Soğuk Savaş döneminde kazandığı süper güç konumunu SSCB'nin tarihe karışmasıyla kaybeden Rusya, otoriter lideri Putin'in önderliğinde eski statüsüne tekrar kavuşmak üzere mücadelesini kararlılıkla sürdürüyor. 1990'lı yılların başından itibaren, 10-15 yıl süreyle, ABD, yegane süper güç sıfatıyla, dünyamızda yaşanan siyasi krizleri ve silahlı çatışmaları, tek başına, bazen de etrafında müttefik ülkeler oluşturarak, fazla istişareye gerek duymadan çözmeye gayret etti. Bosna ve Kosova'da çatışmaları başarılı biçimde sona erdirirken, başka bölgelerde çuvalladı. Arkasında enkaz bıraktı. Afganistan ve Irak'ta halen yaşanan ve yıllarca süreceği tahmin edilen siyasi istikrarsızlık ve kaosun gerisinde ABD'nin bu ülkelere karşı giriştiği silahlı müdahalenin yattığını, sağcı solcu herkes kabul ediyor.
ABD ve Rusya, dünyamızda barış ve güvenliğin muhafazasından sorumlu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin daimi üyeleri arasında başat güçlerdir. Soğuk Savaş döneminde, her ikisi de, barışı muhafazadan ziyade, kendilerine müzahir ülkelerin sayısını arttırmaya gayret etmişlerdir. Kore'de, Vietnam'da, Angola'da, yaşanan savaşların sebebi, bu ülkelerde sosyalist bir yönetim mi, Batı yanlısı kapitalist bir yönetim mi, tercihi üzerinedir. ABD'nin liberal demokrasi prensiplerini, SSCB'nin ise sosyalist düzen tercihini empoze etmek üzere, bu ülkelerde yaşanan savaşların gerisindeki hasım taraflar haline dönüştüklerini yıllarca izledik.
İşin ilginç yanı, ABD'li asker ve politikacılar, emeklilik dönemlerinde yaptıkları açıklamalarda veya yazdıkları kitaplarda (raporlarda), ABD'nin, İran, Irak, Suriye, Somali ve Sudan gibi hasım ülkelerde, yönetimleri devirip yerlerine, ABD'ye müzahir hükümetlerin gelmesi için senaryolar ve planlar hazırlandığını rahatlıkla itiraf ederler. (Wesley Clark iyi bir örnektir.) Latin Amerika'nın siyasi tarihinin önemli bir bölümünün, ABD'nin bölgeye yaptığı doğrudan veya dolaylı müdahalelerden oluştuğunu Amerika kıtasını takip edenler yakından bilirler. Güney Sudan'ın bağımsızlık referandumuna giden dönemi (2011) bugün gibi hatırlıyorum. Sudan'ın parçalanmasının birinci sorumlusunun Washington olduğu hususunda hiçbir tereddüt yok. Tabiatıyla diktatör Ömer El-Beşir'in de günahı ve sorumluluğu yadsınamaz. Zavallı Güney Sudan halkının bağımsızlık ertesinde çektiği derin çile ve cefanın hesabı maalesef sorulamıyor.
Uzaklara gitmeyelim, komşumuz Suriye'ye bakalım. Arap Baharı'nın etkisiyle 2011 yılından itibaren, dinamikleri değişen, dengeleri sarsılan ve tam bir iç savaş alanına dönüşen Suriye'ye müdahale eden komşuları, Şam'da iktidara gelecek yeni hükümetin kendilerine müzahir bir yönetim olması amacıyla çatışan gruplara destek çıkmışlardır. Ankara, Müslüman Kardeşler zihniyetinin, Riyad ise Vahabi anlayışın başa geçmesine gayret sarf ederken, Tahran 30 yıllık müttefiki Esad ailesinin iktidarı koruması hedefiyle bölgeye milislerini sevketmiştir. Öte yandan, Kırım ilhakının ertesinde özgüveni yükselen Putin, 2015 yılında duruma müdahale ederek dengeleri Esad lehinde değiştirmiş, SSCB döneminden kadim müttefiki Suriye'nin Moskova'dan uzaklaşmasına müsade etmemiştir. Esad'ın gitmesi olasılığından pek mutlu olan ABD'nin sevinci ise bu müdahale sonucu yarım kalmıştır. Ancak Washington, Suriyeli Kürt grupları destekleyerek Fırat'ın doğusuna hakim olmuş ve Rusya'nın oyununu bozmuştur. Netice itibariyle, Ankara ve Tahran'ın da müdahil oldukları Suriye denklemi, 2022 yılı ilkbaharında, yabancı savaşçıların ve global aktörlerin de iştirakıyla, çözülemez ve içinden çıkılamaz bir halde güneyimizde durmaktadır. Suriye'yi batağa sokan iç ve dış aktörlerin ellerinde, halen, ortaya çıkan denklemi çözecek bir anahtar mevcut değildir.
