Faşizm ile “ataç” arasında ne tür bir alaka var diye siz düşüne durun, ben daha da kışkırtıcı olayım: Aralarında öyle büyük bir ilişki var ki; duyunca şaşıracaksınız! Üstelik bu ilişki, 'ataç’ın bir kâğıda iliştirilmesi gibi değil; bu gerçek bir savaş ve gerçek bir mücadele...
Ben de sizin yerinizde olsam, pazar sabahı “ataç” dışında yazılacak konu mu kalmadı diye düşünürdüm. Fakat inanın bana, biraz araştırınca fark ettim ki “ataç” bugüne kadar dizayn edilmiş en iyi 100 tasarım içinde kabul ediliyor. Hatta bazı kaynaklarda ataç tasarımında bir fetiş nesnesi olduğu bile özellikle belirtiliyor. Böyle olmasa, bugün dünyanın farklı yerlerinde bulunan ve ofis eşyalarının tarihsel gelişiminin sergilendiği müzelerde hem “ataç” hem de “kâğıt tutacakları”nın tasarım evrimi sergilenir miydi? Günlük yaşamda karşımıza çıkan her şeyin ardında bir kültür tarihi var; tabii ki, ataçın da.
Ataçı koleksiyonerliğim sayesinde fark ettim. Mütevazı sayıda da olsa kağıt tutacakları koleksiyonum var. Viktorya dönemi İngiltere'sinden, çeşitli Avrupa devletlerinden, çarlık Rusya'sından, İran’dan ve bazı Asya ülkelerinden toplanmış bir çeşitlilik var elimde. Bronz, seramik, pirinç, bakır, çelik ve sert ağaçlardan yapılmış oymalı, gümüş ya da üstü mine kaplı tipleri var. El emeği ile yapılmış olanlar çoğunlukta olduğu için, dikkatli bakarsanız dönemin yapım teknikleri hakkında bilgi de veriyor. Belki bunları size bir başka yazımda anlatırım. Bugün sizlere anlatacağım kültür tarihi ve yaşanmışlıklar tümüyle “ataç” için olacak.
Ataç, 1899 yılında, matematik ve elektronik eğitimi almış Norveçli bilim adamı Johan Vaaler tarafından tasarlanmış ve aynı yıl Almanya’da patenti alınmış. Niye patenti Almanya’dan aldı diye siz sormadan ben söyleyeyim; Johan Vaaler o sırada Almanya’da bir patent bürosunda çalışıyormuş. Gelen yeni başvuruların muayene edildiği bölümün yöneticisiymiş. Yani mutlaka bir bildiği vardı, demek lazım. Tabii ki belki bunun içinde doğacak ticari gelirden iyi pay alma, kısa sürede uluslararası yaygınlığa ulaşma ya da bunun gibi farklı nedenler de olabilir. Ama bir şey daha var ki onu da söylemeden geçmeyeyim; bazı kaynaklar o yıllarda Norveç'te patent bürosu olmadığını söylüyor.
Aslında basit bir kâğıt tutacağı icat etmek için Amerika’da 1867 yılında başlayan çeşitli çalışmalar var. Sanırım onlar konuya sadece kağıtları bir arada tutmak olarak baktıkları için, toplu iğne çeliği kullanarak çift boğumlu bir düzeneği oluşturmak akıllarına gelmemiş olmalı. Hadi o yılları bırakın, işin ilginç ve belki de en önemli yanı, o günden bugüne, ana mantığın dışına çıkan yeni ve yaratıcı farklı bir ataç tasarımının yapılamamış olması. İşte ataçı güçlü kılan en önemli faktör de bu...
Nazilere direniş simgesi, ataç
Şimdi gelelim, en başta yazdığım gibi ataç-faşizm ilişkisine.
