New York'ta yaşayan bir arkadaşım, mahallesinde neredeyse her akşam iş çıkışı uğrayıp yorgunluk martinisi içtiği bardan kuru, yıkık bir resim koymuş geçenlerde Instagram'a. Fotoğrafın ne olduğu başta anlaşılmıyor. Yakından bakıyorum. Barın alkol izninin bir fotokopisi eşliğinde plastik bardağa konmuş bir dirty martini olduğunu ancak idrak ediyorum. Zeytinler falan yüzüyor içinde. Neden sonra, evdeki kendi martini bardağını bulup o tuhaf sıvıyı içine döküyor. Al sana, bildiğimiz o şık martini gibi görünüyor yine. İçersen.
Arkadaşlar Facetime'da buluşuyor, partiler hunharca sanal ortamlarda yapılıyor, New York'ta içki satışları tüm zamanların en yüksek zamanlarını yaşıyor, Amerikalı ünlü komedyen Conan O'Brien, Twitter hesabında 'en azından bu sıra dışı günler boyunca alkolikliği yeniden tanımlayabilir miyiz' diye tüm Amerika'nın yanıtını nefesini tutarak beklediği haklı bir soru soruyor. İnternetteki gırgır mecraları hoyratça, delicesine bir coşkuyla bir çukur gibi bizi içine düşürürken, sokaklarda çıt yok. Tısss. Mekânlar boş, kuşlar şaşkın, restoranlar kapı duvar, meydanlar sesi mute'a alınmış bir televizyon ekranı gibi görünüyor.
New York kalbimi kırıyor. Piknik örtülerinin üzerinde alt alta üst üste doğum günlerimizi kutlama çabasıyla otlara bulanıp mütemadiyen hapşırdığımız Central Park'ta şimdi sahra hastaneleri var. Aklım biraz şaşıyor. New York'un düşünceli tospikleri, doğum günü olan arkadaşlarının hediyelerini onların apartman kapısının önüne bırakıp zili çalarak olay mahallinden sessizce, ufak adımlarla uzaklaşıyor. Sanatçıların, evlerinden çıkıp çalışmak zorunda olan New Yorklulara moral vermek için hazırladıkları birlik ve #şükürmoment konulu işleri şehrin ünlü meydanlarındaki dev ekranlarda dönüyor da dönüyor. Mecburi izolasyonun en güzel sonuçlarından biri olduğuna şüphe yok; New York ve Florida'daki hayvan barınaklarında çok uzun zaman sonra kafesler bomboş, bir ev bulmayı bekleyen evlatlar en sonunda yalnızlar tarafından sahiplenilmiş görünüyor. Şehrin, fareli köyün kavalcısının zorla ikamet edeceği türden ancak ulvi sebeplerle her daim manasız yüksekliği ile ünlenmiş kiraları düşüyor, lakin gel gör ki yerinden kıpırdayabilen, New York'a adım atmaya cesaret edebilen yürek yemiş bir yiğit dahi yok. Hiç mi yok? Gerçekten, hiç yok. New York şimdi kendini sorguluyor. Yani sorgulasa iyi olur.
Olaylar şu şekilde vuku buldu: New York'tan Türkiye'ye ailemi görmeye geldiğimde şubat ortalarıydı. Güya hesapta bir aya geri dönecektim. Lakin bu noktadan sonra olanları öngörebilmek ne mümkünmüş meğer. New York'tan geliş tarihim belli, gidişim ucu belirsiz bir sonsuzluğa gömüldü, ışıklarla uyusun. New York'u seviş zamanım belli, kavuşmam belirsiz, Urla'da kaldım. Zaten herkes pandemi kop kop kop koptuğunda her nerdeyse orada kalakaldı. Evlerimiz, virüsün ansızın, apansız bir hamlesiyle ülkemiz, şehrimiz, mahallemiz oluverdi. Birkaç odalı evlerimizin ülkesinden hayatı seyreder pozisyona geçirildik. O sırada geyikler Paris sokaklarına iniyor, fok balıkları insan gürültüsünden uzak, Bodrum'da kıyılara gelip keyif yapıyor. Bir şeyler ölürken bir şeyler yerlerini buluyor, 'konak' ararken mutasyona uğrayan tek şey virüs değil, en az onun kadar biz de dönüşüyoruz. Muazzam olan durum bu.
