Türkiye 6 Şubat 2023 günü Maraş'ta Pazarcık ve Elbistan merkezli 7,7 ve 7,6 büyüklüğünde iki depremle sarsıldı, çok büyük ve acı dolu kayıplar yaşandı.
Türkiye 1939'daki büyük Erzincan depreminden bu yana böyle çok sayıda büyük felaket yaşadı. Her felaketten sonra da o zamanın bilimsel birikimine göre depremden etkilenmeyecek yeni bir yerleşme kurulmaya çalışıldı.
1939 depreminden sonra Erzurum'da Celal Ulusan'a modern bir kent planı hazırlatılmıştı. Bu planda binalar alçak katlı tutulmuştu. Türkiye o depremden sonra köy kahvelerine depremde yıkılmayacak kerpiç evlerin aralarına hatıl atılarak nasıl yapılması gerektiği konusunda posterler astırmıştı. Bu çabalar çözüm olamadı, Erzincan 1992 yılında yeniden yıkıldı. Kent, Dünya Bankası'ndan sağlanan kredilerle ve o zamanın bilgi ve teknolojisine göre yeniden en iyi şekilde inşa edildi. Ama Türkiye'nin felaketler süreci sona ermedi, 1999 yılında yaşanan Kocaeli ve Düzce depremleriyle yeniden büyük kayıplar ve acılar yaşandı. Yıkılan yerler yine eldeki bilgiye ve teknolojiye göre en iyi şekilde inşa edilmeye çalışıldı. Bu kez Türkiye konuya daha önceki yıllardan daha ısrarlı ce kapsamlı bir biçimde eğildi. Deprem yönetmelikleri değiştirildi, yapılarda hazır beton ve nervürlü demir kullanılmaya başlandı. Dönüşüm yasaları çıkarıldı, deprem vergileri konuldu, afetler konusunda yeni kurumlar yaratıldı. Deprem konusundaki akademik araştırmalarda artış oldu. 1999 yılı depremlerinin bir "Milat" olduğu kanısı yaratıldı.
Maraş depremleri bize böyle bir iyimserliğin görgül bir dayanağı olmadığını gösterdi. 24 yılda değişen fazla bir şey olmamıştı. Değişen yönetmelikler sayesinde 2000'li yıllardan sonra yapılan binaların daha dayanıklı olması, daha az yıkılması bekleniyordu. Oysa yeni binalardaki yıkılmalar çok oldu. Toplumu en çok bu sonuç şaşırttı. Ayrıca deprem sonrasında devletin felaketzedelere yardım performansında da 1999'a göre artış değil, önemli bir düşme olmuştu.
Tabii, yaşanan bu büyük hayal kırıklığı sonrasında, toplum yaşanan büyük acılar ve hasarların nasıl karşılanacağı konusunu yeniden konuşmaya başladı. Bu konuşmalara baktığımızda, yapılan konuşmaların iki grup içinde toplanabileceği görülüyor.
Bunlardan birinci grup, yaşananları ve karşılaşılan yetersizlikleri anlatmakta, yaşanan felaketin yarattığı acılar konusundaki duyarlılığı toplumda yaygınlaştırdı. Bu anlatımların da etkisiyle toplumda yaygın ve derinden bir duyarlılık doğdu. Tüm ülkede yüksek bir dayanışma ortaya çıktı.
Bu konuşmaların ikinci grubu ise, toplumun müteahhitlerden, sorumlu yöneticilerine kadar sorumluların kimler olduğunun saptanması ve sorumluların cezalandırılması üzerinde yoğunlaştı.
Bu felaketin sorumluluğunun toplumdaki bireylerin suçluluğunda ya da ahlak zafiyetinde aranmasının ne anlama geldiği üzerinde biraz durmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Eğer toplum sorunu bireyin ahlakı düzeyinde görüyorsa, iki konuda kuşkusu bulunmamaktadır demektir. Bunlardan birincisi deprem riski karşısında nasıl davranılması gerektiği konusunda toplumda bilgi eksikliğinin bulunmadığının kabul edilmesidir. İkinci ise toplumda bu konuda görev alması gereken kurumların neler olduğu ve bunların mensuplarının nasıl davranması gerektiği konusunda yeterli bilginin bulunduğu varsayılmaktadır. Ancak bu koşullarda toplumdaki bireylerin suçlanmasının bir dayanağı olacaktır. Ben bu yazıda yaşanan felaketin sorumluluğunu bireylerin ahlakı düzeyinde temellendirmeye uğraşmayacağım. Bu yazıda sorumluluğu bireyler düzeyinde değil, toplumun tümünde, yani bizde gören bir çözümleme içinde olacağım. Böyle bir yaklaşımın seçilmiş olması suçluların saptanmasının önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Tabii var olan kuralları ihlal edenlerin hak ettikleri cezayı ödemeleri gerekir.
