2019 yılı boyunca, çoğunlukla Orta Amerika ülkelerinden (Honduras, El Salvador, Guatemala) yola çıkan, vatanlarından ümitlerini yitirmiş gruplar, ABD istikametinde yine acıklı insan kervanları oluşturdular. Trump yönetiminin kıtanın güneyinden gelen göç akımını durdurmak üzere uygulamaya koyduğu katı ve caydırıcı tedbirler, iş ve özellikle can güvenliği arayan Orta Amerikalı ailelerin yollara düşmelerini engelleyemedi. Bir milyonu aşkın göçmen, 2019 yılı boyunca Meksika üzerinden ABD sınırına ulaştı. Washington, bu sayıyı düşürmek amacıyla, iltica talebi koşullarını giderek zorlaştırmayı sürdürüyor, gelenleri sınırın Meksika tarafında bekletiyor, çocukları ailelerinden ayırıyor. Orta Amerika ülkeleri ve Meksika’ya 'Üçüncü güvenli ülke Anlaşması' imzalamaları yönünde baskı yapıyor. Söz konusu anlaşmalar gerçekleşirse, Honduras ve El Salvador vatandaşları, ABD’ye göç etmek üzere, Guatemala ve Meksika’dan geçerlerken, bu ülkelere iltica talebinde bulunmak zorunda kalacaklar; Guatemala vatandaşları, Meksika makamlarından iltica talebinde bulunmazlarsa, ABD nezdinde iltica haklarını kaybedecekler. Trump yönetiminin bu tutumu, Avrupa Birliğinin, Türkiye üzerinden AB ülkelerine gitmek isteyen Suriye’li göçmenlerin yükünü ülkemize yıkmak amacıyla Ankara’ya yaptığı baskıyı ve 2016 yılında Davutoğlu hükümetiyle imzalanan geri kabul anlaşmasını hatırlatıyor.
Uyuşturucu çetelerinden kaynaklanan ülke içi silahlı çatışmalar ve cinayetler, 2019 yılında Meksika’nın temel sorunu olmayı sürdürmüştür. 2006 yılından itibaren benimsenen suç örgütlerine karşı askeri yöntemlere dayalı mücadeleden olumlu sonuç alınamadığı, tersine, çetelerin, sayı ve kapasite itibarıyla daha da güçlendikleri, bugünkü Meksika’nın acı gerçeğidir. 2019 yılı başında göreve başlayan yeni cumhurbaşkanı Andres Manuel Lopez Obrador (AMLO) çetelere karşı mücadelede askeri olmayan yöntemlere öncelik verileceğini, sosyal programlarla işsiz gençlerin çetelere yönelmelerinin önüne geçileceğini, 'ulusal muhafızlar' adıyla kurulacak yeni federal teşkilatın çetelere karşı mücadelede ordunun yerini alacağını, polis teşkilatı ve yargıdaki yolsuzluk geleneğinin ortadan kaldırılacağını seçim kampanyaları sırasında vaat etmesine rağmen, 2019 yılı içinde, çete bağlantılı ürpertici suç olayları ve insan kayıpları vesilesiyle, Meksika uluslararası haberlere konu olmaya devam etmiştir. 14 Ekim günü Michoacan eyaletinde Jalisco çetesi 13 polis öldürmüş, 16 Ekim günü Guerrero eyaletinde güvenlik güçleri ile çete arasında çıkan çatışmada 1 asker ile 14 çete mensubu hayatını kaybetmiş, 17 Ekim günü Culiacan eyaletinde, milli muhafızların, ülkenin (belki de dünyanın) en tanınmış çetesi Sinaloa’nın, ABD’nde hapis yatan lideri 'El Chapo'nun oğlu Ovidio Guzman’ı tutuklamaları üzerine, çok sayıda çete üyesi ağır silahlarla bölgeyi kuşatmış, araçları ve binaları ateşe vermiş, telefon kameralarıyla herkesin canlı biçimde izlediği bu şiddet gösterisinin sonucunda liderlerini geri alarak kalelerine dönmüşlerdir. Cumhurbaşkanı AMLO’nun, Ovidio Guzman’ın çeteye teslim edilmesi kararını, daha fazla kan dökülmemesi biçiminde insani bir açıklamayla izah etmesine karşın, olay yerli ve yabancı basında, devletin çeteye boyun eğmesi biçiminde yansımıştır. Görev süresinin ilk yılını tamamlayan popülist solcu cumhurbaşkanının, Meksika’nın derin asayiş sorununu çözebileceğine, kökleşmiş cezasızlık kültürünü değiştirebileceğine dair inançların zayıfladığı görülmektedir. International Crisis Group’un son raporlarına göre, 2006 yılından itibaren ülkede çete eylemleri sonucunda ölenlerin sayısı 200 bine, kaybolanların sayısı ise 40 bine yaklaşmıştır. Son yıllarda yükselişe geçen rakamlar hakikaten ürkütücü seviyededir. Meksika’nın talihsizliği, galiba kısmen, dünyanın en büyük uyuşturucu pazarı ile 3200 km sınır paylaşmasından gelmektedir.