Bir parantez açalım: ABD açısından, Suriye'de Rusya yanlısı rejimin sona ermesi ve Şam'da batıya müzahir bir hükümetin iktidara gelmesi, istisnai bir dış politika başarısı teşkil eder. Bu durum İsrail için daha da geçerlidir. Washington'un bu hedef istikametinde Ankara'yı rahatsız etmek pahasına Kürt grupları kullanması, ülke menfaatlerinin ittifak dayanışmasının önüne geçtiği manasına gelmektedir. Unutmayalım; dış ilişkilerde menfaatler, her zaman ideolojilerin, değerlerin ve taahhütlerin üzerindedir. Bu konuda son bir örneğe geçen hafta şahit olduk. 2019 yılı başından bu yana Venezuela'da rejim değişikliği gerçekleştirmek üzere bu ülkeye azami baskı yapan ve uyguladığı yaptırımlarla Venezuela yönetimini ve halkını çok zor durumda bırakan Washington, Ukrayna krizi patlayınca, 180 derece dönüş yapmakta beis görmemiş, Caracas'a üst düzey heyet göndererek Maduro hükümeti ile mutabakat aramaya başlamıştır.
Son üç hafta boyunca, televizyonlarımızda, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali nedeniyle, Türkiye'nin nerede durması, Moskova, Kiev, Batı üçgeninde nasıl hareket etmesi, krizin aşılmasını teminen ne kadar öne çıkması konuları tartışılıyor. Nazar değmesin, bu defa, sıfır sorun ve değerli yalnızlık dönemlerinden gerekli dersleri çıkarmış gibiyiz, dengeleri iyi koruyoruz. Bu vesileyle komşusu Ukrayna'yı işgal eden Rusya'yı eleştirmekten kaçınan, ABD ve NATO'nun da suç ortağı olduğunu iddia eden emekli asker, akademisyen ve gazetecilerin görüşlerini şaşırarak not ediyorum. Tek adam rejiminin Türkiye için arz ettiği sakıncalara her gün dikkat çekiyorlar, ama Rusya söz konusu olunca tek adamın avukatı kesiliyorlar. Ukraynalıların Rus olduklarını iddia eden Putin'in savaşına anlayış gösteriyorlar. Umarım son 10 yılda giderek güçlenen Batı karşıtlığımız bizi evrensel değerlerden uzaklaştırmaz.
Yazdıklarımızı toparlayalım. Rusya ve ABD gibi bölgesel ve global hakimiyet peşinde koşan ülkeler ile ilişkilerde azami dikkat ve temkin her daim zorunludur. Her iki süper gücün menfaatleri gerektirdiğinde tecavüzden kaçınmadıkları sabittir. Konumları itibarıyla stratejik önem taşıyan veya yeraltı kaynakları zengin ülkelerde, kendilerine müzahir hükümetleri iş başına getirmek üzere (rejim değişikliği) hazır dururlar. Rusya'nın, Gürcistan'a, Ermenistan'a ve son defa Ukrayna'ya yaptıklarını, yarın size yapmaya kalkışmayacağının garantisi yoktur (Stalin'in Doğu illerimiz ve Boğazlar'a dair notasını unutmayalım). Dünyamızın barış ve güvenliğinin muhafazasından sorumlu BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi ile aranıza her zaman bir güvenlik mesafesi koyun ve temkini de sakın elden bırakmayın. Büyüklerimizin dediği gibi, bunlarla sakın aynı yatağa girmeyin. Dünya henüz beşten büyük değil.