İçinde bulunduğumuz dönemde, Afrika'yla ilgili olumlu haberlere neredeyse rastlayamıyoruz. Etiyopya'nın karşı karşıya bulunduğu Tigray sorununun kısa vadede çözülemeyeceği anlaşılıyor. Yıllardır iç karışıklıktan mağdur Güney Sudan, Somali ve Orta Afrika Cumhuriyetinin, siyasi istikrara kavuşabilmelerinin önündeki engeller kaldırılamıyor. Sahra-Sahel kuşağında cihatçı gurupların her sene daha da güçlendiklerini ve kıtanın güneyine doğru yayıldıklarını izliyoruz.Nijerya'da bir taraftan Boko Haram, diğer taraftan cihatçı olmayan silahlı çetelerin sivilleri hedef alan saldırıları hız kesmiyor. Son yıllarda endişelere ilave olan Mozambik'in Cabo Delgado bölgesinde alarm zilleri çalıyor. Bölgesel kuruluş SADC in, 23 haziran günü, Cabo Delgado'da ortak güç görevlendirmesini onaylaması, tehditin boyutunun bölge seviyesinde kavrandığı manasına gelmektedir.
Tigray sorununda geçtiğimiz hafta başında olumlu bir gelişme kaydedildi. Abiy Ahmed hükümeti Tigray için ateşkes ilan etti ve kasım ayından bu yana eyalette bulunan federal kuvvetler geri çekildi. Mekelle-Addis Ababa arasında diyalog yolunu açacak bu olumlu adımın ardından "Tigray Savunma Güçleri" saklandıkları dağlardan Mekelle sokaklarına muzaffer edalarla geri döndüler.Federal güçlerle ve Eritre askerleriyle silahlı mücadeleye devam edileceğini duyurdular. Bir başka deyişle, Federal Makamlar ile barış yapmak üzere masaya oturmak niyetinde hiç değiller. Komşu Eritre güçleriyle de, bunlar sınırın kuzeyine çekilinceye kadar, mücadeleye devam edecekleri anlaşılıyor.Abiy Ahmed yönetiminin, uluslararası toplumun baskılarıyla ilan ettiği ateşkesin sonuç getirmesi için bu defa Tigray yöneticileri üzerinde baskıya ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Bugünün şartlarında, Tigray'in öncelikli meselesi, Birleşmiş Milletler Yardım Kuruluşlarının, açlık ve kıtlık sorunuyla karşı karşıya bulunan Tigray halkı için, gıda yardımı konvoylarının, sorunsuz biçimde bölgeye intikalinin sağlanmasıdır.
2013 yılında iç savaşın başladığı Güney Sudan'da, bağımsızlığın ilan edildiği 2011 yılından günümüze, kalıcı mahiyette hiçbir olumlu gelişme hatırlamıyorum. 2015 yılında barış antlaşması imzalandı, ancak uygulanamadı. 2018 yılında mutabık kalınan yeni barış antlaşmasının hükümleri ise gecikmeli biçimde ve kısmen uygulanabildi.Güney Sudan'ın geleceği için ümitlerin tükenmeye yüz tuttuğu 2021 yılında, ülkenin daimi itişen ve çekişen iki liderine yönelik iç ve dış desteğin de tükendiği izleniyor. Güney Sudan halkı ve uluslararası toplum artık Salva Kiir ile Riek Machar'a güvenmiyor ve inanmıyor. Karşımızda ingilizce deyimiyle tam bir "failed state" mevcut (devlet olmayı becerememiş ülke). Bu "zoraki devletin" hanesine yazılan yanlışların yarısının Sudan'ı bölen Vaşington yönetimine ait olduğunu kaydetmeden geçmeyelim.
Siyasi istikrara ve güvenliğe kavuşamayan diğer ülke Somali kaldığı yerde patinaj yapmayı sürdürüyor. Devlet başkanı Farmajo'nun ilkbaharda yapılması öngörülen seçimleri 2 yıl ertelemesi üzerine, ülke neredeyse iç savaşın eşiğine kadar geldi. Tepkiler üzerine geri adım atan başkan seçimlerin temmuz ayında düzenlenmesini onayladı. Somali seçimleri, sizin benim bildiğimiz türden doğrudan seçim değil: Ülkenin belli başlı aşiretlerini temsilen yüzün üzerinde yaşlı ve akil önderin seçtiği adaylar arasından 275 milletvekili yasama görevini 4 yıl için üstlenecek.Öte yandan, ABD'nin hava saldırıları yanında, 25 bin askerden oluşan Afrika Birliği Barış Gücünün mücadelesine rağmen, Al-Kaida bağlantılı Al-Şabap'a karşı yıllardır başarılı sonuç alınamıyor. Seçimlerin ertesinde iktidara gelecek yeni yönetimin, başta güvenlik konuları olmak üzere, ülkenin köklü sorunlarına çözüm bulması hayli zor duruyor. Al-Şabap'ın Mogadişu'dan çıkarılmasının üzerinden 10 yıl geçmesine karşın ve uluslararası toplumun tüm desteğine rağmen, göreve gelen yönetimler ülke çapında güvenliği ve düzeni sağlamaya henüz muvaffak olamadılar.
