımıza, aymazlığımıza ve şarlatanlığımıza dair kim bilir ne çok şey yazardı. Yazınca ve söyleyince değişen bir şey yok ya yine de yazmak, bir tür kötülük savıcı çare gibi geliyor bana. Bizde, belki başkaları da öyledir bilemiyorum, sanatçıların varlığıyla 'kültürel değer' olarak övünülür buna karşılık onların yazdıkları 'hikâye/edebiyat' denilerek geçiştirilir; bu da edebiyat metinlerinin, toplumun düşünce dünyasını yansıttığı bilgisi göz ardı edilerek yapılır. Tanpınar'ın sitemine Ahmet Cemal'in belirlemesini ekliyorum: "Sanat ve edebiyat ürünlerinin yalnızca var olmaları, toplumların düşünce yaşamına katkıları bağlamında ancak yolun yarısıdır. Yolun kalan yarısı ise bu ürünlerin yeterince ve olması gerektiği gibi değerlendirilip özümsenmesiyle tamamlanabilir." (Sanat Üzerine Denemeler, 2000)
Cumhuriyet rejiminin romancısı Reşat Nuri Güntekin (1889-1956), "Tanınmayan Adam" öyküsünde yüz yıl sonrasının, yani bugünlerin aymazlığını anlatır sanki. Öykü, seçkin misafirlerin bulunduğu evde on yaşındaki Can ile ablası arasındaki olayları konu edinir. Dergideki on dört 'tanınmış adam' fotoğrafının kimler olduğuna dair bilmeceyi çözüp beş liralık ödülü alabilmek için uğraşan abla kardeş, sadece sekiz ismi bilebilince güç durumda kalırlar. Ödülü kaçırmamak için ağabeylerinin, "iyi tahsil görmüş, koca koca gençler" olan misafirlerinden yardım isterler ve sonunda onların da yardımıyla bir fotoğraf hariç, diğerlerinin kim oldukları belirlenir. Çocukların bildiklerine; eski şampiyon Karpantiye, rejisör Sesil B.L.Mil, amiral Balbo, hırsız Hauptman gibi başka isimler de eklenir ancak dergideki "kara sakallı, uzun kabarık saçlı" adamın kim olduğu, oradakilere "çehresi kimseye bir şey söylemiyor" olduğundan bir türlü bulunamaz. Çocuklar gibi odadaki "okuyup yazmış" misafirler de umudu kesmişken bir köşede "kendi kendine uyuklayan bunak amca" uyanır ve olup biteni öğrenir. Adsız fotoğrafa bakan "bunak amca", tereddütsüz "Tanıdım." der, "Ben Gelibolu'da mektep çocuğu iken ölmüş Namık Kemal diye bir adamcağızdı."
Reşat Nuri, bir yandan karşılarına 'bunak amca' çıkardığı 'okuyup yazmış' gençlerin cehaletiyle eğlenirken diğer yandan Tanpınar'ın yakındığı; kültür ve sanat alanlarındaki devamsızlığın yeni rejimdeki somut örneklerini verir. Avrupa'da okumuşları da olan 'iyi tahsil görmüş' misafirlerin bir türlü tanıyamadığı ancak törenlerde anımsanan 'vatan ve özgürlük şairi' Namık Kemal, ne çok unutulmuşu temsil ediyor. Bilmem hangi futbolcunun evindeki kaç tanesi kaç lira olan Avrupaî tuvalet kâğıdı konuşulur da, bu ülkenin torağından çıkıp tanınan; roman, şiir, tiyatro, film, müzik, resim, heykel ne yazık ki konuşulmaz, konuşulmayınca yaratıcıları unutulur. Öykünün okuyup yazmışları derken, boya firmalarının nalburlara gönderdiği pratik kullanımlı renk kataloglarına benzer, halkaya takılı kartonlardan 'yazar-eser' adları öğrenen sınav zede gençleri düşündüm bir an. Bal dolu kavanozun kapağı sıkıca kapatılmış, dışarıdan yalayıp duruyoruz camı, kuramsal bal bilgimizi çoğaltmak için.
