ABD'de nefesler tutulmuş, son doksan yılın en derin iktisadi krizinin orta yerinde yaklaşan seçim ve sonuçları bekleniyor.
Bir önceki yazımda da altını çizdiğim gibi, Trump ve Biden'in ekonomi politikaları arasında bazı önemli benzerlikler göze çarpıyor. Bunlar özellikle sanayi politikası, uluslararası ticaret rejimi ve çok taraflılığa ilişkin mesafeli duruş diye özetlenebilir.
Pandemi ortamında hazırlanan ve iktisadi kriz derinleştikçe biraz daha genişlemesi beklenen mali teşvik paketleri de bu yakınsama listesine eklemlenebilir. Trump'ın oldukça cömert paketi yenilenebilir olmakla birlikte kısa vadeli ve krize odaklı. Biden'in önerdiği paket ise süregiden krizin yanısıra, krizle daha da kemikleşen yapısal sorunlara yönelik bazı araçlar da içeriyor.
Adayların plan ve hedefleri, hem Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki alışılageldik vizyon farkına ayna tutuyor, hem de bazı alanlarda kendi partilerinin çizgisinden kısmen uzaklaştıklarını gösteriyor. Ne de olsa, krizlerde bu tür kırılmalar hep oluyor. Devlet-piyasa ilişkisinin önemli bileşenleri üzerinde şekilleniyor bu farklı program ve vaatler. Yani, hükümet kesenin ağzını ne kadar açacak? Bunun ne kadarını -kimden- vergi toplayarak finanse edecek? Piyasaya ne kadar müdahil olacak? Piyasa oyuncularına ne gibi kurallar koyacak?
Trump ve Biden'ın vaatleri, vergiler ve kamu harcamalarının miktarı ve içeriği; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, savunma, iklim değişikliği, altyapı ve teknoloji alanlarında kime, neye, ne kadar, ne süreyle yatırım yapılacağı, teşvik sağlanacağı gibi konularda belirgin biçimde ayrışıyor. Ancak, bu keskin ayrışmaya rağmen paradoksal bir ortaklık var aralarında. Birbirinden çok farklı kamu harcaması perspektiflerine sahip bu iki aday dörtnala koşan borç sarmalında buluşuyor.
Bu yazıda adayların genel iktisat politikası vizyonlarının yanısıra, vergi ve gelirin yeniden dağılımına ilişkin ayrışan önerilerine, devasa kamu borcunda ortaklaşmalarına ve bunun muhtemel jeopolitik sonuçlarına değineceğim.
Şimdiye dek resmî bir ekonomi programı açıklamayan Trump'ın söylemi, Cumhuriyetçi Partinin geleneksel çizgisiyle tutarlı. "Bırakınız yapsınlar," ama bırakmayınız geçmesinler! Yani, devletin piyasaya müdahil olmaması vizyonunun dış ticarete ilişkin korumacı tavırla buluşmuş hali (buna daha önceki yazımda değinmiştim).
Bu bağlamda serbest teşebbüse tanınan özgür alan ve bu alanda kuralların görece gevşetilmesini (de-regulation); adem-i merkeziyetçiliği (de-centralization), bireyin seçme özgürlüğünü öne çıkaran, istihdam yaratma, daha çok sermaye çekme, elindekini de kaybetmeme hedefiyle vergi oranını aşağı çeken, en önemlisi de kamu harcamalarını kısan (küçük) hükümet.
Elbette ki, bu söylemin "bırakınız yapsınlar" kısmını da temkinli okumak lazım. Nitekim, Trump'ın sanayi ve tarım politikaları kapsamında süreklilik sözü verdiği sübvansiyonlar "görünmez elin", yani piyasanın özgür ruhuna biraz ters düşüyor.
Biden'ın programı partisinin geleneksel vizyonuyla hem tutarlı, hem de ondan biraz ayrışıyor. "Ilımlı korumacılığıyla" serbest dış ticaretin erdemine inanmış Demokrat Parti çizgisinden uzaklaşıyor. Ayrıca, kendini "ortayolcu" diye tanımlayan Biden, programına bakılırsa hafif sola çark etmiş durumda. Bazı alanlarda 1930'ların Roosevelt Hükümeti çizgisinde, belki ondan biraz daha solda.
Sola çakılan bu selâmı, parti içinde çoğunluk olmasa da (özellikle seçmen üzerinde) etkili olmaya başlayan, gidecek başka bir yeri olmadığı için hala Demokrat Parti içinde siyaset yapan sol tandanslı -ve oldukça genç-bir grup ve ABD'deki demografik dönüşüm belirliyor.