Eğer sorumluluğu tek tek bireylerde ve onların ahlakında ararsak, deprem sorununa yaklaşımımızda bir ilerleme sağlayamayız. Oysa sorumluluğu bizde, kendimizde ararsak, başaramadıklarımızın neler olduğunu saptar ve onlara çözüm yollarını sorgularsak, deprem sorununa yaklaşımımızda yeni açılımlar sağlayabiliriz. Bu yazıda böyle bir yol izleyeceğim için, öncelikle başaramadıklarımızın neler olduğu konusunda bazı saptamalarda bulunacağım.
Birinci sorun, elbette, çok temel bir sorundur. Türkiye'de devletin ve siyasetin çok kapsamlı, temelden ve esaslı irdelenmesini gerektirir. Ama bu yazıda böyle bir alanda değerlendirmeye girilmeyecek, sadece sorunun önemine dikkat çekilmekle yetinilecektir. Bu yazıda esas ele alınacak olan, Türkiye'nin depremle birlikte yaşayabilme stratejisi geliştirilirken bilim ve teknoloji alanıyla kurulan ilişkinin yeterliliğinin sorgulanması olacaktır.
Böyle bir değerlendirmeye başlamak için önce deprem sorununun içeriğini ve kapsamını ele almamız gerekir.
Bir yerde yerkabuğu hareketleri sonucu bir deprem gerçekleştiğinde deprem sorunu başlamış olur. Eğer depremin büyüklük düzeyi küçükse, oradaki yapılar ve altyapılar bu deprem dolayısıyla bir hasara uğramamışsa, deprem bir sorun olarak ortaya çıkmaz, başladığı anda biter. Ama söz konusu yapılar ve altyapılar yıkılıyor, hasara uğruyorsa, hele can kayıpları ve yaralanmalar olmuşsa deprem sorunu başlamış demektir. Depremin büyüklüğü ne kadar yüksekse, merkezi ne kadar yüzeye ve yerleşkelere yakınsa, yarattığı hasar ve kayıplar yükselir, çoğalır. Depremin yarattığı sorunlar büyüdüğü için yapılacak müdahalenin yoğunluğu ve mertebesi de artar ve yükselir. Bu hasar ve kayıpların derecesi ülke ekonomik performansını etkileyecek düzeye bile ulaşabilir.
İster küçük, ister büyük olsun, bir deprem sorunu ortaya çıktı mı, yerleşmede yaşayanların doğan ihtiyaçlarının çıktığı anda karşılanması gerekir. Öte yandan bu ihtiyaçlar statik değildir. Sorunun çıkmasından sonra zaman geçtikçe karşılanması gereken ihtiyacın ne olduğu da değişir. Afet ihtiyaçları sürekli yeniler. Deprem sorununu çözme sorumluluğunu taşıyanlar farklılaşan ihtiyaçları karşılamak durumundadırlar. Bu sürekli değişme beraberinde çözümü getirecek aktörün kim olması gerektiğinin de değişmesini getirir. Bu değişmenin niteliğini gözlerde canlandırmak için kaba bir aşamalandırma önerilebilir.
Deprem sorunu ortaya çıktığında birinci aşamada hiç gecikme olmadan kurtarma operasyonunun başlatılması ve içme suyu, beslenme, tuvalet vb. temel yaşam ihtiyaçlarının karşılanması gerekir.
İkincisi aşamada binaların yıkılması ve süren artçı depremler dolayısıyla halkın yıkılmayan binalara giremeyişi nedeniyle ortaya çıkan konaklama gereksinmesinin karşılanmasıdır. Bu dönem genellikle çadır kent aşaması olarak adlandırılmaktadır. Bu aşamada çöken iletişim, doğal gaz, elektrik vb. temel alt yapının yarattığı eksiklikler karşılanmaya çalışılır, yeni bir sağlık hizmetleri alt yapısı oluşturulmaya başlanır.
Üçüncü aşamada ikinci aşamada üretilen çözümlerin dönüştürülerek, kalıcı çözümler gerçekleştirilinceye kadar sürdürülebilir hale getirilmesidir. Bu aşama genellikle çadır yerleşmelerden kontainer yerleşmelere geçiş olarak adlandırılmaktadır.
Dördüncüsü kalıcı çözüm üretilmesi aşamasıdır.
Bu dört aşamalı sürecin temel ve ortak özelliği hızlı davranılması gerekliliğidir. Öte yandan, ilk aşamadaki hız gereksinmesi ile son aşamadaki hız gereksinmesi aynı değildir. İlk aşamada can kayıplarının en aza indirilmesi söz konusu olduğu için adeta zamanla yarışılacaktır. Bu yarışmanın gerçekleştirilebilmesi için bu konuyu görev bilen kurumların önceden yaptığı hazırlıklar özel önem taşır. Daha sonraki aşamalara geçildikçe çözümlerin etkili olabilmesi için harekete geçirilmesi gereken kaynak miktarı artmakta, dayanışmada, fedakarlıkta bulunması gerekenlerin sayısı ve çeşitliliği yükselmekte ve toplumun tümüne yayılmaktadır.
