Sahnede izlemeyi en çok özlediklerimizden Mabel Matiz yarın akşam (20 Mart Cumartesi) saat 22.00’de +1 Fest sahnesinde olacak. Instagram’dan @artibir hesabında canlı yayınlanacak konser öncesinde Mabel Matiz uzun sorularımıza sabırla içten yanıtlar verdi. En sonda konseri nasıl bir ortamda dinleyebileceğinize dair önerileri de var. Shakira kemerinizi hazırlayın, peçeteleriniz zaten hazırdır, internet bağlantınızı kontrol edin ve hazır olun: Mabel yine döktürecek.
Mabel! İlkbahar güneşi nasıl buldu seni? Nasılsın, moralin nasıl?
Bahar ve yaz çocuğuyum, o yüzden güneşle aramız hep iyidir. Keşke hep güneş olsa! Kapalı havalarda ben de içime kapanıyorum. Bu aralar iyiyim. Moralimi yüksek tutmaya çalışıyorum. Yeni şarkılara ve albüme odaklandım. Yeni şeyler söyleyecek olmak iyi hissettiriyor. Baharın gelişi de iyi hissettiriyor.
Hemen moralini bozmak istemem ama uzunca bir süredir her sanatçı gibi sahnelerden uzak olmak seni ve müziğini nasıl etkiledi?
Hiç bu kadar uzun ara vermemiştim. Aslında dinlendim diyebilirim. Ama tabi diğer yandan, hayatı ayakta tutan bazı temel şeyler var. Biz müzisyenler için sahneler, konserler her anlamda çok önemli ve olmazsa olmaz. Bir yılı aşkın süredir bunlardan uzak kalmak hepimizi etkiliyor. Bütün bir sektör oldukça zor zamanlar geçirdi. Bu üzücü durum maalesef devam ediyor. Dilerim en kısa zamanda hayat normalleşir ve yeniden yan yana, yüz yüze şarkılarımızı söyleyebiliriz.
Bu süreçte çok yazdım, ürettim. Ancak dinleyiciyle birlikte kurulan canlı konser iletişimi, o enerji elbette bambaşka. İnsan o anları özlüyor.
Sahne enerjini korumak için bu dönemde ekibinle çalışmaya devam ettin mi?
Daha çok stüdyo çalışmalarımız oldu. Üretim halinde geçirdim bu süreci. Şimdilerde yeni yeni konser provalarına başladık.
Sosyal medya sayesinde aslında seyirciden uzak değilsiniz hatta aksine her zamankinden daha yakınsınız ama sahne ve konser bambaşka bir şey. Seyirciyle birebir birlikte olmakla bir ekran aracılığı ile birlikte olmak arasında sahnedeki insan için ne gibi farklar var?
Biriyle facetime yapmak ve birebir yan yana muhabbet etmek arasındaki farka benzer bir durum var. Gerçekten farklı bence. Her ne kadar çağın ve teknolojinin olanakları üzerinden yeni iletişim yolları geliştirmeye okey olsam da, birebir muhabbeti tercih ederim tabi ki. Sahne ve konser gerçekten bambaşka. Karşılıklı reaksiyonlarımızı duyup hissetmek açısından daha doyurucu geliyor. Ekran olduğu zaman araya bir perde çekilmiş gibi oluyor. Belki zamanla buna da alışırız. Bilemiyorum.
Melike Şahin’e bir şarkı verdin son olarak. Yazdıklarını kimin seslendireceğine nasıl karar veriyorsun?
Çok zevkli bir konu benim için. Bir şeyler yazıp, dikip onu birine yakıştırmak. Bir şarkı yazdığımda onun kimde nasıl duracağını bir şekilde kestirebiliyorum. Türkçe müziğe ve arşive hakim olmamla ilintili olabilir. Terzi çocuğu olmamın verdiği bazı aktarımlarla ilgili de olabilir. Genellikle müziğini ve kendisini tanıdığım, tarzını bildiğim kişilerde eşleşme daha rahat oluyor sanırım. “Nasır” Melike’ye çok yakıştı gerçekten de. Aynı şekilde “Katakulli” Ayşe Hatun’a; yeni çıkan “Aşkı Bana Getir” Merve’ye (Çalkan) çok güzel oldu.
