1947 Yılında, Hindistan'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Pakistan Devletine, bugün Bangladeş olarak bildiğimiz coğrafyada yaşayanlar da Doğu Pakistan olarak bağlanmış ama tam ortalarındaki Hindistan toprakları iki parçalı Pakistan'ı birbirinden ayırıyor ve bağlantıyı fiziksel olarak kesiyormuş. İngiliz boyunduruğu altında gerek Hindistan'dan gerekse de bugünkü Pakistan'dan görece geride olan Bangladeş' de resmi dil olarak Urduca belirlenmiş olsa da çoğunluk Bengalce konuşuyormuş ve sosyo - kültürel özellikler de egemen durumdaki Batı Pakistan ile pek uyuşmuyormuş. Bu bölgedeki nüfusun sadece yüzde 3'lük bir kısmı "Urdu" lisanını kullansa da, 1952 yılında Urducanın resmi dil olarak ilan edilmesine Bengal halkı ciddi tepki göstermiş. 21 Şubat 1952'de Bangladeş'in başkenti Dakka'da, Bengal Dil Hareketi üyesi çok sayıda öğrencinin ana dillerini kullanabilme ve bunu Pakistan'ın resmi dil olarak tanıması talebiyle yaptıkları eylemlerde çok sayıda genç öldürülmüş! Bu ve benzeri problemler 1971'de iki parçalı Pakistan'ı iç savaşa götüren sebepleri ateşlemiş ve kargaşaya Hindistan'ın da müdahale etmesiyle 1973 yılına kadar Hindistan işgali altında kalan Doğu Pakistan, Mart 1973'e Bengal'in ülkesi anlamında, Bangladeş Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsız bir ülke olarak dünya siyasetine katılmış.
Bangladeş devletinin 1999 yılında BM nezdinde yaptığı başvuruyu değerlendiren UNESCO, Bengal Dil Hareketi üyesi öğrencilerin Bengal alfabesiyle yazabilme ve kendi dillerini konuşabilme adına sonu ölümlerle sonuçlanan mücadelelerine atıf yaparak 21 Şubat tarihini, "Dünya ana dil Günü" olarak ilan etmiş.
Geçmişten geleceğe uzanan bir çizgide, bir toplumun tüm yaşamsal faaliyetlerinin, sevinçlerinin, hüzünlerinin, yenilgilerinin, başarılarının, doğal afetlerinin, savaşlarının, gelenek - görenek, örf ve âdetlerinin yani kısacası tüm edinimlerinin kayıtlı olduğu merkeze "toplumsal bellek", bu belleğin yaratımındaki başat öğeye de "dil" deniyor. Şu bir gerçek ki, mağara insanının sahip olduğu basit konuşma dilinden bu yana, on binlerce yılda oluşan yaşamla ilgili tüm kültürel birikimlerin yani toplumsal bellek şeklinde ortaya çıkan hazinenin yaratıcısı her daim konuşarak - yazarak dillendirilmiş. Görülmüş ki, dilin ortadan kalkması ya da etkinliğini yitirmesi toplumları temelsiz, köksüz, bilinçsiz bırakmış; geriye savurmuş. Nasıl ki, doğada binlerce hayvan, binlerce farklı ağaç ve sayısız bitki çeşitliliği içinde hayatın tadı daha coşkuluysa, ana diller de yaşamın değerlerinden, renklerinden biri olarak sayılmaz mı? Her dilin yapısı ve kullanılan kelime dağarcığı o dile özgü olduğu gibi, bireylerin düşünebilme, duygu ve isteklerini en iyi anlatabilme gücü –çoğu zaman- içine doğduğu ana diliyle olmuş.
Sosyal bilimlerin her alanında kabul gördüğü şekliyle, dil bilimciler, kullanılan dili, kültürünün içinde varlığını sürdürdüğü bir yaşam alanı olarak yorumluyorlar. Dilin kökeni ve tarihsel oluşumunun biyolojik - felsefi alanda yarattığı soruların varlığı bir yana, "dil" aynı zamanda insanı insan yapan en özel ve en mahrem oluşumlardan biri olarak görülüyor.