Bu yazıda deprem sorununun tüm aşamaları üzerinde durmayacağım. Yalnız kalıcı çözümün üretildiği son aşama üzerinde değerlendirmeler/irdelemeler yapacağım. Bu aşamada çözüm arayışlarının ve uygulamasının hızı konusunda sağduyulu davranılmalı, çözümü geliştirecek, planları hazırlayacak olanlara yeterli bir süre sağlanmasının yolu bulunmalıdır. Böyle bir zaman kazanılması ve aceleciliğin kalıcı hatalara dönüşmemesi için üçüncü aşama çözümlerinde sağlanacak yaşam kalitesinin yeterli düzeyde olmasına özen gösterilmelidir. Üçüncü aşamada verilecek hizmetlerin kalitesinin yüksekliği, dördüncü aşamada kararların verilmesindeki zaman sıkışıklığını azaltacaktır.
Deprem sonrasında felaket yaşayan yerleşmelerin yeniden planlanması konusunda doğrudan ilişkili üç akademik alan bulunmaktadır. Bunlar;
alanları/disiplinleri olarak sıralanabilir. Her üç alanda da Türkiye'nin dünyanın ulaşmış olduğu bilimsel bilgi ve teknolojiyi kullanmak ve katkıda bulunmak bakımından önemli bir sorunu olmadığı söylenebilir. Türkiye'de yer bilimleri alanında, gerekli bilimsel bilgileri üreten, yeterli miktar ve kapasitede yer bilimcileri bulunmaktadır. Benzer bir durum mimarlar, mühendisler ve kent ve bölge plancıları için de söz konusudur.
Bu kapasitenin gerekli bilginin üretimin yapılması, tasarımların geliştirilmesi ve projelerin hazırlanması bakımından yeterli olmadığı söylenemez. Yetersizlik iddiaları genellikle iki konuda yoğunlaşmaktadır. Bunlardan birincisi var olan bilgilerin, teknolojilerin ve kapasitelerin kalıcı çözüme ilişkin stratejik tercihlerin geliştirilmesinde yetersiz kalışıdır. İkincisi ise hazırlanan projelerin/planların uygulanmasını sağlayan müteahhitlik sektörünün bir bölümüne ilişkin sorunlardır.
Türkiye'nin müteahhitlik sektörü ikili bir yapıdadır. Bu ikili yapının gelişmiş bir bölümü dünyadan iş almakta ve aldıkları işleri başarıyla gerçekleştirip iş verene teslim etmektedir. Müteahhitlik sektörünün bu bölümü güçlüdür, dünyada başarılı olarak yarışmaktadır. Dünyanın başarılı olan müteahhitlik firmaları listesinde en çok firma bulunduran ülkeler arasında Türkiye ikinci sırayı almaktadır. Ama sektörün yapsatçı olarak adlandırılan, finansal kaynakları sınırlı, sayıları çok olan ikinci bir bölümü bulunmaktadır. Felakete uğramış kentler işte bu güçsüz yapsatçı müteahhitler tarafından inşa edilmiştir. Onların yetersiz kaldığını yaşananlar açıkça ortaya koyuyor. Bu başlı başına önemli bir sorundur. Biz bu yazıda, bu sorunu ele almayacağız. Bu yazıda sadece uzun erimli kalıcı çözümlerin geliştirilmesi konusunda stratejik tercihlerin yapılmasındaki yetersizlikler üzerinde durmakla yetineceğiz. Bu yetersizleri göstermek için özellikle iki konu ele alınacak. Bunlar;
Bu beş başlığın deprem sorununun kalıcı çözümlerine ilişkin stratejik tercihler açısından irdelenmesine başlayalım.
Yerbilimciler yerkabuğunun plakalardan oluştuğu ve bu hareket eden plakaların sürtünmeleriyle biriktirdikleri enerjilerin boşaldığında ortaya çıkan S dalgalarının depremleri ve binaların yıkımını yarattığını söylemektedirler. Bu depremler yeryüzünde faylar/çatlaklar yaratmaktır. İşte bu fayları araştıran, haritalarını çizen yer bilimcileri, yeryüzünde gelecekte nerelerde ve yaklaşık ne büyüklükte bir deprem olabileceğini kestirmektedirler. Ama depremin ne zaman olacağı belirsiz kalmaktadır. Yerbilimciler uzun tarihsel gözlemler sonrasında bir fayın kaç yıllık bir birikimden sonra yeniden kırıldığı bilgisini belirtirler Bu tür bilgilere dayanarak, canlı bir fayın yeniden kırılmasının uzak mı yakın mı olduğu konusunda görüşler, yargılar ileri sürerler.