Kliplerin şarkıların kadar çok konuşuluyor. Bundan biraz bahsedelim mi? Nasıl oluşuyor klip senaryoların? Şarkıyla birlikte mi geliyor fikirler/görüntüler yoksa var olan kültürel hafızayı araştırarak mı yaratıyorsun sahneleri?
Ben hikaye ve dramaturjinin içinde özellikle son birkaç yıldır mutlaka oluyorum. Şarkının hissiyatına göre ilerliyoruz. Genellikle yönetmenle beraber yazıyoruz. Klipten klibe değişiyor. Bazen şarkı, imajlarıyla birlikte geliyor bana. A Canım, Mendilimde Kırmızım Var, Gözlerine, Toy gibi kliplerde bu imajlar bizi ciddi anlamda yönlendirmiştir. Bazen bazı mekanlar bizi çağırmıştır, Nemrut mesela. Bir diğeri Kayaköy. Bazen de hikaye bizi farklı mekan arayışlarına götürür, Çukur’daki gibi. Bu konulara yönetmenle beraber kafa yormayı, ona çekirdek temayı bulup vermeyi seviyorum. Kahrettim’de şehirli insanın ağrısını hareket ve dansla dönüştürdüğü Berliner bir tema hayal etmiştim mesela. Mirza bunu geliştirip harika bir şekilde işledi.
Senin en sevdiğin klibin hangisi?
Klişe tabirle hepsinin yeri ayrı. Hepsinde farklı bir yanımı görüyor gibiyim ve bu çok hoşuma gidiyor. Güncel olanlardan Toy ve Kahrettim’i seviyorum. Berat’ın (Tunç) yazıp çektiği Çukur’daki anti karakter halimi seviyorum.
Toy single’ı pandeminin en bunaltıcı döneminde ilaç gibi gelmişti, geçtiğimiz günlerdeyse Kahrettim dinleyicilerini çok mutlu etti. Yeni bir single ya da albüm müjdesi var mı yakında?
“Toy” ve “Kahrettim” teklileri beni 5. albümüme götürüyor diyebiliriz. Önümüzdeki aylarda birkaç tekli daha yayınlamayı düşünüyorum. Bu arada da albümü tamamlayıp bu yıl içinde yayınlamak niyetindeyim.
Toy, adına inatla en erişkin en olgun şarkın bence. Mabel’in hikayesini ve bugün geldiği noktada kendini, sesini, müziğini, sözlerini yeniden buluşunu en iyi anlatan şarkın. Bu noktadan geçmişine bakınca ilk albümünle ilgili hangi konularda kendini eleştiriyorsun? Konserlerinde bile ilk albümden şarkılara çok az yer veriyorsun oysa onlar sadık dinleyicilerin için çok özel. Bir gün onları baştan yorumlamayı düşünür müsün?
Teşekkür ederim. Toy’la ilgili ben de benzer hissediyorum.
İlk albümümü çok severim. Ancak yıllar geçtikçe eksiklerini de daha net görebildim. Hani eski bir fotoğrafınıza baktığınızda oradaki saçınızı beğenmemek gibi bir şey bu dediğim. Biraz teknik şeyler. Bendeki değerinden ya da duygusundan bir şey azaltmıyor yoksa kesinlikle. Albümün duygusunu, anlattıklarını, saflığını, bana yaşattıklarını halen seviyorum. Ancak acemiliklerimi de görüyorum. İlk albümde şarkı söylemeyi bilmiyordum. Sesimi, boğazımı sıkıştırarak şarkı söylüyordum. Çocukluğumda yaşadığım konuşma probleminden kalma bazı ciddi izlerin ve alışkanlıkların neticesiydi. Herhangi bir eğitimim yoktu. Bunları değiştirmek, düzeltmek yıllar sürdü. Hala da devam ediyor. 2013’ten beri ses terapisi, konuşma terapisi, farklı tekniklerden şan dersleri alıyorum. Bunun büyük farklarını duyuyorum ilk albüme bakınca.