On yıllardır siyasi istikrara kavuşamayan Orta Afrika Cumhuriyeti'nde (OAC), geçtiğimiz aralık ayı sonunda, olumsuz güvenlik koşulları içinde başkanlık seçimleri gerçekleştirildi. İkinci dönem için seçilen başkan Touadera'nın, devasa sorunları aşarak, ülkede, barış, düzen ve istikrarı hakim kılması son derece müşkül gözüküyor. BM Güvenlik Konseyinin mutabakatıyla, 2017 sonunda, ülkede görev yapan 12 bin askerden oluşan BM barış gücünün yerini alması öngörülen OAC milli ordusunu yetiştirmek üzere görevlendirilen Rusya, 5 milyon nüfuslu, zengin doğal kaynaklara sahip ülkeye, henüz düzen ve istikrar getirmeyi başaramadı.Son bir yıldır artan boyutlarda Fransız-Rus çekişmesine sahne olan OAC'de, isyancı gruplarla çatışmalara son verecek kapsamlı siyasi çözüme henüz ulaşılamadı. Öte yandan, Rus özel güvenlik şirketi Wagner'in ülkedeki keyfi uygulamaları batılı ülkeler tarafından yoğun eleştiri konusu yapılıyor. Kıtaya 4 yıl önce geri dönen Putin Rusya'sının katkı ve gayretleriyle, OAC'ne, barış, düzen ve refahın geleceğine inanamıyorum; inananlar da azınlıkta olsa gerektir.
Kıtanın Sahel olarak adlandırılan bölgesinde gelişmeler artık endişe verici boyutlara ulaştı. Terör kaynaklı ölümlerin, özellikle 2016 yılından itibaren katlanarak artması tehlikenin büyüklüğünü ortaya koyuyor. Bu arada, cihatçı grupların baskılarından yılan, yada, teröristler ile güvenlik kuvvetleri arasında sıkışan binlerce çiftçi aile, evlerini ve tarım alanlarını terk ederek daha güvenli bölgelere kaçıyor. Sahel ülkelerinde (Moritanya, Mali, Nijer, Çad ve Burkina Faso) terör kaynaklı ölümlerin sayısı, son 2 senedir (2019-2020) yıllık bazda, 4 binin üzerinde seyrediyor.
Sahel ülkelerinin radikal islam bağlantılı güvenlik sorunlarının kökleri, 1990 lı yıllara ve Cezayir'e kadar uzanıyor. Anılan dönemde Cezayir ordusunun baskısından kaçan cihatçı gruplar (GSPC, FİS …), zor coğrafi koşullarından ötürü doğal güvenlik sağlayan Sahel bölgesine yerleşerek faaliyetlerini sürdürdüler. 2006 yılından itibaren, AQMİ veya AQİM adıyla (Al Qaeda au Maghreb İslamic) genişlediler, güçlendiler, seslerini duyurdular. 2011 yılında Libya'da Kaddafi rejiminin çökmesi, bölgedeki koşulların cihatçı grupların lehine gelişmesinde çok önemli bir etken oluşturdu. Kaos içine düşen ülkenin dağılan ordusuna ait silahlar ile birlikte, çok sayıda yabancı savaşçı Sahel bölgesine intikal ettiler. Libya ile, Nijerya dahil tüm Sahel ülkeleri arasında, 2011 yılında başlayan, iki yönlü, silah, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı günümüzde halen devam etmektedir. Bu yasadışı trafik önlenemediği sürece, bir başka deyişle Libya'da kamu otoritesi ve düzeni sağlanıncaya kadar, Sahel bölgesine huzur ve düzenin geri dönmeyeceğini kafamıza sokalım.
Yukarıdaki olumsuz tablo en çok Mali'yi etkilemiş ve 2012 yılı başlarında ülkenin kuzeyinde ayrılıkçı ve cihatçı ayaklanmalar baş göstermiştir. Aynı sene gerçekleşen askeri darbe Mali ordusunun isyancılarla mücadele gücünü zayıflatmış, ortaya çıkan zaafiyetten yararlanan ayrılıkçı ve cihatçı grupların başkent Bamako'ya doğru ilerleyişleri, 2013 başında Fransa'nın askeri müdahalesiyle durdurulabilmiştir.