Yerbilim çalışmalarının sağladığı bilgiler gayet net bir stratejik tercihe işaret etmektedir. Depremin zamanını bilmesek de olabilecek yeri biliyorsak, depremden kaçınmanın yolu eski yerleşmeden uzaklaşarak, yeni yerleşmeyi deprem riski bulunmayan bir yerde inşa etmektir. İlk bakışta rasyonel olan budur. Ama çoğu kez pratik nedenlerle bu stratejik tercih uygulanmamaktadır. Pratikte kentlerin çok büyük bölümü yıkıldıkları yerlerde yeniden yapılmaktadırlar. Bunu gerektiren çok sayıda neden sayılabilir: Yıkılan kentteki mülk sahipleri eski kentten uzaklaşmak istememektedirler. Arsalarının değerlerinden yararlanmak istemektedirler. Genellikle kentlerin tümü yıkılmamaktadır. Önemli bir kısmı yıkılmamıştır. Yıkılmayan binalar önemli bir sınavdan geçmişler ve sağlam olduklarını göstermişlerdir. Kenti tümüyle terk etmek ve kenti yeni bir noktada kurmak maliyeti çok yükseltebilecektir. Çoğu kez bu artışları karşılayacak kaynak bulunmamaktadır. Ayrıca eski kentin terk edilerek yeni bir kent kurulması konusundaki denemeler başarılı olmamıştır. Eski kentliler eski kentlerine bağlılık duymakta ve yeni bir yere gitmeyi reddetmektedir. Nitekim 1999 depreminden sonra Düzce'de böyle bir uygulama yapılmak istenmiş, halkın yeni yeri benimsememesi üzerine başarılı olunamamıştır.
Türkiye'de yeni yerleşmenin yıkılan kentin bulunduğu yerde yapılması için başka nedenler de bulunmaktadır. Türkiye'de deprem riski bulunan alanların oranı ülkenin yüzde 70'ini kapsamaktadır. Yapılan yeni araştırmalarla bilinen fayların sayısında artış olmakta, hazırlanan her yeni deprem riski haritasında deprem riskli yerlerin oranı yükselmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin yerleşme düzeninin kurgusu ve bu kurgunun gerisinde bulunan mantık dolayısıyla yeni kalıcı çözüm stratejini yer değiştirme düşüncesi üzerine kurmak olanaksızlaşmaktadır. Deprem hasarlarının olduğu yerlerin terk edilmemesi konusundaki bir başka gerekçe de fay hatlarının kırılmasındaki periyodun 250 yıl civarında olmasından kaynaklanmaktadır. Bir yerde deprem dolayısıyla bir yıkılma oldu mu, 250 yıl için yeni deprem riski azalmış olmaktadır. Bu süre kentte yapılan yapıların ekonomik ömründen çok daha uzundur. Bu durumda kenti eski yerinde yapmak ekonomik olarak yapılabilir (feasible) hale gelmektedir.
Türkiye'de büyük deprem felaketlerinden sonra yerbilimciler bir yerde deprem olacağını haber verdiklerini ama yöneticilerin yeterli önlem almadıklarını söyleyerek yakınırlar. Yöneticilerin sorumsuzlukları/duyarsızlıkları konusunda bir yargıya varmadan önce dikkatlice bir irdeleme yapmak gerekir. Bildirilen riskin olasılığının düşük olması, alınacak önlemlerin niteliğinin uzun sürede gerçekleşecek, çok kaynak gerektiren, dönüşümleri gerektirmesi ve başarısının kesin olmaması durumu, siyasal otoritenin beş yıl için seçilmiş olması gibi nedenler bir araya geldiğinde, bir yerbilimcinin burada deprem olma riski var demesi yöneticileri alarma geçirmek için yeterli olmamaktadır.
Kısaca değinelim.
Bir kentte yıkılma riski taşıyan binalar yıkılmalıdır. Bu sonuçları belli bir müdahaledir. Ama yapılan çalışmalarda kentteki binaların depremde yıkılmaması için güçlendirilmesi gereken çok sayıda bina bulunduğu tespiti de yapılmaktadır. Bu binaların nasıl güçlendirilmesi gerektiğinin araştırmalarla saptanması ve bu saptamalarla belirlenen müdahalelerin uygulanması gerekir. Deprem deneyimi bize bu müdahalelerin çoğu kez olumlu sonuç vermediğini ortaya koymaktadır. Kısacası bu konuda önemli bir belirsizlik bulunmaktadır. Bu tartışmayı uzatmayacağım. Burada yöneticilerin beklenen sorumluluğu göstermemiş olmasında, haber verilen riskin niteliği ve çözümün uygulanabilir ve sonuç alınabilir olmayışının payının yüksek olduğunun farkında olmalıyız.