Bahsettiğim günlerin üzerinden neredeyse iki ay geçti ve resmen karantinaya bile alıştık arkadaşlar. Kabul edin. Derhal edin. Edeceksiniz. Hatta ve hatta eli yükseltiyorum: Muzlu ekmek görselleri, evde umarsız bir hevesle hamur yoğurma hali 'Karantina, bölüm 1, bölüm 2', hadi bilemedin, üçüncü bölümde kaldı. Şimdilerde akşamları başımızı kaşıyacak beş dakikamız yok çünkü bir Instagram canlı yayınından diğerine koşuyoruz, Neşfliş desen, o da malum, çok vaktimizi alıyor. Günlerimizi an be an planlamamız gerekiyor, öyle rastgele harcayamayız zamanımızı doğrusu. Açıkçası, doğrusunu söylemek gerekse de gerekmese de ekşi mayalı zeytinli, cevizli, mandalinalı börekler, somonlu makarnalar falan yapacak durumda hiç değiliz, fırınlar soğuyor. Biz artık karantinanın sezon finaline doğru adım adım yaklaşan günlerin içinden geçen, duruma çoktan alışmış ve düzensizliğin içinde yeni bir düzen kurmuş, tembelliğe hoyratça alışmış, her şeyin şakasını yapan bir tospik bireyler topluluğuyuz.
Tabii bu arada… New York'u, oradaki kendimi elbette çok özlüyorum. Ama işin acayibi şu ki; orada olsam da onu aynı yoğunlukta özleyecektim. Çünkü New York şu anda yok. Bildiğin, yok. Herkes evde ama New York evde yok. Binalar yerli yerinde ama hiçbir şey yerinde değil. Çünkü biz yokuz, seslerimiz yok, aşklarımız, aşksızlıklarımız, nefeslerimiz yok. Yokuz. Zararlıydık, çokça sevimsizdik. Ama içinde biz olmadan, biz kusurlu, yanlış, kırık, kırgın, sarhoş, hırslı, sersem, azimli, aylak, eğri, doğru insanlar olmadan hiçbir şeyin akışı da yok. Hayat çok uzun süredir yaşamıyor. Fal bile baktırmıyoruz çünkü malum, kimselere yol görünmüyor. Ama bir #şükürmoment durumudur ki, iyi şeyler de olmaz değil bu süreçte. Oluyor. Mesela, son 10 senedir maruz kaldığımız "#feelgood, #goodvibesonly, #gülümsekaderine, #sundayfunday, #Iovemylife" söylemlerinin bayrağı olan 'Akışına bırak, evrene şöyle bir şey yolla ki sana böyle böyle geri dönsün' önerileri seslerini kesti. Serpme kahvaltılarıyla pazar günümüzü sucuklu yumurtaya boğarak bizi sinir nöbetlerine gark eden Eşim Salkımlar bir parça sustu.
Hepimiz değiştik, her şey değişti çünkü. Güneş yerinde kaldıysa da her şey pek yolunda değil. Misal ben, gökdelenler yüzünden gölgemin yere düşmediği sokaklarda iyi kötü bir yerden bir yere sekip duran bir bireyken artık bir süredir Urla'da acemi bir çoban gibi yaşıyorum. Bahçemizin önüne inekler, yaban domuzları geliyor, günümün magazin gündemini onlarla ettiğim hoş beşler meşgul ediyor. Kâh gülüyor, kâh gülümsüyor, kâh, yine gülüyoruz. Yaşıyoruz bu hayatı. Neyim ben, dağlar kızı Heidi falan mı? Hoş, zaten konumumuz neresi olursa olsun artık gece gündüz falan yok. Gün yok, sınır yok. Bir haftanın içiymiş, dışıymış, öyle delicesine duvarlar yok. Ha bu arada, izlenecek bunca film, okunacak böyle çok kitap, senelerdir ertelenmiş katrilyon tane şey, merak salınacak bu kadar çok güzel şey varken 'evde sıkılıyorum' demek de hani neredeyse ayıba giriyor. İlgi alanları olan insanlar için ev sıkıcı bir yer değildir ki. İşte parmak basmak istediğim, içsel gündemime bomba gibi düşen tespit de bu: Meselemiz can sıkıntısı değil ki. Öyle olsa kolaydı, yapacak ne çok şey bulurduk, bulabilirdik, bunlar bulunacak şeylerdi.
Ama, ama, ama… Gücümüzü emen şeyin adı, iç sıkıntısı. Sizi bizi dünyanın tüm tarifli ekmeklerini yapmak için mutfağa iten şey, canınızdaki sıkıntı bulutları değil, içinizdeki kaygı tospikleri. Sıkıntının kaynağı oyalanacak bir şey bulamamakta değil, endişelenecek onlarca haklı neden bulmakta. Güvenlikleri yeterince sağlanmayan sağlıkçılara, sokaklarda ekmek kırıntısı arayan kuşlara, karantinaya girecek erzak stoğunu yapmak için maddi gücü yetmeyenlere çünkü bunun için günü birlik çalışmak zorunda olanlara, zaten herkesi zorlayan anormal pahalılığa, binip gidemediğimiz, bizi hayatlarımıza geri döndüremeyen uçaklara, eşini kaybetmiş, çocuklarından uzak, karantinayı bir başına tek bir canlı eşlik etmeden geçiren orta yaşlılara, bir sürü şeye ama bir sürü şeye canımız değil; içimiz kırılıyor. İçimiz kırılınca da kırıklar sanki organlarımıza batıyor. Sonra işte böyle tuhaf tuhaf konuşmaya başlıyoruz.