Mali'de halen, ülkenin güvenliğinin sağlanmasını teminen, 15 bin civarında BM barış gücü askeri, 5 bin civarında Fransız askerinden oluşan Barkhane adlı müdahale gücü, sayıları bine yaklaşan Takuba adlı Avrupa Birliği askeri gücü ve nihayet, 5 Sahel ülkesinin, uluslararası toplumun maddi ve manevi desteğiyle oluşturduğu, 5 bin kişilik ortak ordu (G5 Sahel), görev başındadır. Barkhane ve G5Sahel askerleri, tüm bölgeye yayılan cihatçı saldırılara karşı, komşu ülkelerin ordularıyla da işbirliği yapmakta ve destek sağlamaktadır. Nijer'de konuşlu kısıtlı ABD gücü, terörle mücadele bünyesinde, yukarıdaki kuvvetlerle, istihbarat ve lojistik açılardan destek ve işbirliğini sürdürmektedir.
2021 ortalarında, Sahel bölgesinin güvenlik durumuna objektif biçimde bakıldığında, yukarıda bahsedilen 25 bin kişilik ilave güce rağmen, cihatçı gruplarla mücadelede bir ilerleme kaydedilemediği göze çarpmaktadır. Bu olumsuz tablo içinde, Mali'de geçen yaz askeri darbe vuku bulmuş, geçtiğimiz mayıs ayında ise, geçici hükümetin devlet başkanı ve başbakanı görevden el çektirilmiştir. Sivil devlet başkanının askerler tarafından yönetimden uzaklaştırılmasını, radikal islamcı gruplar ile mücadelede gevşeme biçiminde yorumlayan Fransa, Barkhane gücünün eylül ayında Mali'den çekilmesini kararlaştırmıştır.
İşin özü, milyar dolarlar seviyesinde yıllık bütçelerle, Sahel bölgesine konuşlandırılan, 25 bin askerden müteşekkil dış askeri destek ve müdahale, geçtiğimiz 5-6 yıl içinde, bölge ülkelerine yönelik, cihatçı ve bölücü tehditleri henüz bertaraf edememiştir. Bölgenin, mevcut koşullarda, huzur ve güvenliğe, kısa veya orta vade içinde kavuşacağına inananlar azınlıktadır.
Düş kırıklığı içindeki Mali halkının bir kısmı, artık olaylara farklı açılardan yaklaşmakta, cihatçı saldırıların sonlandırılamamasının faturasını daha ziyade Fransa'ya kesmekte, kendi hükümetlerini eleştirirken, Paris yönetimini ve BM barış gücünü de ciddi manada suçlamaktadır.İmam Mahmut Dicko'nun önderliğindeki bu kesim, ılımlı cihatçı gurupların, kısmen, diyalog yoluyla barışa ikna edilebileceklerine inandığı gibi, Paris'in, Mali'nin çözüm yöntemlerine karışmasından da rahatsızlık duymaktadır. Öte yandan, 10 yıldır kötüye giden asayiş koşullarının yarattığı hüsran ve teessürün tesiriyle, Bamako'da, Rusya'ya kurtarıcı gözüyle bakmaya başlayanlara dair "sürrealist" haberlere rastlanılmaktadır.
Geçmiş 10 yılı tahlil ettiğimiz zaman, Sahel ülkelerinde ve özellikle Mali'de, güvenliğin sağlanması ve kamu düzeninin yerleşmesi bakımından, sınıraşan cihatçı terörle mücadelede, esas yükün, yabancı güçlere bırakılmasıyla, beklenen sonuçların elde edilemediği açıkça görülmektedir. Yapılması gerekenin, bölge halklarının bu mücadeleye inandırılarak desteklerinin sağlanması ve esas sorumluluğun Sahel ülkeleri orduları tarafından üstlenilmesi olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.Uluslararası arası toplumun bölgeye tahsis ettiği milyar dolarlık güvenlik bütçelerin bu açıdan revize edilmesi yarar sağlayacaktır. Öte yandan, bölgedeki yöneticilerin, demokrasiden uzaklaşmadan, yolsuzluklara bulaşmadan, ülke menfaatlerini, şahsi ve ailevi çıkarların üstünde tutarak hükümet etmeleri, tabiatıyla, hem terörle mücadelede, hem kalkınmada en temel etkendir. İyi yönetişim olarak adlandırılan bu siyasi davranış biçiminin, Afrika'da kabul görerek yaygın mahiyette benimsenmesi, geri bırakılmış kıtanın önündeki en köklü meseledir. Nasıl benimseneceği ise bir milyon dolar değerindeki sorudur.