Robotik tasarımların insan yaşamında yeni olduğunu düşünsek de, aslında basit mekanik aletler yapma isteği eski Mısır'a kadar dayanıyor. Kazılarda çıkan ve özellikle kraliyet ailesi için tasarlanmış şekliyle, hareket eden hayvanların - kutsal mitolojik canlıların ve kurulduğunda davul çalan bazı figürlerin MÖ 3. Yüzyılın içine tarihlenmesi şaşırtıcı değil mi?
Eski Yunan’da bu tür aletlere “automata” deniyor ve yapımında genellikle pişmiş toprak, cam, metal ve su gibi basit şeyler kullanılıyormuş. Mesela bilinen ilk denemelerden biri, İtalyan mucit, Juanelo Turriano’nun çalışmalarına Kutsal Roma İmparatoru 5. Charles’in destek olmasıyla yaşanmış ve herhangi bir çalgı aleti olmadan, mekanik olarak kendi kendine müzik yaparak belli bir ezgiyi seslendiren bir aletle ortaya çıkmış. Yine Roma döneminde tasarlanan trompet çalan minyatür askerlerin, mekanik oyuncakların, belli bir işlevi yerine getiren robotların varlığı biliniyor. Bunların sakın çocukları mutlu etmek için yapıldığını düşünmeyin! Hepsi imparatorları, soyluları eğlendirmek için yapılıyordu ve her biri insan aklının kendi sınırlarını test edercesine özgürce tasarladığı dönemin ışık saçan çalışmalarıydı.
1350’li yıllarda, Diyarbakır’da Artuk oğullarının sarayında yaşayan Cizreli İsmail oğlu Ebulizzade’nin çeşitli robotlar ve otomatik aletler yaptığı biliniyor. Artukoğlu Mahmut Beye 25 yıl boyunca hizmet ettikten sonra, efendisinden gelen “yaptıklarını bir kitapta toplama” isteğini geri çevirmeyen Ebuliz Bey’in hazırladığı kitapta yaptığı aletlerin çizimleri de yer almış. Çok eski bir kaynakta, 3 nüshasının İstanbul’un farklı kütüphanelerinde olduğunu öğrendiğim bu kitapta, Ebuliz Bey, tasarladığı 50 ayrı aletini anlatmış. Ana başlıkları ile, su saatleri, içki meclislerinde kullanılan otomatik kaplar, insan ve hayvan şeklindeki makineler, el yıkamak-abdest almak için usulünce su döken makineler, periyodik olarak çalışan fıskiyeler, kendi kendine müzik yapan ya da bir enstrüman çalan robotlar ve kuyulardan, akarsulardan su çeken tulumbalar ile önceden planlanmış çeşitli işlevleri yerine getiren robotlar varmış. Kitap her okuyanın kolaylıkla anlayabileceği ve isterse yapabileceği basitlikteymiş ve her alet için detaylı örnekler verilmiş. Kurulan bir zemberekle hareket eden “file binmiş adam” kollarıyla çeşitli hareketler yapıyor, davul çalıyor ve silah kullanıyormuş. İçinde adam bulunan kayık su doldurulduğunda, içindeki kişi bir eliyle ağzına götürdüğü boruyu çalıyor, bir eliyle de suyu boşaltıyormuş. Bunun dışında çeşitli müzik aletlerinden oluşan saz takımı kurulduğunda bütün bir faslı icra ediyormuş. Günleri, ayları, saatleri ve dakikaları gösteren takvim, saat başlarında 24 bölümlü bir kadranın kendine ayrılan kapısından çıkarak öten kuşu olan saat, şifreli kilitler ve selam veren - yürüyen robotlar varmış. Yerim yok diye hepsini almadım ama şu bir gerçek ki, son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla konunun irdelenmesi ve bu aletlerin birebir kopyalarının yapılarak dünyaya tanıtılması topraklarımızdaki saygın bir geçmişin bugüne olan yansıması olarak görülecektir, diye düşünüyorum.
Tabii ki, işin Avrupa ayağı da var; 15. yüzyılda Belçika’da ortaya çıkan Carillon, mekanik bir şekilde çalışan ve müzik çalan ilk ciddi örnek. Ahşap kasnak üzerindeki iğnelerin kontrollü olarak dönmesi ve bu yolla çark üstündeki çekiçlerin yerleştirilen çanlara vurmasıyla ortaya çıkan Carillon, büyük olmasına, ciddi yer kaplamasına rağmen çok beğenilmiş, saraylar, şatolar ve soylu evleri için ısmarlanmış. Ve bir anda dönemin en değerli eşyaları arasına girmiş. Düşünsenize, o yıllarda çok basit bir müzik kutusu başında toplananlar bile duydukları tınılarla hayal alemine dalıyorlarmış. Yapılan bu çalışmalarla, müzik dinlemenin keyfini halka indirerek herkesin satın alabileceği hale getirmek ve bu yolla satışları arttırma düşüncesi, mucitlere uykusuz geceler yaşatmış. İlk planda tasarımı karmaşık kılan çanlar ve çekiçlerden vazgeçilmiş. Sonra da, eklenen çelik dişli kasnak üstüne, farklı aralıklarda dönen çelik iğneler yerleştirilmiş; döngü devam ettikçe müzik net olarak duyulur hale gelmiş.