Yerbilimi çalışmalarının ulaştığı stratejik tercih olan yeni yapılaşmaya deprem riski bulunmayan yerlerde gidilmesinin değişik pratik nedenlerle uygulanmadığı ortaya çıkınca, belirleyici stratejik tercihi mimarlık ve inşaat mühendisliği alanının yapılacak yapılar konusundaki stratejik tercihlerinde aramak gerekecektir. Böyle yeni bir odaklanma gereğinin doğması, yerbilimcilere için yeni bir talep yaratır. O da mikrozon çalışmalarının yapılmasıdır.
Bir yerden fay hattının geçmesi orayı hiçbir şekilde bina yapılamaz hale getirmemektedir. Değişik ülkelerin deprem yönetmeliklerinde bir fay hattına kaç metre yaklaşılabileceği konusunda konulmuş kurallar vardır. Deprem sonrasında çekilmiş fotoğraflarda fay hatlarıyla onun yakınındaki sağlam binalar birlikte görülmektedir. Deprem sonrasında yapılan hasar tespitlerinde binaların önemli bir bölümünün, yapının sağlam olarak yapılmasına rağmen zemin sorunları ve atılan temellerin yetersiz kalması nedeniyle yıkıldıklarını ortaya koymaktadır. Eğer depremde yıkılan yerlerde yeniden yapılaşmaya gidilecekse, jeologlar, jeofizikçiler o alanlarda mikrozon çalışmalarını yapmalıdırlar. İran'daki yönetmeliklerde kent planlarının yapılması için mikrozon çalışması yapılması zorunlu tutulmaktadır.
Bir kentte yaşanan bir deprem afetinden sonra yapılacak yapıların mimarlık ve inşaat mühendisliği tasarımı yapanların temel stratejik saptaması "deprem öldürmez bina öldürür" diye formüle edilmektedir. Bu saptama yerbilimcilerin deprem olan yerde yeniden inşaat yapılmaması, yerleşme yerinin değiştirilmesi şeklindeki stratejik tercihini gereksiz hale getirmektedir. Yapıların tasarlanmasından sorumlu olanlar, kendilerine maruz kalınacak depremin ivmesi ve zemin koşulları verildiğinde depremde yıkılmayacak bina yapabilme kapasitesine sahip olduklarını iddia etmektedirler. Bu durumda deprem sonrasında sorunun kalıcı çözümünü çok basite, "yıkılacak bina yapmamaya ya da yıkılmayacak bina yapmaya" indirgemektedir.
Yıkılmayacak binanın yapılmasını sağlamak için bu disiplinin mensupları yapı sürecini denetim altında tutmak için yönetmelikler, denetim süreçleri geliştirmektedirler. Bunun için başlangıçta tasarım ve projelendirme sürecinde yeterliliğin denetimi ve yapı yapma izninin nasıl verileceği kurala bağlanmaktadır. Bu yapının tasarımının yeterli olabilmesi için ne tür zemin etütlerinin yapılması gerektiği belirlenmekte, tasarımda önerilen temel sisteminin yeterliliği bu etütlerde elde edilen verilere göre test edilmektedir. Örneğin zemin etütleri sıvılaşan bir zemin tespit ettiyse, zeminin sağlamlaştırılması için zemine kazıklar çakılması, üzerinde de bir radye-general yapımına gidilmesi istenmektedir. Yıkılmayacak bir binanın yapılması için yeterli bir tasarım ve mühendislik projelendirmesi bir ön koşuldur. Ama bu tek başına yeterli değildir. Projenin öngörüldüğü gibi ve yeterli olarak uygulanmasının sağlanması gerekir. Bunun için de yönetmelikte inşaat sürecinin bağımsız kontrol firmaları tarafından nasıl denetleneceği belirlenmektedir. Yapının dayanıklılığını sağlamak için kullanılacak hazır betonun, nervürlü demirin vb.lerinin niteliği tanımlanmaktadır. Yapı tamamlandıktan ve yerel imar bürokrasisi tarafından denetlendikten sonra oturma izni verilmektedir. Genel olarak Türkiye'nin deprem ve yapı yönetmelikleri yeterlidir. Sorun bunun yönetimler, müteahhitler tarafından ciddi olarak uygulanmayışından, yasak savacak şekilde uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Kamu bürokrasisinin performansı sorgulanmalıdır. Bu konuda ciddi bir ilerleme sağlanamamıştır.