Latin Amerika’nın büyükleri Brezilya, Meksika ve Arjantin’in ardından gelen ve özellikle 2016 barış anlaşmasıyla köklü siyasi-güvenlik engellerini aşarak önünü açan Kolombiya’da, 2019 yılında, işlerin doğru istikamette ilerlediğini maalesef söyleyemiyoruz. Komşu ülke Venezuela’da 3-4 yıldır devam eden krizden kaçarak Kolombiya’ya sığınan 1,5 milyon göçmenin yükü ile krizin müsebbibi Maduro yönetimi ile yıl içinde yaşanan gerginlikler Kolombiya’nın kalkınmasını olumsuz etkilemektedir. Ülkenin gelişmesini yarım asır süreyle engelleyen ve 220 bin kişinin ölümüne yol açan FARC örgütü (Forzas Armadas Revolucionarias de Columbia) ile Küba’nın ev sahipliğinde düzenlenen ve 4 yıl süren müzakerelerin olumlu sonuçlanması neticesinde 2016 yazında barış anlaşması imzalandığını, 2017 yılında FARC mensuplarının silahlarını teslim ile örgütü feshederek aynı isimli siyasi partiye dönüştüklerini hatırlayacaksınız. Anlaşmayla FARC’a fazla taviz verildiğini düşünen sağ kesimlerin desteklediği muhafazakar-liberal Ivan Duque’nin 2018 seçimlerini kazanması ertesinde, FARC mensuplarına tanınan hak ve imkanlarda kısıntılara gidilmiştir. Bu dönemde ayrıca 140 civarında mensubunun öldürülmesi FARC çevrelerinde alarm zillerini çaldırmış ve neticede Küba’daki müzakereleri yürüten örgütün iki nolu ismi Timoşenko geçtiğimiz ağustos ayı sonunda FARC'ın yeniden silahlı mücadeleye döndüğünü duyurmuştur (hükümet, FARC mensuplarının yüzde 90 oranında barış anlaşmasına sadık kaldıkların iddia etmektedir). Kolombiya hükümetinin barış müzakerelerini iki yıl önce askıya aldığı diğer büyük silahlı örgütün (ELN- Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve yeni FARC'ın bu defaki avantajları, Venezuela tarafından desteklenmeleridir. Kolombiya'yı artık düşman gibi gören Maduro’nun her iki örgüt mensuplarına ülkesinde kucak açarak destek vermesi, bir yandan bölgesel barışa, diğer yandan Kolombiya’nın istikrarına ve güvenliğine ciddi zararlar verecektir. Söz konusu olumsuzluklara ilaveten, 21 Kasım'dan itibaren büyük şehirlerde, grevler ve sosyal karışıklıklar başlamış, asgari ücret ve emeklilik haklarına dokunulmaması, özelleştirmelerin durdurulması ve eğitime erişimin kolaylaştırılması amacıyla, sendikalar, öğrenciler ve yerli gruplar sokaklara inmiştir. Latin Amerika’da ekim ayında ortaya çıkan protesto dalgasının ülkesini de vuracağını değerlendiren İvan Duque, endişelerin giderileceğini, diyalog kanallarının açık tutulacağını beyanla kitleleri sakinleştirmeye gayret etmiştir. 43 yaşındaki genç liderin, ülkedeki güçlü oligarşiye rağmen, FARC ile imzalanan barış sürecine uyması, kitleleri sokağa döken 'neo-liberal reform' projeleri rafa kaldırması, barış anlaşmasında öngörüldüğü üzere kırsal alanlarda toprak reformunu gerçekleştirmesi, ülkede yıllardır eksikliği görülen sosyal barışa hizmet edecektir. Komşu Venezuela ile ilişkileri koparmak yerine, 'Maduro’ya karşı Guaido' krizinin diyalog ve uzlaşma yoluyla çözülmesi istikametinde çaba sarfetmesi ülke içi ve bölgesel barışa katkı yapacaktır.