Evliya Çelebi 1665 yılında, Viyana’ya yaptığı ziyarette, bir dükkânın önünde kahve döven Türk esirler görür ama rehberi tarafından gündüz vakti tepki vermeme ve yardım etmeme konusunda uyarılır. Bunun üzerine güneş batarken tüm dükkânlar kapanırken gelirler ve kahve dövenleri aynı şekilde sağa sola bakmadan işlerini yaparken görürler. Tam bu sırada dükkân sahibi dışarı çıkar ve başlarından sarıkları alır. Sonra da elbiselerini çıkarır. Evliya Çelebi bunların esir değil, bir mekanizma ile idare edilen robotlar olduğunu görür. Ve şaşkınlığını yazılarında anlatır, bunun ne kadar sıra dışı bir şey olduğunun vurgusunu yapar.
1780 yılında, İsviçreli Jaquet Droz tarafından yapılan şarkı söyleyen mekanik bir kuş tasarımı ve 1792’de yine bir İsviçreli, Antoine Favre’nin önceden melodisi belirlenmiş bir müzik parçasını mekanik olarak çaldırması devrim niteliğinde olmuş. Bir kaç yıl sonra da silindir tipli müzik kutuları görülmüş. Silindir üstüne zımbalanan iğneli diskler döndükçe, tarak üstündeki çıkıntılara çarpıyor ve farklı kalınlıkların farklı açılardan çarpmasıyla müzik tınıları ortaya çıkıyormuş.
1800'lü yıllarla beraber Hayden’in, Bethoven’in ve Mozart’ın ünlü besteleri müzik kutularından duyulur hale gelmiş. 1813 yılında, bir yardım konserinde toplananlar, Maelzel tarafından yapılmış müzik kutusundan “Wellington Zaferi” isimli parçayı mekanik trompetlerin eşliğinde dinlemişler ve çok beğenmişler. Gelişen teknoloji, kasnağa çarpan dişlerin miktarını 5'li, 10’lu, 20'li miktarlardan, 300’lü, 400'lü sayılara çıkartmış. Bu da tabii ki, doğru seslerin alınabilmesi ve net bir şekilde müzik dinlenebilmesini sağlamış. Avrupa'nın lüks otelleri, balo salonları, pastahaneleri de müşterilerine her zaman müzik ziyafeti sunmak için birbirleri ile yarışmaya, son çıkan müzik kutularını edinmek için can atmaya başlamışlar.
Bu gelişme imkansızın başarılması, tarihin geriye dönebilmesi ve neredeyse zamanın durdurulmasıymış. Aslında bugünden bakıldığında yapılan iş, müzik kutularının gelişim mantığı içinde tersten hareket edilerek çıkıntı yerine balmumu üzerinde girintiler oluşturmasıyla sağlanmış olmalı. Tabii ki benimkisi aradan geçen 1,5 asır sonra ses kaydının bugünün teknolojisi ile tarifinin yersizliği olmalı!
1880 yılında, Almanya'nın Leipzig kentinde, Senfoni tipi müzik kutusu, yani kalliope, tasarlanmış. Artık sistemler ucuzluyor, sesler daha da netleşiyormuş. Silindiri değişebilen ve tizi-bası ayarlayan müzik kutuları sayesinde, aynı müzik kutusunda farklı melodiler de dinlenebilir hale gelmiş. İşte günümüze kadar gelen ve koleksiyonerlerin büyük bir arzu ile toplamaya çalıştığı müzik kutuları genelde bu dönemde ortaya çıkmış.
1900’lü yıllara gelindiğinde, müzik kutuları da, oyuncak robotlar da, mekanik tasarımlar da her eve en az bir tane girecek şekilde vitrinlerde boy göstermeye başlamış. Dans eden balerinler, guguklu saatler, kafesten çıkan kuşlar, hareketli geyşalar ve vahşi hayvanların hareketli tasarımlarıyla müzik tınıları çıkaran mekanik aletler her bütçeye uygun hale gelmeye başlamış.
Sonrası malum. Ses kayıt ve çalma alanında çok büyük gelişmeler yaşandı. Basit tamburaların, mekanik aletlerin yerini çok kısa bir süre içinde devrim niteliğinde gelişimlerle akla hayale gelmeyecek şekilleriyle yenileri aldı. Elektriğin, elektroniğin ve bilgisayar dilinin kullanılmasıyla neredeyse önceki gün yapılanlar bile hem eskimiş, hem de müzeye dönüşen koleksiyonların raflarını süslemeye başlamışlar.
Tabii ki bu anlatmaya çalıştığım her bir alanın kültür tarihi gözlerimizin önüne seren müzeler ve zaman zaman sergilerde ortaya çıkan özel koleksiyonlar var. Müzik kutuları, hareket eden mekanik oyuncaklar, farklı işlevleri de olan saatler, şifreli mücevher - puro kutuları, ses kayıt teknolojisinin ilk örnekleri, polifonlar - gramafonlar ve listeye sizlerin de ekleyebileceği farklı tasarımlar koleksiyonerler için tutkulu bir eşelenme, bir süreliğine de olsa, hayal alemine girme alanı! Ne diyelim, tutkusu da, darısı da hepimizin başına olsun...
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim!..