Sound’u da çok daha farklı olabilirmiş. Bi’ yandan ortaya çıkan işin, o zaman için elimden gelenin en iyisi olduğunu da biliyorum. Yanlış ya da eksik de yok yani bir bakıma. İlk albümüm Maya’nın başka bir şekilde yapılmış halidir aslında, duyabilene. Yıllar içinde müziğim ve vokalim geliştiği için Maya’yı yapabilmişimdir. Maya’yı yapabildiğim için Toy’u yapabilmişimdir. Böyle bakıyorum.
İlk albümü şimdi kaydetsem, daha elektronik, synth bazlı bir albüm olurdu muhtemelen. O şarkıların bazılarını tekrar kaydedip söylemeyi isterim. Filler ve Çimen’i bazen konserlerde çalıyoruz.
Anadolu ezgileri derken hiç beklemediğimiz bir elektronik altyapısı var Kahrettim’in. Daha popüler bir sound kullanmanın muhakkak bir hikayesi, anlamı vardır. Biraz bahsedebilir misin?
Türlere, etiketlere takılmıyorum. Esas önceliğim iyi müzik yapmak. Diğer yandan türler arası gezmeyi, yeni şeyler denemeyi, bozup yapmayı, karıştırmayı çok seviyorum. Kendimi şaşırtmayı seviyorum. Akışkan olmak güzel. Kafalarda bir imaj oturmaya başladığını sezdiğimde onu değiştirme, bozma eğilimim de oluyor sanırım. Çünkü aslında o imaj ve projeksiyonların hiçbirisiyim tam olarak. Başka bir bakışla hepsi de olabilirim. Bu bir özgürlük sunuyor. Tek bir stile sıkı sıkıya tutunup kalmak yerine konfor alanımı değiştirmek, sınırlarımı genişletmek daha zevkli ve dönüştürücü benim için.
Bugüne kadar tek bir gitarla da, bir rock band’le de, kalabalık synthesizer’larla da, elektronik dans beatleriyle de şarkı söyledim. Hepsinde eğlendim. Yıllar önce, rave kültürü içinde geçen yoğun bir dönemimin ardından Mavi’yi, Ya Bu İşler Ne’yi, Yıldızların Peşinde’yi, Comme un animal’i yazmıştım mesela. Kimse benden dans beati beklemiyordu o zaman ve hatta bunlar ilk anda yadırganmıştı. Eli gitarlı bi’ çocuktum. Demek istediğim, müziğim ruh halime, içgüdülerime, kişisel yönelim ve zevklerime göre devamlı şekilleniyor, değişiyor, benle beraber dönüşüyor. “Kahrettim” de yine bütün bunların bir neticesi. Aslında Kahrettim’in vokal melodilerinde de yine oldukça folk tınılar var. Bana özellikle ilk albümlerimdeki şarkı yazarlığımı ve 90’lı yılların pop baladlarını anımsatıyor. Bir yanıyla diskografime bağlanan bi’ şarkı. Bir yanıyla adımını benden ileriye atıyor. Şarkıyı bir buçuk yıl önce yazdım, kafamdaki sound’u duyana kadar beş prodüktör gezdim. Flytones’la ve Da Poet’in de katkılarıyla son halini aldı. Bu hali beni oldukça tatmin etti. Şimdi “ee sırada yeni ne var?” modunda geziyorum. Kendi ‘yeni’min peşindeyim diyebilirim, genel olarak.
Anadolu ezgileri, yerel tınılar ilk albümümden bu yana benim müziğimde var, hep de olacaktır. “Buralı” yanlarımı göstermek, gösterirken çeşitli çeviriler yapmak, onları güncel bir dille aktarmak benim hoşuma gidiyor. Hem zamansız hem güncel, hem buralı hem dünyalı, hem de aynı anda kendim olmanın tartımlarını yapıyorum zaman zaman kendi içimde. Çok hesaplı planlı şeyler de değil, ama arada bu yoklamaları, revizeleri yapmak bir tür varoluşsal egzersiz gibi artık benim için. Bu kendi kendine “challenge” hali beni diri tutuyor. “Kahrettim” bu kafamın ürünlerinden biri.