Çinceyi Dünyada toplam 1, 3 milyar insan konuşuyormuş. Dünya dili olarak bildiğimiz İngilizce, en çok konuşulan dil olmasa da, en yaygın 2. dil olma özelliğini taşımaktaymış. İspanyolca, Dünya dilleri arasında en fazla konuşulan 3. dil olarak ortaya çıkarken, resmi dilin İngilizce olduğu Hindistan'da, Hintçe en çok konuşulan diller arasında 4. sıradaymış.
Her ne kadar günümüz dünyasında İngilizce başta olmak üzere gerek iş hayatında, gerekse de sokakta çok az sayıda dile yönelik bir sapma varmış gibi gözüküyorsa da, özellikle büyük şehirlerde tek dilli bir hayatı sürdürmek giderek zorlaşıyormuş. Yani denilen o ki, ana dilinin yanında bir de "metropolitan" dil, yani şehir dili kullanımı giderek belirginleşiyormuş. Bu demek oluyor ki, globalleşen yaşam içinde, sadece ana dil ile hayatı sürdürebilme olasılığı gittikçe azalıyormuş.
Yapılan araştırmalara göre İngilizce konuşanların yüzde 66'lık kısmı bunu 2. dilleri olarak kullanıyorlarmış. İkinci bir dil öğrenme isteğinde olanların nüfusa oranla en ilginç tercihlerinden biri Kenya-Tanzanya-Uganda topraklarında kullanılan "Swahili" lisanıymış. Afrika Birliğinin resmi dili de olan "Swahili" lisanı, yalnızca 16 milyon kişinin ana dili olmasına rağmen tam 98 milyon kişi tarafından dillendiriliyormuş; yani bu lisanı bilenlerin yüzde 82'si onu ikinci dil olarak kullanıyorlarmış.
BM verilerine göre, dünyada her iki haftada bir dil, sahip olduğu bütün entelektüel gelişim süreci içinde, kültürel verileriyle birlikte yok oluyormuş. Düşünebiliyor musunuz, konuşulan dillerin yüzde 40'ı yok olma tehlikesi altındaymış! Rakam vermek gerekirse, bugün dünyada 7 binden fazla dil konuşuluyormuş ve şu ya da bu şekilde azınlıkta kalan 370 milyondan fazla "yerli" insan 5 binden fazla "yerli" yerel lisanı yaşıyor ve yaşatıyormuş.
Yapılan çalışmalarda Dünyada dilsel çeşitliliğin en yüksek olduğu ülke Papua Yeni Gine olarak belirlenmiş; nüfusu 8 milyondan biraz fazla olan bu ülkede 800'den fazla dil konuşuluyormuş! UNESCO verilerine göre, dilsel çeşitliliğin en düşük olduğu hatta hiç olmadığı ülke ise Kuzey Kore çıkmış.
İngiltere'deki Essex Üniversitesi'nde uzunca bir süredir dilbilim uzmanı olarak çalışan Dr. Monika Schmid, BBC ‘ye verdiği bir demeçte, yıllarca ana dilini duymayan ya da konuşmayan bazı kişilerin kolaylıkla ana dillerini tekrar konuşabilir hale geldiğini söylemiş. Schmid, ana dili unutmanın çok nadir bir durum olduğunu belirtmiş ama birkaç yıl ana dillerini konuşmayan kişilerin bazılarında akıcı konuşma yeteneklerinin kaybolduğunun gözlemlendiğini de söylemiş.
