1986 tarihli bir Hürriyet GAP eki, şu an bu cümleleri yazma sebebim.
Ülkenin farklı bölgelerinde çıkan yerel ekler o gün de bugünler gibi önemliydi. O sene bir sayıda -sebebini şimdi hatırlamıyorum- ilk ve ortaokul öğrencilerinin kompozisyon ve şiirleri yayınlanacaktı GAP ekinde. Ben de bir şiir ile başvurmuştum. Gazete sayfalarında adımı, daha da önemlisi kendi kelimelerimi gördüğüm ilk seferdi o. Gerçi henüz okumaya başlamadan önce Milliyet Kardeş ve Bando dergileri sayesinde (Yalvaç Ural dönemi çocukları olmanın şansı işte) dergici olmayı kafaya koymuştum, o ayrı... Gazeteci değil; dergici!
Hiç bırakmadığım o hayalin ve yazma sevgisinin sayesinde (ya da yüzünden) henüz avukatlık stajımı yaparken Hürriyet gazetesi binasına adım atmıştım. O dönem İkitelli'deki binada Doğan Burda dergilerinden İstanbul Life'ta işe başlamıştım. Ah nasıl heyecan!
O işe girebilmek için sayısız mail attığımı, maillerimin çoğuna cevap alamadığımı, telefon açtığımda oldukça aksi seslerle karşılaştığımı da anlatmam gerekli ki bir tanıdık aracılığıyla ya da hasbel kader şekilde gazeteciliğe başladığım düşünülmesin! Ama sonunda nasıl olduysa o dönemde İstanbul Life dergisinin Yayın Yönetmeni olan Nur Çintay'ın (iyi bir gününe denk gelmiş olmalıyım) aklını çelmeyi başarmış ve bir görüşme sonrasında işi kapmıştım. İlk ayda hemen ilk yazım yayımlanmıştı fakat 3 ay boyunca derginin kallavi sarı sayfalarındaki tüm restoranları, kafeleri, galerileri, barları, işletmeleri birer birer arayıp telefon-adres güncellemesi yaptığımı da unutmuş değilim! Ben bunu yaparken şimdi Hürriyet Yan Yayınlar'ın Yazı İşleri Müdürü olan Begüm Ç. Soydemir az gülmemişti halime. O dönemde derginin yazı işleri müdürüydü.
Derginin bir çalışanı olmanın, her gün Hürriyet binasına girmenin heyecanı hala aklımda. Hürriyet'in meşhur A La Carte restoranında gazetenin babalarının toplandığı yemek masası, bir gün belki Hürriyet'te yazma umudu, matbaadan gelen ilk gazetelerin sıcaklığı, baskı heyecanı (ve stresi), iyi başlık, iyi konu bulmak için yapılan tartışmalar… O dönemin büyükleri bunun bağımlılık yaptığını söylerken çok haklıymış! "Gazeteciliğin iyi günlerini yakalamamışız"… Öyle anlatırdı mesleğin büyükleri. Gazetecilere verilen primler, hediyeler, evler, özel şoförler, ayrıcalıklar dillendirilince şaşırırdık.
Meğer asıl biz gazeteciliğin iyi günlerini yaşamışız da haberimiz yokmuş! O heyecanlı, gencecik muhabir halim büyüdükçe gazeteciliğin aslında içinde lağım akan dev bir buzdağı olduğunu öğrendim. Öylesine bilgili insanlarla tanıştım, o kadar çalışkan o kadar meslek ahlakı ile dolu insanlarla çalıştım ki işimle gurur duydum. Öyle şerefsizliklerle karşılaştım, öyle tacizlere, dedikodulara şahit oldum, öyle ikiyüzlülüklerle apışıp kaldım ki cildim sertleşti. O buzdağı, bütün dünyada küresel kirlenmenin ve dijitalleşmenin etkisiyle minyatüre dönüştü, kokusu tüm dünyayı sardı. Buna rağmen buzdağının kalbindeki gerçek gazetecilik tabii ki bitmedi. Diktatörlerin tüm karalamalarına rağmen haber yapmak da yazmak da paylaşmak da küçüleceğine büyüdü. Sıradan vatandaşın doğru ve kaliteli bilgiye ulaşma hakkı elinden birer birer alındı. Sadece Türkiye'de değil; tüm dünyada. Değişen şeyse, o doğru habere ulaşmayı sağlayan mecralar oldu.
Özendiğim, gıpta ettiğim, örnek aldığım isimlerin birer birer gözden düşüşünü izledik hep birlikte. Kimisi popülaritesini hiç kaybetmedi hatta artırdı. Ama maalesef gazeteciliği kirlettiler. Kimisi gazetecilik kirlenirken alınları ak bir şekilde meslekten ayrıldı. Kimisi susturuldu, dört duvar arasına yollandı, kimisi ülkeden ayrıldı… Kapanan, satılan gazeteler ve biten devirler yaşanırken aklımda hep ilk yayın yönetmenim Nur Çintay ve ilk yazı işleri müdürüm Begüm Ç. Soydemir'in sık sık tekrarladığı sözleri geldi aklıma: "Medyada kimsenin yeri doldurulamaz değildir."