2019 yılı sonbaharında bölgenin karışan bir diğer ülkesi Ekvador’dur. Ekim başında, IMF baskısıyla petrol ürünlerine sağlanan sübvansiyonların kaldırılmasıyla yükselen akaryakıt fiyatları, Ekvador halkının ve özellikle yerli grupların sokakları işgaline yol açmış, gelişmelerin kontrolden çıkması üzerine (7 ölü, 1300 yaralı) hükümet geri adım atmak zorunda kalarak zamları iptal etmiştir. Yanlış hesabın gerisindeki Ekvador Cumhurbaşkanı Lenin Moreno, 2017 yılında, ülkeyi 10 yıl başarıyla idare eden iktisatçı sosyalist lider Rafael Correa’nın desteğiyle ve onun partisinin adayı sıfatıyla seçimleri kazanmasına rağmen, koltuğuna oturduktan sonra zihniyet değiştirmiş, solcu başkan yardımcısını hapse attırmış, Rafael Correa aleyhinde soruşturma başlatmış, ülkesinden kaçmak zorunda kalan eski başkanı Interpol aracılığıyla tutuklatmak istemiştir. Sol politikaları terkederek, neoliberal uygulamalara yönelen (mart ayında IMF ile imzalanan stand-by anlaşması vs.) Lenin Moreno, sosyalist Küba ve Venezuela ile araya mesafe koymuş, 2012 yılında Londra’daki Ekvator büyükelçiliğine sığınan Vikileaks’in kurucusu Julian Assange’ı 2019 yazında binadan çıkararak İngiliz polisine teslim etmiştir. Dünyada iktidarlar genellikle seçimlerle, istisnaen de darbelerle değişirler. Ekvador’da iktidar değişimi bu iki seçeneğin dışında 'kalenin içerden fethedilmesiyle' gerçekleşmiştir. IMF talimatıyla yapılan akaryakıt zammına, ekim ayında, halkın meydanları doldurarak verdiği okkalı cevap Lenin Moreno’nun aklını başına getirir mi acaba?
2019 yılında siyasi çekişmeleriyle dikkat çeken bir başka Latin Amerika ülkesi Peru olmuştur. Brezilya’nın dev müteahhitlik şirketi Oderbrecht’in dağıttığı rüşvetler sebebiyle, Peru siyasetinin son 2-3 yıl içinde fırtınaya yakalandığını, 4 eski başkan aleyhinde soruşturma başlatıldığını, bir başkanın (Alan Garcia) intihar ettiğini hatırlıyoruz. Yolsuzluk ve insan hakları ihlalleri nedeniyle 25 yıl hapse mahkum olan eski başkanlardan Alberto Fujimori’nin (1990-2000) kızı, ana muhalefet lideri Keiko Fujimori de Oderbrecht bağlantılı gerekçelerle 18 ay hapis yattıktan sonra geçtiğimiz kasım ayı sonunda serbest bırakılmıştır. 2016 sonunda devlet başkanı seçilen Pablo Kuczynski, yine Oderbrecht rüşveti nedeniyle 2008 mart ayında görevinden istifa etmek zorunda kalmış, yerine yardımcısı Martin Vizcarra atanmıştır. Yolsuzlukla mücadeleyi temel amaç edinen Vizcarra, Keiko Fujimori önderliğindeki muhalefeti aşamayınca, anayasanın ilgili maddesini geniş biçimde yorumlayarak, Meclisi eylül ayı sonunda feshetmiş, 26 ocak 2020 tarinde erken parlamento seçimleri düzenlenmesini kararlaştırmıştır. Başkan ile parlamento arasındaki bilek güreşi sırasında, halkın ve kamu kurumlarının başkandan yana tavır koymaları, Vizcarra’nın elini güçlendirirken, Keiko Fujimori’nin sağcı muhalefet partisini, seçim öncesinde daha da zayıflatmıştır. Yeni Parlamentonun, 2020 yılında, Başkan Vizcarra’nın yolsuzlukla mücadele amaçlı yasa tasarılarını desteklemesi halinde, Peru siyasetinin bir üst lige çıkacağını söyleyebiliriz.