Adını, erken dönem Cumhuriyet edebiyatında duyurmuş Kenan Hulusi Koray (1906-1943), "Biz insanlar, şu etrafımızdaki cansız şeyler için ne biliyoruz?" sorusuyla açılan "Miras Keçe" öyküsünde, kendi değerlerinin değerinden habersiz ailenin dramını anlatır. Ev halkı, büyük aileden miras verilen keçeyi işe yaramaz diye önce geri göndermeyi düşünür. Evde bir türlü yer bulunmayan keçe, öteye beriye atıldıktan sonra kış mevsiminde kümesin üstüne örtülür, ardından sıra paspas olarak kullanılmaya gelmiştir. Günün birinde eve gelen eskici, evdekileri sevindirerek dört lira gibi yok pahasına aldığı keçeyi hayli yüksek bir fiyatla iki yüz lira karşılığında müzeye satar. Bir zaman sonra, gezmek ve biraz da genel kültürünü zenginleştirmek amacıyla müzeye giden aile, kordonla çevrili camlı bir kaide üzerinde kendi keçelerini görür, yanında da bilgilendirici bir yazı: "Dokuzuncu asır mamûlatından (Hicrî 1090) Anadolu Selçukîleri zamanına ait." Halıya el sürmenin yasak olduğunu söyleyen görevli, "bin senelik" halıyla ilgili açıklama yapar: "Yazık ki maldan anlamayan kişiler eline düşmüş. İnsanlar değil, eşekler kullanmış."
Toplum olarak, "şu etrafımızdaki cansız şeyler" olan kültür değerleri için medyadaki kaçakçılık, define arama ve inşaat kazısı haberlerine bakmamız yeter de artar. Görebilme olanağı olanlar, tarihî mekânları vaktiyle nasıl da kırıp döktüğümüze şimdilerde ise birer turizm merkezine dönüştürdüğümüze tanık olmuşlardır. Öyküdeki ailenin durumundayız toplumca, aileyle keçeleri arasına "adeta denizler, okyanuslar, servetler ve asırlar koyuyor" oluşuna hayıflanılan "kalın bir kordon" bugünlerde 'kalın bir zihniyet' değil de nedir.
Modern öykümüzün öncülerinden Haldun Taner (1915-1986), "Sonsuza Kalmak" öyküsünde 'etrafımızdaki cansız şeyler' olan kültürel değerleri ekonomik kazançlar için bilinçlice gözden çıkarmayı konu edinir. Ege taraflarında oldukça geniş bir araziyi "tarla fiyatına kapatıp" parselleyerek yakınlarına arsa değeriyle satan Razi Bey, kayını emekli öğretmen Sunuhi Beyi de kooperatife ortak eder. İnşaatın çalışmalarına başlandığında toprak altından antika taşlar çıkmaya başlar. Sunuhi Bey, topraktan çıkan taşların çok değerli olduğunu söyleyerek, durumun müze müdürlüğüne bildirilmesi gerektiğini söyler ancak eşi ve kooperatifin diğer üyeleri, arsanın ellerinden gideceği korkusuyla bu bilgilendirmeye karşı çıkarlar. Sunuhi Bey, "büyük bir sanatçının eseri" olabileceği düşüncesiyle bireysel sorumluluğunu yerine getirmek isterse de karşısındaki örgütlü topluluğu aşamaz, "çıkar" ile "ödev" arasında bocalayıp durur. Sonunda, toprak altından çıkarılmış "asarıatika" taşlar ile kooperatif evlerinin ortak fosseptik çukurunun duvarları örülür. Öyküde kooperatif inşaatının temel kazısından çıkan 'şaheser bir rölyef', Kenan Hulusi'deki değeri sahiplerince anlaşılamamış 'miras keçe' gibidir. Reşat Nuri'nin "okuyup yazmış' cahilleri ise "uyanık, girişken, müteşebbis" müteahhit Razi Bey ile çevresindeki nitelikli çıkarcılardır.