Üzerimizde kolektif bir keder ve ona tepki olarak doğan acayip bir mizah hali var. Sanmam ki bu dünyada gün gören olmuş olsun, ama kendi adıma buna benzer bir tırlak olma durumunu Gezi'de yaşadığımızı biliyorum. O ateşi, deliliği, tanımadığımız 'herkesle' bir olma halini, görünmez bir nehre atlar gibi atlayarak, taşla kayayla dolu bir nehre sanki kör gözle balıklama dalarak, "benzer duygularla yüzen milyonlar var" güvenini orada tattığımızı net hatırlıyorum. Zordu, sevindirmişti, üzmüştü, ama lokaldi, sadece bizimdi. Şimdiki gibi gezegenimizin bütününü kapsayan bir 'kaygı ve dönüşüm' halinden söz etmiyor, dünya olarak aynı duyguda buluşmuyorduk. Şahsen küçük tatlı aklımın sınırlarını zorlayan kısım bu. Koskoca bir dünya olarak aynı çaresizlikte, tek başınalıkta, bilinmezlikte hunharca kavuşmuş olmamız. Bir nefes alışını, bir markete gidişini, bir flörtü öpüşünü, bir uçağa binişini, bir rakı tokuşturmasını, bir el sıkışını, eş dostla sohbetini kökünden sarsmış, bir şeyleri öldürürken bir şeyleri yaratan, başka bir şeyle kıyas etmenin mümkün olmadığı günler yaşıyoruz. Ve bunu sen, ben de yaşıyoruz, Prens Charles da. Tom Hanks de yaşadı, Konya'daki emmi dayı da.
Koca bir lokma ayva gibi boğazımdan tam olarak geçmemiş olan his budur. Bu dünyanın tospikleri olarak bizler hiç bu kadar aynılaşmamıştık. Gözle görülmeyecek kadar mikro ölçekli bir organizmaya benzer beceriksizliklerle teslim olurken aynı korkuda çadır açtık, orada geçici olmasını umduğumuz evler kurduk, ocaklar yaktık, yemekler yiyoruz. Hayatta kalma güdüsü her birimizde tüm dürtülerden çok daha baskın halde. Seksi, eğlenceyi, sevmeyi, sevilmeyi falan çoktan geçtik. Bekârı da evlisi de yaşlısı da genci de sağcısı da solcusu da aynı koruma ve korunma içgüdüsü ile muallak bir geleceğe boş boş gözlerle bakıyor. Kimsenin konu hakkında bir fikri yok. Mecburen, mecburiyetten, bizden büyük bir güce teslim olmuş bulunduk. Ve görüyorum ki, Şebnem Ferah'ın dediği gibi, artık hepimiz kısa, daha kısa cümleler kuruyoruz. Çünkü manasızlıkla hiç bu kadar karşı karşıya kalmamıştık. Gelin görün ki dışarıda yine hunharca, delicesine bahar var, malum, doğanın niye umurunda olsun bunlar. Bu gezegendeki her şeyi kendisine sunulmuş bir kıyak sanan insanoğlu ise şimdi eli mahkûm, bahara camdan bakıyor. Dönüp bir daha bakıyor. Ve bir daha. Dramdır bu.
Bu arada bazı iyi şeyler olmuyor mu, daha önce de bahsetmiştik, oluyor tabii. Haldır haldır, dünya bizsiz dönmeyecekmiş gibi bir kaygıyla ama aslında bugünküyle aynı işi yapmak için her sabah don paça ofislere gidilmeyince de dünya durmuyormuş, görüyoruz. Boş konuşmalarla girizgâhı yapılan kesmece kavun telefon konuşmaları gerekmiyormuş her dandik şey için, e-maille de gidiyormuş konular, deneyimliyoruz. Flört etmenin tek yolu bir bara gidip; vasat kokteyller içmek değilmiş, hatırlıyoruz. Kendimizi uyuşturmak için sürekli sokaklarda bir arayış hâlinde koşturmamıza gerek yokmuş, yaşıyoruz. Gün dediğimiz yalanmış, hepsine bu isimleri biz vermişiz, pazarla cumanın bir farkı yokmuş, seziyoruz. Sıfat ve isim denen şeyleri, biz yaşamı daha anlaşılır kılmak için uydurmuşuz, bu sistem işte şimdi çöküyor, görüntülüyoruz.