2019 yılında sıkıntıları artan ülkelere Küba’da dahildir. Bir yandan Trump’ın yönetime gelmesi, diğer yandan Venezuela’da çöküşün başlaması ile, 2017 yılından itibaren Küba’da durumun kötüye gittiğini hep birlikte, ağır çekim izliyoruz. Önceki başkan Obama’nın 2015 yılında Havana’yı ziyareti ile taçlanan ABD’nin Küba açılımı maalesef kısa sürmüştür. Trump dönemi ile birlikte, 60 yıllık ambargoya yeni yaptırımlar ilave edilerek baskı daha da arttırılmıştır. Venezuela’dan ithal edilen ucuz ve vadeli ham petrolün kesilmesi, Brezilya, Ekvador ve Bolivya’da dolar karşılığı çalışan binlerce Küba’lı doktorun geri dönmek zorunda kalmaları, Küba’da sıkıntıları ve kuyrukları daha da arttırmıştır. ABD ambargosu yanında, Raul Castro reformlarına rağmen (2008-2018) devlete dayalı ekonomiden beklenen verimin alınamaması nedeniyle, kendine yeterli hale gelemeyen Küba, yıllardır dış ticaret açığı ve cari açık vermekte, yeterli dış yatırım çekememekte ve dış borçlarını ödemekte güçlük çekmektedir. Raul Castro’nun ardından yönetime getirilen Diaz Canel’in, mevcut koşullarda, ekonomideki kötü gidişatı tersine çevirmesi pek müşküldür. Geçtiğimiz ay ihdas edilen başbakanlık makamı (Turizm bakanı Manuel Marrero Cruz bu göreve getirilmiştir) gibi, yönetimin daha uyumlu ve etkili çalışmasına yönelik önlemler, Küba’nın köklü sıkıntılarına merhem olacak nitelikte değildir. Durum öyle gösteriyor ki, 2020 ABD seçimlerini demokrat adayın kazanmasına ve Kongre’nin demokrat çoğunluğa geçmesine en çok Küba halkı sevinecektir.
2019 yılında, bölgenin, Venezuela’ya ilaveten, durumları vahim seviyelerde kötüleşen diğer iki ülkesi Nikaragua ve Haiti’dir. Dinazor devrimci Daniel Ortega’nın liderliğindeki Nikaragua, 2018 ilkbaharında başlayan ve hala düşük düzeyde devam eden protesto hareketlerini durduramamış, hükümet ve muhalefet arasında sürdürülen uzlaşma çabaları sonuç vermemiştir. Ülke batmaya, insanlar kaçmaya devam etmektedir. Bölgenin en fakiri Haiti, 300 binden fazla insanın hayatını kaybettiği 2010 depreminin de ivmesiyle, yolsuzluklar, karmaşa ve fakirlik sarmalından bir türlü çıkamamakta, eleştirilere konu olan bölgesel ve uluslararası yardım ve desteğe rağmen, siyasi istikrar ve iç barış sağlanamamaktadır. Haiti’nin acınası durumu, yerel politikacıların olduğu kadar, bölgenin ve uluslararası toplumun da ayıbıdır.