Demokrat Parti'nin özellikle Warren ve Sanders'a verilen destekle vücut bulan bu sol grubu, özellikle 1980'lerde Reaganomics'le başlayıp, sonrasında Demokrat ya da Cumhuriyetçi iktidarlar tarafından sürdürülen finans sermayesi ağırlıklı neoliberal kapitalist modelin çöktüğünü ve radikal değişikliklerin elzem olduğunu iddia ediyor. Sosyalist devrim değil elbette istedikleri (nitekim 1930'larda bunun korkusu da sarmıştı Roosevelt'i). Sonuçta Amerikalıların büyük çoğunluğu serbest girişime inanıyor.
İstedikleri, piyasayı düzenleyen ve denetleyen, sosyal güvenlik ağlarını cömertçe ören, sağlık, eğitim gibi temel hizmetleri ücretsiz sağlayan, yoksulu koruyan, toplumsal hareketliliğe zemin sağlayan bir devlet ve daha da önemlisi, gelirin bu denli eşitsiz paylaşılmasına izin vermeyecek ve sebep olmayacak bir kapitalist düzen. Buraya kadar Avrupa, özellikle de İskandinavya sosyal devletlerini hatırlatıyor bu vizyon. Ancak, bunun yanında konuşlanan küreselleşmeye mesafeli duruş işleri biraz karıştırıyor.
Biden'ın programı da, -elbette ki Amerikan kapitalizminin sınırları içinde- vergiler ve kamu harcamaları üzerinden gelirin yeniden dağıtılmasına ilişkin önemli addedilebilecek araçlar içeriyor. ABD'de kemikleşmiş bir olgu haline gelen derin eşitsizliklerle, bunların ırk, yaş, kimlik, toplumsal cinsiyet, bölge bazlı yapısal sebeplerine yönelik bazı politikalar öneriyor.
Program, bu sorunları geçmişte söylem düzeyinde vurgulasa da pratikte sınırlı çözüm üretmiş olan Demokrat Parti'nin geleneksel çizgisinden de biraz ayrışmış oluyor. Zira, Biden "gelmiş geçmiş en ilerici başkan olacağım" diyor.[1]
Görünen o ki, Biden ekibi -Warren ve Sanders'ın da katkılarıyla- ABD'de seçmenin demografik dönüşümünü izliyor. ABD seçmeninin üçte biri beyaz olmayanlardan oluşuyor. ABD tarihinde ilk kez Latin seçmenler, siyahlardan daha büyük bir grup.
Sayıların önemi şurada gizli: ABD Merkez Bankası verilerine göre, ABD'de gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliklerle ırk arasındaki paralellik çarpıcı. 2016'da beyaz ailelerin ortalama serveti 171 bin dolar iken, siyahi bir ailenin serveti 17 bin dolar. Beyaz ve siyahi ailelerin ev sahipliği arasında ise yüzde 30'luk bir fark var. Sahip oldukları evlerin değeri, bulunduğu mahalle ve o mahallelerin toplumsal hareketliliğe ket vuran çetrefil yapısal sorunları da işin ilk bakışta görünmeyen yüzü. Bu eşitsizlikler ve bazı sonuçlarından daha sonraki yazılarda bahsedeceğim.
Pek çok analiz, seçmenin yüzde 70'inin oy kullanacağını öngörüyor. Bu ABD için çok yüksek bir oran (2016'da bu oran yüzde 60 idi). Bunu 3 Kasım seçimlerinin ABD'de bir varoluş mücadelesi haline gelmiş olması ve sandığa gitmesi muhtemel genç seçmenin sayısı belirliyor.
Trump ile Biden arasındaki en büyük farklardan birisi vergi politikaları. Trump iktidarının ilk icraatlarından biri kurumlar vergisini yüzde 35'den yüzde 21'e indiren –hangi gözlükle baktığınıza bağlı olarak meşhur ya da meşum-- "Vergi İndirimi ve İstihdam Kanunu" olmuştu. Tekrar seçilirse, "Vergi İndirimi 2.0" planı kapsamında vergi oranlarını daha da aşağı çekeceğini, hem orta sınıfın cebine giren miktarı arttıracak, hem de sermaye kazançlarına yönelik oranları düşürecek farklı vergi indirimleri planladığını söylüyor. Tabii bunlar için Kongre'nin onayına ihtiyacı var.
Biden tarafında ise öneriler epeyce farklı. Kurumlar vergisini yüzde 28'e çıkarmayı öneren Biden, Trump öncesi yüzde 35'i göze alamıyor, iş dünyasını çok da 'korkutmak' istemiyor. Program 400 bin dolardan fazla geliri olanlardan daha yüksek oranda vergi almayı hedeflerken, bunun altında bir değişiklik gündeme getirmiyor. En üst gelir aralığında[2] ise, Trump'ın vergi indirimini geri çevirmek üzere, vergi oranını yüzde 39.6'ya çıkarmayı, 1 milyon dolar üzerinde yıllık geliri olanların uzun vadeli sermaye kazançlarını daha yüksek oranda vergilendirmeyi planlıyor. Özetle, vergi sistemindeki artan oran (progressive) ilkesini keskinleştiriyor. Yani, zenginle fakir arasındaki vergi oranı farkını arttırarak, hem eşitsizlikleri bir derece azaltmayı, hem de sağladığı vergi geliriyle sağlık, eğitim, konut, iklim değişikliği, altyapı, sanayi politikası gibi alanlarda vaat ettiği hatırı sayılır genişlemeyi finanse etmeyi hedefliyor (bu kamu harcamalarının içeriğine daha sonra değineceğim).
