Madrid
Karantina başlamadan tam bir hafta önce gittiğim sergide, 19. yüzyıl sonuyla 20. yüzyıl başında İspanya'dan Amerika kıtasına göçün fotoğrafları hikâyelendirilmişti. Işığı, ifadesi, ve bilinmezliğe doğru gidişin hüznüyle birkaç göç hikâyesi hâlâ gözlerimin önünde.
Göç hikâyelerinden birinin kahramanı María, 1907 yılında, daha 17'sinde iken Galiçya'dan yola çıkmış beş kardeşiyle birlikte. Yoğun göç vermesinin yanı sıra, mavi-yeşil doğası, her daim yağmura çalan havası, hamsisi ve hatta bizim Temel benzeri karakteriyle Karadeniz'e çok benzeyen Galiçya, o yıllarda çok yoksul. Yeni dünyanın zenginliğini duyan bu altı kardeş önce 15. yüzyıldan beri İspanyolları yeni dünyaya taşıyan limana, Cebelitarık'ın yanıbaşındaki Cádiz'e inmişler. Gemilerin çoğu, dönemin Paris'i Buenos Aires'e doğru hareket ederken, bu altı kardeş Hawai'nin şeker kamışı tarlalarında bulmuşlar kendilerini. Birkaç sene içinde, kardeşleri Kaliforniya'ya göç etmiş, sadece María kalmış Hawai'de. Çünkü gönlünü Koreli Da'ya kaptırmış, evlenmiş, 4 çocuğu olmuş. Gelgelelim, daha 30'una varmadan İspanyol gribi gelmiş, María'yı Hawai'de yakalamış, ve genç kadın birkaç gün içinde can vermiş. Dünya tarihinin en çok can alan pandemilerinden biri olan bu grip, İspanyol göçmenler tarafından değil, Birinci Dünya Savaşı sonrası evlerine dönen Amerikan askerleri tarafından taşınmış Hawai'ye. Virüsü sınırlar ötesine taşıyan hareketlilik (mobilite). María ile Da'yı Hawai'nin şeker kamışı tarlalarında buluşturan şeyse, küreselleşmenin ilk evresine damgasını vuran emeğin hareketliliği, yani aşkları küreselleşmenin ürünü.
Bundan tam 102 yıl önce, 1918'de ortaya çıkan İspanyol gribi, 1919'un sonuna kadar dünyanın birçok ülkesine yayılmış, yaklaşık 50 milyon can almış. Ama adına aldanmayın, ne İspanya'da ortaya çıkmış bu salgın, ne de İspanyollara daha çok can kaybı yaşatmış. Malum 1918, 1. Dünya Savaşının son yılı, savaşa dâhil olan ülkelerde medya kontrol altında, tepeden gelen emirler cephedeki askerin ve halkın moralini bozacak haberleri baskılıyor. Dolayısıyla, bu salgına dair ilk haberler, savaşın dışında kalan İspanya'da çıkmış. Hatta, bugün de yayınına devam eden ABC gazetesi, Madrid'de her sene 15 Mayıs'ta kutlanan ve herkesi sokaklara döken ünlü Aziz Isidro Bayramı'ndan tam bir hafta sonra, 22 Mayıs 1918'de salgına dair haberi manşetten geçmiş. Dönemin İspanya kralı 13. Alfonso da bu zalim virüse yakalanmış. Kral iyileşmesine iyileşmiş ama, İspanya'da 2 sene içinde 260 bin kişi bu salgın yüzünden hayatını kaybetmiş.
Bugün korona virüsünün nereden, nasıl, kim yoluyla bulaştığını tam bilemediğimiz gibi, bundan yüzyıl öncesinde de İspanya'ya salgının tam nereden geldiği bilinmiyor. Muhtemelen, savaş yorgunu, insan gücüne muhtaç Fransa’da mevsimlik işlerde çalışan İspanyol ve Portekizli göçmen işçilerin hareketiyle ve özellikle tren yoluyla yayıldığı söyleniyor, tam da bu sebeple İspanya'da önce "Fransız gribi" diye anılıyor. Aynen bugün olduğu gibi, birbirine eklemlenmiş pazarlar ve ulaşım ağları (o dönemde özellikle tren yolları) insanları bir yerden bir yere taşırken, pandeminin hızla yayılmasına sebep oluyor. Nitekim San Sebastian, Burgos, gibi Fransa'yı İspanya'ya ve Portekiz'e bağlayan tren yolunun geçtiği yerlerde hem vaka sayısı, hem de can kaybı çok yüksek oluyor. Kuşlardan insanlara geçtiği bulgulanan H1N1 (Avian Influenza A) virüsünün neden olduğu Ispanyol gribi mutasyon geçirerek birkaç fazda yayılıyor ve COVID-19’un tersine daha çok gençleri vuruyor. İlkbahar fazı hafif atlatıldıktan sonra, sonbaharda adeta tokat gibi çarpıyor, sadece 1918 Ekim'inde İspanya'da 117 bin kişinin hayatını kaybetmesine yol açıyor.