Bu hikâye Nazilerin Norveç’i işgal etmeleri sırasında yaşanıyor. Hitler müttefik güçlerin direncini kırmak ve Almanya'nın lojistik gücünü arttırmak için Norveç’in deniz sahasına sahip olmak istemiş. Kısa bir direniş sonrasında Alman ordusu Norveç’i işgal etmiş. Bu olaylar yaşanırken Norveç kraliyet ailesi ve hükümet üyeleri de topluca yurt dışına kaçmışlar. Nazi orduları her şeyiyle Norveç topraklarını işgal etmiş ve tüm sistemi eline geçirmiş.
Norveç için tam her şey bitti derken, “ataç” ortaya çıkmış ve Norveç halkı, Nazilere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı verdikleri mücadelede simge olarak ataç kullanmışlar. Yakalarına ataç takmışlar, ceplerinde ataç taşımışlar ve ataçın simgesel varlığına imgesel güçleriyle kazanma hırslarını eklemişler. Ve ataç simgesi 2. Dünya Savaşı’nın zor yıllarında Norveç halkı için o kadar etkili olmuş ve öylesine büyük bir birliktelik yaratmış ki, ortaya çıkan efsanevi güç, Nazilere karşı Norveç topraklarında ciddi bir direnç oluşturmuş.
Tabii ki bu dik duruş, faşizm baskısı ve işgali altında yaşayan diğer ülkelere de cesaret vermiş olmalıdır.
Durun, daha ataçın faşizmle mücadelesi bitmedi! Amerikan merkezi haber alma teşkilatı, CIA ve Amerikan ordusu da ataçın simgesel gücünü fark etmiş ve hazırladıkları kod adı “Ataç Operasyonu” olan planlarıyla, Nazilere hizmet etmekte olan 1500’e yakın sayıdaki mühendisi, bilim adamını ve teknisyeni Amerika’ya götürmeye ikna etmişler. Ataç sembolü sayesinde bu insanlarla gizlice temas kurulmuş ve Nazilerin bilimsel araştırmalarında çalışan, hatta savaş suçuna bile şu ya da bu şekilde bulaşmış akademisyenler, geçmişi örtecek temiz bir sayfa açarak Amerika'nın menfaatleri doğrultusunda çalışmaya başlamışlar. Kısa sürede Alman silahlarının sırları deşifre olmuş, gizli planlar açığa çıkmış ve “ataç operasyonu” sayesinde Nazilerin gizleri birer birer ortalığa dökülmeye başlamış. Nazi orduları için çöküş başlarken cephelerden gelen kötü haberler diplomatik alandaki başarısızlıklarla birleşmiş.
İşte ataçın 2. Dünya savaşı sırasında simgesi olduğu mücadelenin kısa öyküsü… Ne dersiniz, ilginç değil mi?..
Ataçın günlük yaşamımızda sık sık karşımıza çıkan o minicik yerini bir yana bırakalım, onu asıl fenomen yapan ve yaratıcı tasarım gücünü besleyen belki de en önemli özelliklerinden birinin basit ama yapıcı düşünebilen bir aklın ürünü olması olduğunu ekleyelim. Ataç o kadar sade, basit ve kullanışlı ki bu yüzden, icadından bu yana geçen bir asra rağmen, bugün bile tasarım gücünden en çok söz ettiren buluşlardan biri olarak kabul ediliyor. Zaten alanında bir asrı aşkın bir zamandır rakipsiz olarak yerini koruması da bu anlama gelmiyor mu?
Ataçın ardındaki giz ve böyle öyküleri benim karşıma çıkaran koleksiyonculuğum; koleksiyonculuğun insanı sürükleme gücü ve tutkuyla bağlanılan bir objenin peşinde yapılan yolculuk… Hep söylüyorum, koleksiyonculuk insanı tamirci de yapar, tarih araştırmacısı da. Gerek çok popüler gerekse az bilinen ve kimsenin aklına gelmeyecek alanlarda yapılan koleksiyonlar, aynı zamanda bilimsel araştırmalara kaynak oluşturur, yazılı tarihe yeni pencereler açar. Koleksiyonlardaki değerlerle yılların birikmiş tozunu üstünden atan yaşanmışlıklar canlanır, ete kemiğe bürünür.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim!..