Günümüzde yıkılmaz yapının yapılmasında olanaklı yollardan sadece biri üzerinde durulmaktadır. Bu yol binanın rijitliğini/dayanıklığını artırarak yıkılmazlık kalitesini kazanmasına yönelmektedir. Aslında yıkılmazlığı sağlanmak istenenler betonarme inşaatlardır. Denilebilir ki bu yıkılmazlığı sağlamanın pahalı bir yoludur. Oysa yıkılmazlığı sağlamanın değişik ve daha ucuz yolları/stratejileri bulunmaktadır. Örneğin yıkılmazlığı yapıların rijiditesini artırarak değil, esnekliğini artırarak sağlamak yoluna gidebiliriz. Geçmişte Balkanlar'da ve Anadolu'da kullanılan hımış inşaat sisteminin esnekliği bu bakımdan ilginç ve başarılı bir örnektir. Ayrıca rijit binalarla bir çözüm üretmeye göre daha ucuz bir çözümdür. Günümüzde artık bu inşaat türü yaygınlığını kaybetmiştir. Bu ortadan kalkışın nedeni depreme dayanabilme konusundaki başarısızlığı değildir. İzmir'in hımış evleri önemli depremleri başarıyla atlatmıştır. Bu yapı sunum biçimiyle, Türkiye'nin hızlı kentleşmesi içinde artan arsa fiyatları karşısında orta sınıflar tek parselde, tek bir sahibi olan bir parsel üzerinde konut yapamaz hale gelmesiyle, tek parsel üzerindeki konutlar, kat kanununun mülkiyet anlayışı içinde çok katlı apartmanlara dönüşmeye başlayınca, hımış inşaatlar yeni ihtiyacı karşılayamamış, ortadan kalkmıştır.
Şurası önemli bir gerçek ki, deprem sonrasında kentlerin yıkılan bölümleri yeniden yapılırken tek kanallı çözümlere hapsolmamalıyız. Yıkılmaz konut elde edilmesinde birden fazla bina sunum biçimlerinin kullanılmasına olanak verilebileceğini akıldan çıkarmamız gerekir. Örneğin rijit binalarda kullanılan deprem izalatörleri sistemleri de çözümü depremde binanın hareketine izin vermekte bulmuşlardır.
Deprem sonrasında kalıcı çözümlerin üretiminde rol alan üçüncü meslek grubunun niteliği ilk iki gruptan farklıdır. İlk iki grupta yer alan meslekler ayrı birer disiplinlerdir. Bu disiplinler birbirinden çok farklı iki stratejik tercih üretmişlerdir. Şehir ve bölge planı alanı bir disiplin değil disiplinler arası bir faaliyet alanıdır. Bu mesleğin mensupları deprem sonrasında kalıcı olacak olan yerleşmenin planını hazırlayacaklardır. Bu nedenle depremle ilgili disiplinlerin katkılarını da alarak, şehir ve bölge planlama alanının kent planı hazırlama yaklaşımını eksiksiz olarak uygulayarak en yüksek yaşam kalitesini oluşturmaya çalışacaklardır. Böyle bir ele alışta deprem sonrasında acele çözümlere ve daha düşük yaşam kalitesine razı olmaya yer olmayacaktır. Var olan kent planlama ve uygulama pratiklerinin hataları varsa bunlardan kaçınılacaktır. Böyle bir tutumun gerekliliği yapılmak istenilenin kalıcı çözüm olmasından kaynaklanmaktadır.
Bunun için kent plancıları deprem geçirmiş alanlarda bir planlamaya giderken, o yerlerde mikrozon çalışmalarını gerçekleştirecek, yapıların yeni geliştirilen yönetmeliklerin ön gördüğü süreç içinde gerçekleşmesine katkıda bulunacak, kentte yeterli bir kamusal alanlar ağı oluşturmaya çalışacak, bu ağ içinde yeterli deprem toplanma alanlarına yer verecek, kentin bu bakımdan eksiklerini giderecektir. Ayrıca bu kentte hazırlanan yeni plan için ona özgü yeni bir imar yönetmeliği hazırlayacaktır.
Kent ve Bölge Planlama alanından olanlar bir kent için hazırlanan imar planının uygulanabilmesi için o plana özgü bir imar yönetmeliği hazırlanmasının gerekli olduğunu bilirler. Oysa bu konuda Türkiye'de tuhaf bir uygulama yapılmaktadır. Türkiye'de merkezi kurumlar ülkenin tümünde tek bir imar yönetmeliğini uygulamaya çalışmaktadırlar. Bu durumu da bir felaket olarak görebiliriz. Çünkü bu tutum, ülkenin yeni inşa edilen tüm kent alanlarını birbirine benzer hale getirmektedir. Bu da kentleri kimliksizleştirmek anlamına gelir. Bu nedenle günümüz Türkiye'sinde kentlerin kimlik arayışları kentlerin tarihi bölgelerini korumaya indirgenmektedir. Her kentin yalnız coğrafi yapısı değil, tarihi, sosyal, kültürel yapısı farklı ve önemlidir. O özelliklerin kaybedilmemesi, desteklenmesi ve geliştirilmesi gerekir. Bu bakımdan her kentte ayrı ve yerleşimin özelliklerini, karakterini dikkate alan bir yönetmelik uygulanmasıyla kentin yeni alanlarının da kimlik oluşturacak şekilde gelişmesinin önü açılır. Bu nedenle bu yazıda deprem sonrasında bir kentte yeniden bir planlamaya girişildiğinde bu yanlışın sürdürülmemesi önemle önerilmektedir.
