'Dünya gözümüzün önünde değişiyor' dedim geçenlerde bir arkadaşıma. Ondan bundan konuşurken, aslında tek solukta ne kadar çok değişen şeyden bahsedebildiğimizi fark ettim. Sonra bu cümlem kendimin çok hoşuna gitti. Düşündüm: Korina sebebiyle normali yeniden sorgulayıp uygulayan bizler, çalışmak için ofis denen modern zaman zindanlarının gerekli olmadığı gerçeğinin görülmesi, siyahilere karşı süren 400 yıllık ayrımcılık tarihinin nihayet aldığı derin darbe, Amerika'da polislere ayrılan bütçenin dramatik biçimde azaltılması çalışmaları çünkü pek de idealist sanmadığımız Amerikalıların sokaklardan eve girmeyerek düzene karşı müthiş bir direnç göstermeleri sürprizi, SpaceX ve Nasa'nın ilk insanlı hava aracını uzaya fırlatışlarını canlı yayında izlerken çekirdek çitleyebilmenin saçma güzelliği, tüm cinsel tercih ve eğilimdeki kişilerin sonunda toplumdan söke söke aldığı saygı ve bunun haklı kutlamaları, yaşa dair değişen algılar, başka adamlar, artık başka başka kadınlar… Bir sürü şey değişti ve değişiyor tospik, hem de her an.
Sadece çok içindeyiz hepsinin, bu yüzden gözümüz azıcık flu görüyor. Hani her gün gördüğümüz birisi yavaş yavaş kilo alır da anlamayız, ama onu uzun zaman sonra gören bir başkası aldığı, verdiği kiloyu anında fark eder. Onun gibi. Günlerin köpüğünün yüzümüze çarptığı, ortalarından salına salına sinsice yürürken ayırdına varamadığımız şimdiki zaman geçip de 'geçmiş' olunca, her şeyi yerli yerine oturunca ne çok şeyin eskisi gibi olmadığını ancak öyle göreceğiz.
Usul usul değişen ve bize 'asın bayrakları, asın' sevinci yaşatan algıların başında şüphesiz ki yaşa dair klişeler var. Bugünün 35'iyle mesela, annelerimizin zamanındaki 35 yaş arasında rakam olarak üç ve beşin yan yana durması dışında hiçbir benzerlik yok. Onlar o yaşta kocaman kocaman kadınlar, olgun olgun adamlarmış, annelermiş, babalarmış, çoktan büyümüşler; oysa biz- en azından yarımız- 'yolun yarısı' olarak da bilinen bu evrede hala avare, deneme-yanılma döngüsünde, anne-baba olmuş olsak dahi eğlencesinde, muhabbetinde; öyle ciddili, korkunçlu giyinmeyen, tabakların ve bardakların takım olmasını umursamayan, dolayısıyla bir bardak kırılıp da set bozulduğunda komaya girip 'takımdı onlaaaar' diyerek üzüntülere gark etmeyen, ayakkabı ve çantanın ille de aynı renk ve dokuda olmasını zerre umursamayan, serbest düşüş halinde yaşamaya meyilli 'yarı-genç,' 'genç yarısı,' 'erken-orta yaşlı,' arafta bireyleriz. Eskinin 30'lu yaşlarında kişiler çoktan iş, güç sahibi olmuş, evlenmiş, 'düzen' denen tuzağı kurmuş da içine 'Ohhh, şöyle bir yayılayım' diyerek kurulmuş olurken biz kendimizi hala staj yaparken bulabiliyoruz. 'Sigortalı bir işin, emeklilik garantin olsun' türevi cümleler bizi pek ikna etmiyor. Ailelerimiz kendi 30'larında ev bark sahibi olmuş olabilirler; ama bizler 'hadi' desen bir bisiklet bile alamayacak kadar düşünmüş olmuyoruz geleceği.
Umursamazlık da değil bu, adını koyamıyorum. Olmamış gibiyiz, 'ham meyveyiz hala, koparmışlar dalımızdan' gibi bir şey olabilir. Çocukken bana sorsaydınız, 40 yaşında birisi için 'bir ayağı çukurda, geçmiş ondan artık, ohooo, koskoca bir bireydir bu' diye düşünürdüm. Ama şimdi 40'ıma dört sene kaldığını düşününce, 'Ay bana bir sandalye getirin, gözlerim kararıyor' gibi bir ani güncelleme geliyor üstüme, kulaklarım falan zonkluyor. 'Zaman göreceli bir kavram, izafiyet diye bir şey var, dolayısıyla teknik olarak bu yaşlarda olsam da zaman böyle akmadı' deyip sazı elime alarak devam ediyorum. "Hayat böyle bir yer olmadı, sanırım epik düzeyde kafa açıcı Dark dizisinde olduğu gibi (Bu ay üçüncü ve son sezonu Netflix'e geliyor, saniyeleri geri sayıyoruz) bir tünelden geçip geleceğe gittim, arada hızımı alamayıp bir 15 kez daha falan geçmişle gelecek arasında koşturup durdum da zamanları sarmal ettim" diye düşünüyorum. Derken, bunun bir dizi olduğunu hatırlıyorum. Bu beni üzüyor. Küçük tatlı tünelimi özlüyorum.