İspanyol gribinin ilk nerede başladığına dair farklı görüşler var. Fransa'da İngiliz ve Amerikan birliklerinin kamplarında ortaya çıktığı tezi yaygın. Başka bir görüş, ABD'de Kansas'ta bir askeri üste ortaya çıkıp (hatta üste çalışan Çin kökenli göçmen işçileri işaret edenler de var), Avrupa'ya askeri birlikler ve/ya onlara tedarik sağlayan kanallarla, özellikle de gemilerle, trenlerle yayıldığı. Savaş sırasında bağışıklığı zayıflamış binlerce askere bulaşan virüs, savaş sonrasında askerlerin eve dönüşüyle binlerce kasabaya, kente, ülkeye ulaşıyor. ABD'de 675 bin kişinin hayatına mal olan bu pandemi, bir yıl içinde ortalama yaşam beklentisini 12 yıl aşağıya çekiyor. Hatta 1919'da Versailles Barış Anlaşması'nın müzakereleri sırasında Başkan Wilson'ın da virüse yakalandığı söyleniyor.
Aynı bugün olduğu gibi New York gibi nüfusu yoğun, ulaşım ağlarının merkezinde, dış dünyayla, küresel dinamiklerle bağlantısı yüksek yerler İspanyol gribinin merkez üsleri hâline geliyorlar. Yani, aynı bugün olduğu gibi, birçok yerde karantina uygulanıyor, okullar, ibadet ve eğlence yerleri kapatılıyor, posta servisleri iptal, kamusal alanlar dezenfekte ediliyor, yere tükürmek ve hatta bazı yerlerde hapşurmak yasaklanıyor. Maske takmak birçok yerde zorunlu hâle geliyor, ama takacak maskeyi bulmak o kadar kolay olmuyor, aynı bugün olduğu gibi. Önce savaş sırasında, ardından savaşın hemen sonrasında moral bozmamak mazeretiyle, modern tarihin bu en ağır pandemisine ilişkin veriler ABD dâhil birçok ülkede saklanıyor. Merkezi ve yerel hükümetlerin pandemiye ilişkin sessizliği ve pandemiyle mücadeledeki kapasitesizliği yoğun eleştirileri beraberinde getiriyor. Aynı bugün olduğu gibi.
İspanyol gribinin ardından tam 100 yıl geçti. Muazzam teknolojik ilerlemenin yaşandığı bu yüzyılın ardından ortaya çıkan koronavirüs salgını sırasında üretimi pek de yüksek teknoloji gerektirmeyecek maske, eldiven, önlük gibi koruyucu malzemeye erişim krizi yaşanıyor. Bırakın İspanya'yı, dünyanın en güçlü ekonomisi ABD'de bile, devletin bu görece basit koruma malzemelerinin tedariğini koordine edememesi, pek çok ülkede devlet kapasitesinin zaafını gösteriyor. İspanya'da toplam vakaların yaklaşık yüzde 12'si sağlık çalışanı, bırakın yeteri kadar koruyucu malzeme, test, solunum cihazı bulunmamasını, devletin el koyduğu özel hastanelerle devlet hastanelerinin (daha yüksek) standartları birbirine uymuyor. Alın size bir de regülasyon zaafı, devletin piyasaya kural koyamaması ya da koyduğu kuralları uygulayamaması.
Koronavirüsle mücadelede İspanya çok ağır bir dönemden geçiyor. Geçtiğimiz hafta kara pazartesi ile başladı, kapkara salı ile devam etti. Onu da 832 kişinin COVID-19'un yol açtığı komplikasyonlar sonrasında can verdiği zifiri karanlık cuma izledi. Sadece 47 milyon nüfuslu İspanya, 1,3 milyar nüfuslu Çin'i geçerek, İtalya'dan sonra COVID-19'un en çok can kaybına (toplam 5.704) neden olduğu ülke haline geldi. Toplam vaka sayısının -cumartesi günü itibarıyla- 72 bin 248 kişiye ulaşmasının yanı sıra başkent Madrid'in içinde bulunduğu (her 1.000 kişiden 3'ünün enfekte olduğu) bölge, İtalya'da Lombardia ve ABD'de New York eyaletiyle birlikte dünyada vakaların en çok yoğunlaştığı üç bölgeden biri oldu.