"Sonsuza Kalmak" öyküsü 1948'de yayımlanmış. Haldun Taner'in öyküsünün üzerinden yetmiş beş yıl geçmiş olmasına karşın değişen bir şey yok Türkiye cephesinde. Sunuhi Bey benzerleri, sanat duyarsızlığının vicdan azabıyla uykusuz kaladursun, paracıkları 'elden gider' kaygısıyla girişimleri mubah sayılan "uyanık, girişken, müteşebbis" Razi Beylerin sözleri dinleniyor, her geçen gün işleri büyüyor onların.
Adlarından söz ettiğim öykülere başka pek çoklarını eklesek ne fayda… Öykülerin kurmaca kişilerinin gerçek yaşamdaki benzerleri için durum, 'edebiyatçı hikâye yazmıştır, geçelim onları' demektir. Söz konusu 'kültür' ise ekle önüne 'millî' sözcüğünü, ver de arkasından 'hamaset' gazını, yeter de artar. Yalnızca üçünün adından söz ettiğim kurmaca metinleri geçtik diyelim. Peki, kültür için yer mi açtık dünyamıza onca işimizin arasında, ne gezer. Gazetelerin, televizyonların, yerel yönetimlerin ve siyasal partilerin kültür programlarına/birimlerine bakabilirsek maksat hâsıl olur, söze ne gerek.
Tanpınar'ın 'devamsızlık' yazısında konu edilen dönemden öncesinde de durum aynıdır bizde. Sekizinci yüzyılın ilk çeyreğinde (725-30) dikilen Orhon Kitabeleri, Türklerin yazılı ilk edebî metinleridir. Sürgündeki İsveçli subay Strahlenberg'in tesadüfen bulduğu kitabeleri, Danimarkalı Wilhelm Thomsen okuyarak 1893'te dünyaya tanıtmıştır. Kitabeler bizde ilk kez 1924'te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanmış, her birimizin okuyabileceği Türkçeyle ancak 1970'te yayımlanabilmiştir. Her fırsatta, zengin edebiyat verimlerimizden olduklarıyla övündüğümüz, on beşinci yüzyılda yazıya geçirildikleri sanılan Dede Korkut Hikâyeleri'nin bilinen iki nüshası Dresden ve Vatikan kütüphanelerinde iken 2018'de Kazakistan'da üçüncü bir nüsha bulunmuştur. Edebiyatımızda ilk 'siyasetnâme' (yönetim kitabı) bilinen Kutadgu Bilig (1069-1070), on beşinci sonlarına doğru önce Tokat'a oradan da İstanbul'a ulaştırılmıştır. Kitap, 1839'da, Türkolog ve tarihçi Hammer tarafından ele geçirilmiş ve Viyana İmparator Sarayı Kütüphanesi'ne verilmiştir. Macar Vambery, 1870'te kitabın bazı kısımlarını Almanca olarak yayımlamıştır. Rus Türkolog Radloff, 1910'da kitabın transkripsiyonunu ve Almanca tercümesini yayımlamıştır. Kutadgu Bilig kitabı Türkiye'de ilk kez 1942'de tıpkıbasım olarak yayımlanmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında Ali Emiri Efendi, sahaf dükkânında tesadüfen karşılaşmasaymış kadının satılmak için bıraktığı Türkçenin ilk sözlüğü Dîvânu Lûgati't Türk (1072-1074), kim bilir kimlerin eline düşecek belki de kaybolup gidecekti. Kristof Kolomb'un. Türkler hakkında 1513'te hazırlanmış bir haritası Topkapı Sarayı'nın dolabında 1929'a kadar Alman bilim insanını beklemiştir. Listeyi uzatmak, "biz neredeydik" sorusunun karşılığı olmaz elbette.
Değer bilmemiş toplumda âlemin özü ve varlıkların gözbebeği olan kişi ile okunmamış kitap bezerdir, onların varlıklarıyla yoklukları aynıdır, anlamsızdırlar yani. Cemiyet mensubu olunca 'fert' olmaktan çıkan Sunuhi Bey, her birimizin adına modern trajedide rol alır: "İnsan bu yaştan sonra ne için yaşar? Rahat etmek için yaşar. Vicdanı rahatsız olan rahat edebilir mi?"