Burada ilginç olan, bu denli farklı politikaların –tabii uygulanabildikleri takdirde-- bir büyük sorunda ortaklaşacak olmaları, yani ABD'nin devasa kamu borcu. Şu anda ABD'nin borcu toplam 27 trilyon dolar, bu kişi başına 82 bin dolarlık borç demek.
Bu yıl gayri safi milli hasılaya (GSMH) oranının yüzde 137'ye ulaşması beklenen federal hükümetin borcunun, Biden'ın kesenin ağzını açmasıyla önümüzdeki on yılda yüzde 159'a çıkması bekleniyor. Sıkı durun, çünkü Trump da bu konuda Biden'dan geri kalmıyor. Trump'ın yeniden iktidara gelmesi durumunda borcun 2030'da yüzde 151-155 aralığına çıkması bekleniyor.
Bu kadar farklı politikalar uyguladıktan sonra nasıl mı borç duvarına çarpıyorlar? Biden yeni vergiler üzerinden önemli miktarda ek gelir yaratmayı hedefliyor--2021-30 arasında 3.4 trilyon dolarlık bir miktardan söz ediliyor.[3] Trump ise vergi oranlarını daha da aşağı çekerek büyümeyi hızlandıracağını, istihdamın önünü açacağını muştuluyor. Aralarındaki önemli farklardan biri bu.
İşin ilginç tarafı, 1980'lerden bu yana, yani ABD'nin Reaganomics'le başını çektiği neoliberal küreselleşmenin, küçülen devlet söyleminin egemen olduğu dönemde ABD'nin borcu belirgin oranda artmış. 1980'e GSMH'ye oranı yüzde 32 olan borç, 2000'de yüzde 55'e, 2013'de (hükümetin kepenk kapattığı yıl) yüzde 100'e yükselmiş.
Peki, ne fark eder ki? Varsın, yüksek olsun kamunun borcu. Dünyanın dört bir yanından ABD'nin "borcunu satın almak" için koşmuyor mu herkes? ABD bu konuda en güvenli liman kabul edilmiyor mu? Geliyor, gelmesine. Ancak, önemli jeopolitik sonuçları olabilecek etmenleri göz ardı etmek mümkün değil.
Birincisi, ABD'nin borcunu kimin satın aldığı. Ceplerinde akrep saklı, yani çok tasarruf eden Doğu Asyalılar, özellikle de Japonya ve Çin. Bu ülkeler, kendilerine bağımlı hale gelen hegemonun borcunun sponsoru oluyorlar adeta.
İkinci önemli olgu ise borçlu olma halinin yükselen maliyeti. Yani, belli bir eşiğe[4] eriştikten sonra, artık "eh ayağını yorganına göre uzatmamış, o yorgan da yıkandıkça iyice çeker" diye düşünmeye başlıyor borç verenler. Yani riskiniz artıyor, buna paralel olarak da ödemek zorunda olduğunuz faiz oranları. Bugün, ABD her gün 1 milyar dolar borç faizi ödüyor. Borçluluk arttıkça haliyle bu miktar da artacak.
Bu durumun ne kadar sürdürülebilir olduğu tartışılır. Arvind Subramanian'a göre, 2030 itibarıyla kredi veren konumunda olan Çin'in, borç sarmalındaki ABD'nin pabucunu dama atıp süper güç olması "kaçınılmaz."[5] Kim bilir, içinden geçtiğimiz, türlü çeşit kırılmalar yaratan ve var olanları keskinleştiren derin iktisadi kriz sonucunda ABD hegemonyasının sonu belki de 2030'dan daha önce gelecek.
Sürekliliğin peşine takılıp, yine bir parçayla bitireyim. Bu sefer, 1980'lerin ve hatta 1990'ların ünlü rock grubu, ABD'li R.E.M.'den gelsin finale: "Bu bildiğimiz dünyanın sonu".
Muhabirler şaşkın, sabırlar tükenmişŞu alçaktan uçan uçağa da bak! Tamam o zamanOf, taşkın, nüfus, ortak yemek,Ama işe yarayacak. Kendini kurtar, kendine hizmet etBaksana dünya kendi ihtiyacına hizmet ediyor, sen yüreğinin kanamasına kulak ver,Kendinden geçerek söyle bana ve doğru olana hürmetle,Sen ki iğneleyici, vatansever, yumruk, kavga, parlak ışıkKoptuk heyecandan.
Bu bildiğimiz dünyanın sonubildiğimiz dünyanın sonubildiğimiz dünyanın sonu ve ben iyiyim.[6]