İlk tercümanların kimlikleri kesin olarak bilinmese de, çoğunun tarih öncesi zamanlarda muhtemelen ticaret yolları üzerindeki, Mezopotamya, Anadolu ve Mısır bölgelerinde yaşadığı düşünülüyormuş. Profesyonel anlamdaki ilk resmi tercüman Aziz Jerome olmuş. MS 347 Yılında, Adriyatik Denizi kıyısında Dalmaçya'ya yakın bir köyde doğan Jerome, Papa I. Damasus'un sekreteri olarak görev yapmış; özellikle İncil'in Latince çevirisi olan "Vulgate" sayesinde tanınır hale gelmiş. Aynı zamanda kilisenin doktoru olarak da kabul edilmiş. 389 yılında Filistin'de Beytüllahim Bölgesinde kurduğu manastırda teolojik eserlerin yanı sıra yerel dillerden Latinceye çevirdiği farklı konulardaki yapıtlarla erken Orta Çağ'ı derinden etkilemiş; tercümanlığın kültürlerin aktarılmasında ne derece önemli olduğunu gözler önüne sermiş.
Dini eserlerin dışında kalan konuların Latinceye çevrilmesindeki zorluk Orta Çağ boyunca devam etmiş, kilise teolojik konuların kelimesi kelimesine çevrilmesini yıllarca dayatmış. Ortaya çıkan çevirilerde anlam bozuklukları okuyanları yanıltmış, anlatılmak istenen duygunun tam olarak çevril(e)memesi eserlerin içeriğini anlamsız kılmış. Hatta Étienne Dolet adlı çevirmen kutsal metindeki anlatılmak istenen duyguları aynı bütünlük içinde çevirmeye çalıştığı için öldürülmüş, Fray Luis de León isimli tercüman da yıllarca hapsedilmiş.
12. Yüzyılda, İspanya'nın Toledo şehrinde bir grup bilim adamı tarafından kurulan çeviri merkezi, Avrupa'da bu konuda bir ilk olmuş, çok dilli kültürün yayılmasında öncü bir rol üstlenerek Klasik Arapçadan birçok felsefi ve bilimsel değeri olan eserlerin Latinceye ve diğer dillere çevrilmesinde önder olmuş. Toledo Çevirmenler Okulu, Rönesans'ın yaklaşan ayak sesleri içinde, ana diller arasında kurduğu etkileşimi sayesinde, kültürleri üst düzeyde etkilemiş, kütüphanecilerin, araştırmacıların, şairlerin, filozofların, seyyahların ve duygularını yazanların esin kaynağı olmuş.
Farklı kültürlerin dillerinde yazılmış eserleri kendi ana dillerine çeviren toplumların kullandıkları lisan zaman içinde gelişim göstermiş, kendilerinde olmayan sözcükler, terimler, özlü sözler, eşya isimleri ve yaşam tarzı gibi coğrafi özelliklerden doğan kelimeler günlük yaşamda karşılık bulmuş.
Alman vatandaşı Johannes Gutenberg'in matbaayı bulmasıyla –nispeten- ucuzlayan kitapların bilgiye erişmek isteyenlere açtığı yeni olanaklar sayesinde, o güne kadar sadece varlıklı kişilerin ayrıcalığı olan okuyabilme isteği –nispeten ama hızla- toplum katmanlarına doğru yukarıdan aşağı hızla yayılmış, basılı yayınlar kısa zaman içinde çok büyük talep görmeye başlamış. Avrupa'nın neredeyse tüm büyük yerleşimlerinde hızla açılan ve sayısı sadece yarım yüzyıl içinde bini geçen matbaa işletmeleri hem Rönesanssın çıkışını hızlandırmış, hem de kilise ile bilimsel bilginin çatışmasına zemin hazırlamış. O günlerde basılan kitaplar çok büyük ölçüde teolojik eserlerden oluşup genelde de Latince olsa da, farklı dillerde basılanlar da zamanla sayıca artmaya başlamış.