Derken, içimdeki açık oturumu bir basamak yukarı taşıyarak; eskinin 50 yaş kadını Altın Kızlar dizisinde oynayan teyzelerle özdeşken, bugün ona denk gelen figürün Jennifer Lopez gibi olağanüstü taş ve dinamik bir kadın olduğuna kendimin dikkatini çekiyorum. Biraz daha ikna olup rahatlıyorum. Mesela pandemi nedeniyle Amerika'da ve burada pek çok arkadaşım işsiz kaldı, serbest çalışanlar artık proje alamaz oldu, vesaire. Doğal bir moral bozukluğu yaşansa da kimse aman aman paniklemedi, anne babalarımızın devrinde olsa yaşamı ters yüz edecek işsiz olma hali bizlere o kadar travmatik gelmedi, gelemedi. Çünkü o derece 'büyük büyük, koca koca insanlar' değiliz ki biz sanki. Ya da fazlaca alışkınız huzursuzluğa.
Reklamlardan sonra içimdeki oturumun ikinci bölümü başladı. "Asabımızı bozup kalbimizdeki panik kuşunun car car car ötmesine neden olan şey, olması gerekene dair sanrımız ile 'aslında olan' arasındaki en az on bin beş yüz milyon fark değil mi?" dedim. kendime. 'Evet' dedi, sağ olsun. Gözümü karartıp tartışmayı alevlendirmek adına argümanlarımı sıralamaya koyuldum: '2020'de uzay çağında olacağız, Jetgiller gibi camdan arabalarla gezeceğiz, evin balkonuna otomobilimizi park edeceğiz' ön kabulünden, cilalı taş devri misali ilkel bir pandemi halini deneyimleyiş. Çat. 'Aşk dediğin şöyle, doğru adam dediğin böyle olmalı çünkü bu işler bu şekildedir' bilmişliğinden, 'Nefes alsa yeter, n'apalım artık' uysallığına hafif yaşlı gözlerle kafa göz dalış. Pat. '30'lar yetişkinlik çağıdır, yatırımlar falan yapılır, arsalar mesela- çok iyi kişilerdir- bir zeytinliğim olmasın mı koskoca 31 yaşında- iki de çocuk oldu mu yanında ben artık yetişkin olmuşumdur- fantezisinden, 'Sabah altıda yatıp akşamüstü dörde kadar uyuyorum, peynirli tombi, soğanlı çitos ve meyveli haribo ile besleniyorum aney' haline dikey geçiş. Bam. '40'lı yaşlarda biz artık koca koca kadınlar olmuşuzdur, hayata dair temel mevzuları halletmişizdir' safinazlığından, 'Kendimi henüz aramadım ki bulayım, beni ne mutlu eder sorusunu sormadım ki yanıtını yaşayayım, dur azıcık nefes terapisine gideyim, üzerine de birazcık yoga, ufak bir çanta yapıp Bali'ye giderek pazarlarda baharatçılık yapmak- kimyondur, biberiyedir, bunları satmak da- hiç fena olmaz aslında' gerçeğine paraşütsüz atlayış. Güm.
Hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığı çünkü yaşamın bir görüntüden ibaret değil; yüz binlerce katmandan oluşan, matruşka bebeklere benzeyen birisi olduğu gerçeği sağolsun. Artık biliyoruz ki ne yaşlar beklediğimiz gibi yaşanacak ne de işler öyle bizim bildiğimiz gibi olacak. Mesela, Karantina günlerinin en delibaş ruhlarından bayan sevimli arıza Esra Dermancıoğlu'na, hala sıkça sorulmasına hayret ettiğim bir soru var: 'Oyunculuğa bu kadar geç başladığın için pişman mısın Esra?' Geç denen yaş, 36-37 gibi bir şey. O da garibim, tane tane anlatıyor her defasında bu duruma memnun olduğunu çünkü oyunculuktan önceki hayatını ziyan edilmiş görmediğini. Neyse, konu şu ki, bundan yirmi sene sonra bir gazeteci (Artık adı Instagram Soru Sorucusu, Snapchat Filtre Başkanlığı Yardımcısı, Tiktok Efekt Avcısı Müdürü mü olur bizim mesleğin, bilemiyorum) birine, '38 yaşında ani bir kararla kasap olmaya karar vermek çılgınca değil miydi' türevi sorular sormayacak, böyle bir konsept akla bile gelmeyecek. Çünkü geçler, erkenler birbirine karışmış olacak, artık kimse 'Yaşla Uygunluk Gösteren Yaşam Manevraları Menüsü' klişesine paye vermeyecek. Oh be ya. Oh be. Ha, bu tabii, yeni salgınlardan, olması muhtemel kıtlıklardan, bir türlü dünyayı isabet ettiremeyen ama hala umudumuzu kesmediğimiz göktaşlarından ve benzerlerinden sağ çıkanlar için söz konusu olabilecek. Her şeye rağmen yaşamayı başaranlar, 'Unutmayın ki bize hiçbir şey olmaz' diyecekler. Çok da haklı olacaklar be tospiğim.