Kimsenin yeri doldurulamaz değildir medyada. Halkla İlişkiler yapan ajanslar her ismi büyük bir ego balonuna çevirebilir kolayca. Gazetede adının olması, eğer temeli olmayan bir egoyla doluysan insanın yüzüne gevrek bir gülüş oturtabilir. Hiçbir vasfı olmayan ama kocaman hırsı olan insanların göklere çıkışına şahit olabiliriz. Ve her birinin teker teker patlayan balon gibi büzüşmesi de sadece olağan bir durumdur medyada. Susmayan telefonların artık çalmaz, kapını açanlar seni tanımaz. Ta ki bir başka gazetede-televizyonda yeniden adın görünene kadar. O da olabilirse tabii…
İyi niyetli düşünürsek, sırf o yerinin kolayca doldurulabilme durumundan dolayı kolay kolay kimse ötekine arka çıkmaz bu sektörde. Çünkü birine yapılan haksızlık için sesini yükseltirsen, aynı haksızlıkla karşı karşıya kalman yani 'işsiz gazeteciler' ordusuna katılman an meselesidir. Bu da ölümüne bir kara deliği büyütür: İş arkadaşının arkasında durmayınca işini geçici olarak korursun ama nasılsa kimse ses çıkartmıyor ve nasılsa giden herkesin yeri doluyor diyerek senin ses çıkartmadığın haksızlıkların iki katı gelir başına.
Büyüdükçe büyür o kara delik.
Şimdi tabii sosyal medya da var, ordan da popülerliği artırmak ve sürdürmek kolaylaştı. Ancak artık zor olan 'iyi gazeteci' olmak.
Hayır iyi gazeteci olsan nerede yazacaksın? İyi basılı gazete mi kaldı? Kalanlar arasında sana hak ettiğin maaşı ödeyebilecek olan var mı? Markalar ve halkla ilişkiler ajansları tüm dünyada yükselen dijital haberciliğe de hala daha gerekli önemi vermedikleri için özellikle ülkemizde dijital habercilik de sadece bir noktaya kadar ilerleyebiliyor. The New York Times'ın dijitali kullanım şekli örnek alınsa aslında yapılabilecekler sonsuz. Tabii bunun için de markaların reklam desteği yani finans giriyor devreye… Bu apayrı bir konu…
Hürriyet gazetesinin İkitelli'deki binasına ilk kez adım atan o her şeyden bihaber muhabir halimin heyecanı ile hala daha basılı gazetecilik, dergicilik sevgisi ile doluyum. Ve de hala yeniden hepimizi heyecanlandıracak bir gazetenin ülkeye umut saçabileceğine inanıyorum. Zamanında Yeni Yüzyıl gazetesinin yaptığı gibi. Radikal'in yaptığı gibi… Hatta en başlarda Habertürk'ün yaptığı gibi.
Çünkü bir gazete ile sadece bilgi dağıtılmıyor, umut da, güven de dağıtılıyor.
İşte o yüzden tutuklanan, yargılanan gazeteciler, tebligatla işten çıkartılan gazeteciler ülkede umutsuzluğun, korkunun, sindirilmişliğin, haksızlığın simgeleri. Onların sayısı artıkça kötülükler de artıyor. Bunlar yaşanırken, maddi ihtiyacı olmadığı halde köşelerini bırakmayan köşeciler, boşalan yerleri fırsata çevirenler, başka iş yapma imkanı varken gazetedeki ismini bırakmayanlar da tüm bunların yaşandığı ateşe odun atanlar olarak boş kelimelerini saçmaya devam ediyorlar. Yanlış anlaşılmasın, tam da o 'herkesin yeri dolar' durumundan ötürü işini kaybetmeyi göze alamayan ve işini layıkıyla yapmaya devam eden muhabirlere, çalışanlara saygım sonsuz.
Çoğu büyük haksızlığa uğramış ya da değişimlerden dolayı pasif olmayı seçmiş saygın, kültürlü, vizyon sahibi gazetecilerin, editörlerin, medyacıların çoğuyla çalışmış olduğum için gurur duyuyorum. Onlardan öğrendiklerim için ne kadar teşekkür etsem az ve eğer arada hatalarım olduysa -ki olmuştur- ne kadar özür dilesem az. Şanslı bir gazeteci neslindenim!
Şimdi yeniden umut dağıtmak için en doğru zaman. İşsiz gazetecilerin sayısı çalışanlardan çokken Tuğrul Eryılmaz, Murat Çelikkan, Neyyire Özkan gibi duayenlerin danışmanlığında yanlarında Türkiye'nin alanında en başarılı 'dışardaki' gazetecilerini alsalar… Yeniden bir umut doğsa şu ülkede, parmaklarımız onların çıkardığı gazeteyi okurken siyah siyah lekelense, vapurda keyifle açsak gazetemizi, öğle molasında Instagram'a Facebook'u değil de gazete sayfalarını çevirsek…
Neyse ki öyle bir basılı gazete olsa da olmasa da T24 ve okurları var!!!