Eğer modernist bir yaklaşımla depremde yıkılmayan bina yapmanın çözümünün tek bir kanala yöneltilmesi halinde, ülke ekonomisinin ve ülke içindeki gelir dağılımı realitesinin taşıyamayacağı çok pahalı bir çözüm üretilmiş olur. Türkiye'de durum, yalnızca milli gelir düzeyinin orta gelir düzeyinde olması değildir. Büyük bir gelir eşitsizliği bulunmaktadır. Böyle bir ülkede tek düze çözümler savunulamaz. Türkiye'de yıkılmaz bina yapmanın teknolojisini geliştirmek isteyenler, bunun değişik maliyetlerde, birden fazla yolunu üretmelidir. Bu olanaklıdır. Ben bile bu yazıda rijit ve esnek çözümlerin olanaklığına işaret edebildim. Bunlara, betonarme inşaat dışında, ahşap, çelik inşaat alternatifleri de eklenebilir. Tüm bunlar Türkiye bağlamında değişik maliyetlerde konut sunum biçimlerine ve farklı yönetmeliklere dönüştürülebilir. Eğer değişik gelir gruplarının olanaklarına uygun yıkılmaz bina yapma yolları yeterince çeşitlendirilebilirse, hem kentlerin gelişmesinde kimlik farklılıklarının oluşturulması olanakları genişlemiş olacak, hem de kentsel yaşamda doğabilecek bazı krizler ortaya çıkmayacaktır.
Böyle tek düze çözümlerin yapım aşamasında finansal sorunları şu ya da bu şekilde çözülmüş olsa da uzun erimde ne tür krizler yarattığını gecekondu örneği üzerinden irdeleyeceğim.
Türkiye'de siyaset gecekondu olgusunun toplumdaki ekonomik işlevlerini yeterince kavrayamamış, onunla ilişkisini yaratıcı bir biçimde kuramamıştır. İster Anavatan Partisi döneminde geliştirilen imar ıslah planlarıyla dört katlı yapsatçı apartmanlarına, ister AKP döneminde uygulanan dönüşüm projeleriyle çok katlı apartmanlara dönüştürülmüş olsun, gecekondu konusunda çözüm tek düze bir apartmanlaşma olarak görülmüştür. Bu ise çözümün hem konut sağlaması ve hem de depreme dayanıklı olmasının gerçekleştirmesi bakımından göreli olarak pahalı bir yolu olmuştur. Bu çözümlerin gerçekleştirilmesi için finansal olanaklar şu ya da bu şekilde sağlanmıştır. Ama bu çözümün ülke ekonomisiyle tutarsızlığı belli bir süre sonra, 2022 ekonomik krizinde bir kira krizi olarak kendini göstermiştir. Bu dönemde her yerde pahalı konutlar bulunduğu için kira artışları da çok yüksek olmuştur. Düşük gelirliler artık kendi gelirleriyle uyumlu konut bulamamakta, ya yaşadıkları kentleri terk ederek daha ucuz kiralık konut bulunan kente gitmekte, ya da bir ev değil oda kiralamak durumunda kalmaktadırlar. Eğer gecekondular yıkılmamış olsaydı, ya da onların sağlıklı hale getirilmesinde ucuz çözümlerle gidilseydi, böyle bir kriz doğmayacaktı. Çözümlerin ekonomiyle uyumlu hale gelebilmesi için uygulanan çözümlerin tekli olmaktan çıkarılması, çoklu ve değişik maliyetlerde olacak şekilde geliştirilmesi gereklidir.
Türkiye'de deprem sorunlarının incelenmesi ve çözüm arayışlarında modernist tutumlar ve aşırı merkezi yönetim anlayışı, ulaşılacak çözümlerde toplumun dayanışmacı kapasitelerinden yararlanılmasını büyük ölçüde devre dışı bırakmaktadır.
Yönetimler deprem sonrasında yapılacakları devletin bir ihsanı gibi görmekte, halkın da yönetimleri sorgulamadan, kaderlerine razı olmalarını ve devletin kendisine sunduğu hizmetle yetinmesini ve kendilerine şükran duymasını istemektedirler.