Doğru: Yalnızlar daha da yalnız kaldı, kalıyor bu dönemde. Ama… Sıkıcı, gelişime kapalı ilişkilerin içinde olanlar da günlük telaşlar denklemden çıkınca yaşamın absürtlüğünü ve her ömrün tek gerçeği olan yalnızlık duygusuyla yüzleşmemek için hızla evlenip çocuk yapma hâlini, tüm bunların işlevsizliğini belki de ilk kez anlıyor, bizzat onlardan duyuyoruz. Kısacası, herkes her zamankinden daha yalnız olmak zorunda. Bir gün 'yakın' olabilmek umuduyla şimdilik birbirimizden uzak duruyoruz, adını sosyal mesafe reis koyuyoruz. Bu salgın ile varoluşun temel esaslarına öyle sert bir hamleyle döndük ki, hâlâ kendi eksenimiz etrafında dönüp kafamızı duvarlarımıza çarpıyoruz. On kişilik evde de tek kişilik stüdyoda da istemediğimiz kadar kendimizleyiz. Kaçamıyoruz. Kendimizle kala kala, kendi sözümüzü kesmeye falan başlıyoruz. Bir çıkış yolu bulmak zorunda kalıyoruz hâliyle, çünkü artık dış dünyanın lunaparklarına koşamıyoruz.
İlk kez düşünüyoruz belki de: Bu kadar ekmek bana yeter mi? Bir diş sarımsak bir aileye kaç gün gider? Kahveyi sütle içmesem olmaz mı? Dört kişilik bir aile bir haftada ne kadar domates yiyebilir? Neyi bulamazsam deliririm? Sahi, delirir miyim? Ben kim olmadan deliririm? Bir insan ne ile yaşar? İş bulacak mıyım, ben bir daha adam olacak mıyım, çocuk yapayım mı? Bulacağım yetecek mi, yaşadıklarım içime sinecek mi? İşim varsa, peki, ama beni nereye kadar götürecek, hadi götürse ne olacak?.. Ne olacak tospiğim? Ne olabilir? Tüm bunlar ne kadar önemli sayılabilir ölüm ihtimali karşısında? Nereye gidiyorsun tospiğim?
Her sorudan kaçan herkes, şimdi ilk kez kendi ölçeğince düşünüyor. Yaşlanabilecek kadar lüks sahibi miyim diye soruyoruz, yaşlılara acımayı artık bırakıyoruz. Onlara özeniyor hatta bu hayatı çok sevenler. Küskünler zaten daha da küstüler. Bir yanımız derin bir umutsuzluk, diğer yanımız içimizden taşan bir yaşama isteği ile zıplıyor. Zor. Kendisiyle ne yapacağını bugüne kadar düşünmemiş, zaten bundan kaçmış 197.200 milyon milyar insan elini kolunu nereye koyacağını bilemiyor, ne diyeceğini seçemiyor, duygularını, tepkilerini, algılarını yönetemiyor. İzlediğimiz filmlerde oynamak istemeye başladık çünkü açık havada, kalabalık kalabalık çekilen sahneler ilkel yerlerimize hitap ediyor. Karantinanın ilk günlerinde, "Bu süreci dinlenmek ve kendimi geliştirmek için kullanacağım" diyenler, şimdilerde "mutfak fayanslarında sanki bir insan yüzü gördüm az önce" demeye falan başladı. Normaldir. Çünkü insan arıyoruz, insanları sevmesek de. Doğaldır bu.
Sıradanı özlüyoruz be sosyal mesafe reis! Konserleri, bir restorana gidip 'iki kişilik masa var mı garson bey' demeyi, hep birlikte derbi izlemeyi, tek bir arabaya doluşup saatlerce, konforsuz da olsa uzun yolda birbirine eşlik etmeyi, arkadaşlarla tutarsız hareketler içinde sokaklarda salınmayı, metroya binmeyi, rötar yiyen uçağımızı beklerken havalimanında hunharca dolaşmayı, magazin gündemine bomba gibi düşen haberlerle tüm Türkiye tek bir nefes olmayı, terasta güneşi gömdüğümüz pembe şaraplı manasız sohbetleri, taksicilere delicesine sinirlenip kriz geçirmeyi, ya ne bileyim işte, böyle şeyleri, hep beraber olduğumuzda ortaya çıkan, yeni bir aşka yelken açan görüntüleri, böyle birçok açıklanması zor hevesleri hunharca özlüyoruz. Sonra üzülüyoruz, üzüldüğümüze üzülüyoruz, gözyaşımıza dalıp dalıp seni, beni hatırlıyoruz. Falan.