Martin Luther'in kiliseye karşı olan çıkışında İncil'i sokaktaki Almanın anlayacağı şekilde ana diline çevirmesi, hem modern Almancanın bütünleşik olarak yayılmasını sağlamış hem de yeni kelimelere olan ihtiyacı gözler önüne sermiş. Alman dilinin gelişimi üzerinde o güne kadar hiç kimsenin yap(a)madığı bu ivme, önce Alman ana dilini geliştirmiş, sonra da kıta Avrupa'sına yayılarak model oluşturmuş. O güne kadar anlayamadıkları bir dilde dua kitaplarını okumaya çalışan geniş kitleler, kendi ana dillerinde estetik değerlere uygun olarak çeviri yapılabileceğini fark etmiş, belâgat sanatı yani "retorik" uzmanlık alanı derin bir ufuk şeklinde açılmış. Luther'in İncil çevirisi, dilde evrim ihtiyacını ortaya çıkarmış, kelime seçimi, cümle yapısı, üslup, dil akışı, ritim ve ses uyumu açısından ana dillerin kurallarını belli bir berraklık içinde ele almak ihtiyacı belirmiş. Yani bizim dinde reform diye bildiğimiz bu dönem aynı zamanda diller arası geçişlerin ve ana dillerdeki gelişim sürecinin sonraki yüzyılları etkileyecek şekilde fitilini ateşlemiş.
UNESCO Dünya Tehlike Altındaki Diller Atlası'na göre Türkiye'de Kapadokya Rumcası, Kafkas dili Ibıhça, Güneydoğu Anadolu'da konuşulan Mlahso gibi 18 dil yok olmuş. Mlahso gibi Süryani dilleri ailesinden olan Siirt'in Pervari bölgesinde konuşulan Hertevin ile Turoyo lisanları ciddi olarak kaybolma tehlikesi içindeymiş; yani bu dilleri konuşan topu topu bir kaç kişi kalmış.
Bu konuda ülkemizdeki en temel çelişkilerden biri, çocuklara ana dillerinin ev ortamında öğretilmediğiymiş. Ticari hayatta olmayan, eğitimde de kullanılmayan diller, ana-babalar tarafından çocuklarına toplumdan dışlanmaması adına, ayrımcılıkla karşılaşıp "öteki" olmaması için öğretilmiyormuş.
Dil çalışmaları ve envanterinde önemli kaynak olan Ethnologue adlı internet sitesi, Türkiye'de hali hazırda konuşulmakta olan 39 dil olduğunu yazıyor. Türkiye'de ana dil tartışması ve eğitimde ana dil politikaları üzerine yapılan öneriler çoğunlukla ülkenin en fazla ikinci konuşulan dili olan Kürtçe üzerine yoğunlaşıp güvenlik ekseninde tartışılıyor ama Edirne merkezli "Gagavuzca", İstanbul'da konuşulan Yahudi İspanyolcası olarak bilinen "Ladino" da ciddi tehlike altındaymış. Adigece, Zazaca, Ermenice, Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontusça, Sinti, Çerkezce, Pomakça kaybolma konusunda tehlike kategorisinde gösterilmiş. Görece nispeten günlük hayatta daha kullanılır olarak varlığını sürdürse de, Çerkezce, Abhazca, Gürcüce, ülkemizde kullanılan lehçeleriyle Rumca ile Ermenice de ileriye dönük olarak can çekişen diller kapsamındaymış. Listede Osetçe, Uygurca, farklı Arapça lehçeleri, Sırpça ve Arnavutça gibi göçler sonucunda ülkemize dağılmış diller de yer alıyormuş.
Kaybolmaya yüz tutmuş ana dillerin korunması önemli. Aynı beyaz zürafa gibi, misk kedisi gibi, çağımızda varlığı bilinse de, soyunun tümüyle tükenip tükenmediği konusunda tam bilgimiz olmayan değerler misali kaç kişinin Ibıhça'yı, Kapadokya Rumcasını ya da Hemşinceyi konuşabildiği şüpheli. Bahsettiklerimiz sadece ana dillerin korunmasına yönelik. Bir de gelişebilmesi, günlük yaşamın yeni ortaya çıkan ihtiyaçlarına dilin yapısı - kuralları dahilinde kelime üretebilmek lazım ki, bu zaten neredeyse imkansız gibi. Ne diyelim, diller yaşasın ki, kültürler yarınlara taşınsın!
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.