Hayranı olduğum Bowie, on yıllar boyunca bukalemun misali sound ve stil değiştirmiş, pek çok şey denemiştir mesela. Ancak bütüne baktığınızda aynı bold imzayı görürsünüz. Sezen’de de var aynı zengin şey. Ben bunlardan etkileniyorum. Bir gün çıkıp yeniden tek bir gitarla da şarkı söyleyebilirim. Çok daha sert şeyler de yapabilirim. Benim mevzum bu akışkanlık.
Dinledikçe daha çok sevilen ve sözleri çok katmanlı bir şarkı olmuş Kahrettim. Karanlığa düşünce seni yeniden ayağa kaldıranlar neler oluyor?
Kaynakla kurduğum ilişki, dolayısıyla kendimle kurduğum ilişki. O bağlantı zayıfladığında insan dışa bağımlı hale geliyor, güçlendiğinde ise daha yüksek bakış açıları kazanmaya başlıyorsunuz. Karanlık, karanlık gibi gelmemeye başlıyor hatta. İdrak önemli. Toparlanıp devam edebilmek için kendini dinlemek, içe yönelmek, bazı evrensel okumaları yapabilmek gerekiyor bence. Doğa bana her zaman iyi geliyor. Mizahla ilgilenmek iyi geliyor. Bütün bunlarda mizahi bir taraf da var zaten, bunu görebildiğinizde merkezlenmek daha kolay olabiliyor.
Müzikte baskın şekilde olmasa da sözlerde, seçtiğin kelimelerde yine Anadolu ruhu var. Söz yazma sürecini anlatabilir misin biraz?
Herhangi bir müzik duyduğumda üzerine spontan söz yazabiliyorum. Genellikle yalnızken, kendi kendimleyken söz yazarım. Birileri varken dikkatim dağılıyor veya kendimi bir nebze kapatabiliyorum. Bazen kısa cümleler gelir, not alırım. O cümleler daha sonra bir şarkının bir bölümünü oluşturur. Bazen bir şarkı 15-20 dakika içinde gelir. Başlar ve biter. Anî bir ileti gibi. Sanırım yazan üreten pek çok insanda benzer işliyor bu durum. O yaratım, aktarım fazı ilginç geliyor bana. Parçası olduğumuz kaynak çeşitli yollarla dile geliyor gibi ve aslında hepimiz bir şekilde bunun içindeyiz. Bu gücün herkeste olduğunu, farklı farklı şekillerde tezahür ettiğini düşünüyorum. Yani ben böyle hissediyorum. Yazdığım sözlerin mucidi, mutlak sahibi gibi görmüyorum kendimi.
Babana yazdığın şarkıdan 1 sene sonra babanı kaybettin, Allah rahmet eylesin. Baban şarkıların için ne düşünüyordu?
Hislerini kolay kolay belli etmezdi. Ancak “Babamı Beklerken” şarkısıyla çok mutlu olduğunu, gurur duyduğunu biliyorum. “Gel”in başarısı üzerine bir gün kahvehaneden beni aramış ve o an yanında bulunan arkadaşlarının şarkıyı ne kadar çok beğendiğini bana gururla anlatmıştı. Hayatımın en güzel anlarından biriydi. Diş hekimliği mesleğini bıraktığımda en çok üzülen kişi babamdı. Sonra sonra fikrinin değiştiğini görmek şahaneydi.
Pandemi bizi kendimizi, hayatımızı sorgulamaya sevk etti. Sen de geçtiğimiz günlerde diş hekimliği günlerinden fotoğraf paylaştın. Eğer hayallerini takip etmeseydin sence şimdi nasıl bir hayatın olurdu? O hayat içinde de kendine mutlu olacağın, kendin olabileceğin alanı nasıl yaratırdın?