6 Şubat 2023 depremlerinden sonra da Türkiye'de benzer bir durum yaşanmıştır. Merkezi yönetim deprem sonrasında harekete geçmekte gecikmiş, can kurtarma açısından çok değerli saatlerin kaybına neden olmuştur. Buna karşılık halk, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler olağan üstü bir dayanışma kapasitesi göstermiştir. Elde edilen pek çok olumlu sonuç bunların çabalarıyla elde edilmiştir. Bu durumda beklenilen, merkezi hükümetin toplumun bu katkılarını cesaretlendirmesi, onların potansiyelinden olabildiğince yüksek düzeyde yararlanmasıdır. Oysa merkezi hükümetin yaptığı, yapılan her işi kendisinin sınırlı olan yönlendiricilik kapasitesinin içinde kalmaya, oraya, o sınırlar içine hapsetmeye çalışmak olmuştur. Merkezi yönetimin her şeyi kendi denetimi altında tutmak çabaları, çok büyük performans kayıplarına ve demokrasi açıklarının doğmasına yol açtı.
Oysa böyle büyük alanlarda yaşanan krizlerde çözümleri tek merkezden yönlendirmeye ve her şeyi merkezin denetiminde tutmaya çalışmak, önemli zaman kayıplarına, doğru müdahale biçimlerinin atlanmasına, çözümlerin tek merkezinin yaratıcılık düzeyiyle sınırlanmasına, yeterli çeşitliliğin üretilemeyişi dolayısıyla önemli performans kayıplarına neden olmaktadır. Bu tür bir kriz döneminde merkezin yönlendiriciliği, her yapılanı kendi denetimi altında tutmaya çalışmaktan çok, geniş alanın tümünü kapsayacak şekilde çok merkezli, dışarıdan gelen ve yerel sivil katılımlarla güçlendirilmiş, karar sisteminin çalışmasını sağlamak ve bu yerel yönlendiricilerin önünü açmak şeklinde olmalıdır. Böyle bir karar sistemi içinde çok daha çeşitli, sorunlara yerel bağlama daha uygun çözüm getiren kararlar üretilecek, sorunlara müdahalelerde zaman kayıpları azalacaktır. Merkez ise bu sistemin çalışmasını destekleyecek idari kararları verecek, kaynak ihtiyaçlarını karşılayacak, ülke düzeyinde lojistik sistemin çalışmasını sağlayacaktır. Böyle bir sistem deprem sorunlarının çözümü konusundaki performansını arttırdığı gibi, yarattığı demokrasi açığı da daha az olacaktır.
Daha önce de üzerinde durduğumuz dört aşamalı deprem sorununu çözme sürecinin ilk üç aşamasında burada önerilen yönetim anlayışının uygulanması üretilen çözümlerde toplumun dışta kalmasına olanak vermeyecektir.
Şimdi de dördüncü aşamayı ele alalım, yani kalıcı çözümün üretilmesi ve uygulanması konusundaki stratejik tercihimizin ne olması gerektiği konusunu irdeleyelim.
Dördüncü aşama ilk üç aşamadan nitelik olarak farklıdır. Bu aşamada hazırlanacak yerleşme planı kalıcı olacağı için aceleye getirilmemelidir. Çünkü yapılacak her hata kalıcı olacaktır. Şehircilik ilkelerine uygun olarak, olabildiğince normal süreçlere yakın bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Günümüzün kent yapma pratikleri içinde kapalı kapılar ardında, elitist argümanlarla, kentlilere emrivaki olacak şekilde hazırlanacak bir kent planı meşru değildir ve meşru görülemez. Normal durumda kent planının halkın katılımıyla hazırlanması gerekir. Deprem argümanı ve hızlı çözüm üretileceği gerekçesiyle dördüncü aşamada hazırlanacak planlarda katılımcılık dışlanmamalıdır. Zaman sıkışıklığı altında bulunulsa da, plan hazırlamanın katılımcılığı ve açıklığı devre dışı bırakmayan yolları bulunabilir.
Türkiye'nin 6 Şubat 2023'te yaşadığı 7,7 ve 7,6 büyüklüğünde Pazarcık ve Elbistan merkezli iki yıkıcı depremden sonra karşılaştığı deprem sorununun nitelikleri ve çözüm arayışları ve bu çözüm arayışlarında bilimsel bilgiye yaklaşımlar ve bunlara bağlı olarak geliştirilen stratejik tercihler konusunda irdelemeler yapmaya çalışan yazının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Böyle bir yazıyı sonlandırırken, bu irdelemeler sonunda ulaşılmış olan, deprem sorununun dördüncü aşamasında yapılacak yeni kent planı çalışmalarında yararlanılacak stratejik tercihlerin neler olduğu özetlenecektir.
Ve kuşkusuz, bu stratejik tercihler uygulanma sırasında hep iyileştirilmeye, geliştirilmeye açık kalmalıdır.