Diş hekimliğine devam etseydim de, kendimi ifade etmenin bir yolunu bir şekilde mutlaka bulurdum sanırım. Başka türlü bir var olma biçimi hayal edemiyorum kendim için. İfade etmek, söylemek, çocukluğumdan beri en önemli sınavım, hem de en büyük ihtiyacım oldu. Müzik olmasaydı başka bir yol mutlaka bulurdum. Bulamasaydım mutsuz olurdum. Kendini tanıyan, bilen, sorgulayan herkes için geçerli olduğunu düşünüyorum bunun. Bu hayata potansiyellerimizi gerçekleştirmek için geliyoruz. Bizim için en doğrusunu yine ancak biz bilebiliriz. Başkalarına kulak asmamak gerekiyor. Ne kadar baskılansam, ne kadar çok itiraz yesem de, çocukluğumdan bu yana bir şekilde bunun farkındayım ben.
Hakkında yazılanları okumak seni yoruyor mu? Kendini kötücül yorumlardan nasıl koruyorsun? Psikolojik destek alıyor musun?
İşimin şartları gereği haksız eleştiriyi de abartılı övgüyü de anlayıp ayırt edebilecek bir görüye sahibim artık. Yıllar içinde gelişti bu. Zamanla görüşünüz keskinleşiyor, deriniz kalınlaşıyor. Benim eleştirilmekle ilgili bir derdim yok. Bunlar olacaktır, normaldir. Yapıcı ve anlamlı olanları alıp yoluma, gelişimime dahil ederim. Genel olarak kendimin ve kendimi getirdiğim yerin farkındayım, gitmek istediğim yeri de iyi biliyorum. Dolayısıyla dış etkenler bir derece etkiyebiliyor buna. Sevgi sözcükleri duymak beni elbette mutlu eder, herkesi edeceği gibi. Nefret söylemine maruz kalmak elbette zaman zaman üzüp düşündürüyor. Ama özellikle de sosyal medyada bütün bunlar zaten birer projeksiyon ve yorumdan ibaret. Bunun böyle olduğunu algıladığım ilk günden beri başka türlü okumaya çalışıyorum hepsini. İnsan psikolojisi acayip çalışıyor. Kendi bireysel hayatlarımızda veremediğimiz herhangi bir tepkiyi, veya aşamadığımız bir eşiğin ifadesini, sosyal medyada karşımıza ilk çıkan şeyin altına tak diye yazabiliyoruz. Çünkü o enerji akacak bir mecra bulmak zorunda. Böyle çalışıyor. Farkındalıklar arttıkça bunlar azalacaktır.
Profesyonel olarak müziğe başladığımdan beri kendim üzerinde çalışıyorum, profesyonel destek alıyorum. Bu, insanları ve kendimi başka türlü okuyabilmemi sağlıyor ve aslında beni pek çok şeyden özgürleştiriyor.
Nedir bizim milletçe kimseyi olduğu gibi kabul edememe, hep maskeli, hep gri olmaya yöneltilme halimizin sebebi sence?
Sebebi kendi içimizde kabullenmediğimiz, yahut beğenmediğimiz, dışladığımız yanlar olabilir. Her insan dünyayı kendi penceresinden, farkındalıkları elverdiği ölçüde görüyor. İçerdeki gibi bakıyor dışarıya. Bütün her şey birer projeksiyon. Kendini bilen, tanıyan, gerçekten sevip kabullenmiş birinin başkalarıyla bir derdi olabileceğini sanmıyorum.
Son olarak +1 FEST konserini sen evde izleyen bir seyirci olsaydın, kendine evde nasıl bir “set-up” kurardın bu konser için? (Mumlar, ağlamalık peçete belki tef, müziğe eşlik etmek için…)
Işıkları kısar, varsa mumları yakar, içecek bir şeyler koyardım. Bazı şarkılarda oturup ağlar, bazısında zil takıp oynardım. Shakira kemeri de olur!