Enfeksiyonun pençesine aldığı bu bölgelerin ortak özelliği ne peki? Aynı yüz yıl önceki İspanyol gribinde olduğu gibi, bunlar nüfusları yoğun, ulaşım ağlarının merkezinde (Madrid Barajas dünyanın en yüksek hacimli 10 havaalanından biri), diğer bölge ve ülkelerle bağlantıları kuvvetli olan bölgeler. Bunun da ötesinde, Lombardia ve Madrid bazı kültürel ve sosyo-ekonomik dinamiklerde ortaklaşıyor. Akdeniz kültürünün sosyal mesafesizliğinin, kuvvetli aile bağlarının, farklı yaş gruplarından insanların hem kamusal hem de özel alanda sıklıkla bir araya gelmesinin yanı sıra, gençlerin çalışmaya başlasalar bile bağımsızlaşamamalarına yol açan sosyo-ekonomik dinamikler de ortak. Özellikle 2008-2009 krizleri sonrasında artan genç işsizliği, "geçici işler ekonomisi"ne eklemlenen bireylerin kendi ayakları üzerinde durabilecek bir gelirden yoksun olması, dolayısıyla aileyle yaşamaya devam etmesi, İspanya ve İtalya'da çok yaygın olgular.
Cuma akşamı TV ekranlarında yorgunluğu yüzünden okunan bir doktor, birkaç kez "Bu da bizim neslimizin savaşı" diye tekrarladı. Etrafımızı savaş jargonu kuşatmış durumda; düşman, cephe, vatan ve yılmadan mücadele. Başbakan Pedro Sánchez, hafta içinde Avrupa Birliği'nin bir "Marshall Planı" inşa etmesi önerisini getirdi. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen, Sánchez'in önerisini alkışladı alkışlamasına. Hatta, İspanyollara -hem de İspanyolca- "Yalnız değilsiniz" diye seslendi. Ancak, Sánchez'in öne sürdüğü, AB'nin üye ülkelere arka çıkması, korona-bonolarla bu ülkelerin borç yükünü hafifletmesi önerisi, Almanya ve Hollanda'nın vetosuna maruz kaldı. Yani Sánchez, en azından şimdilik, AB'den istediği desteği alamadı.
Sánchez'in atıf yaptığı Marshall Planı, 1948'de ABD'nin Avrupa'nın savaş sonrasında hızla toparlanması ve SSCB'nin nüfuz alanına girmemesi amacıyla sağladığı Türkiye’nin de içinde bulunduğu 17 ülkeye sağladığı sağladığı 13 milyar dolarlık (şimdinin parasıyla 100 milyar dolar gibi) yardım paketi. Tabii ABD bu yardımı "hayrına" yapmadı. Pax-Americana ("ABD'nin hegemonyası altında barış") diye nitelendirilen dönemin köşetaşlarından biri olmuştu bu paket. Savaştan büyüyerek çıkan tek ülke ABD'nin Avrupa pazarlarının "sağlığına", yani talebine ihtiyacı vardı. Nitekim, Avrupa ekonomileri çabuk toparlandı. Dünya ekonomisinde 1973'te patlak veren petrol krizine kadar hatırı sayılır bir ekonomik büyüme gerçekleşti. Savaş sonrasında inşa edilen uluslararası işbirliği ve gittikçe yoğunlaşacak pazarların birbirine bağımlılığı, özellikle sanayileşmiş ülkelerin hızla büyümesinde önemli rol oynadı.
İşte bu son nokta çok önemli. Yani, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bell ibaşlı Avrupa ülkelerininin toparlanamaması ABD ekonomisinin (de) orta vadede çöküşüne neden olabilirdi. Benzer şekilde, Trump'ın tabiriyle "görünmez düşmanla savaşın" İtalya ve İspanya başta olmak üzere Avrupa piyasalarında yaratacağı sarsıntı -savaş sonrasında Marshall Planı'yla ayağa kalkan- Alman ve Hollanda ekonomilerinin de kaçınılmaz olarak tökezlemesine neden olacaktır. Avrupa ekonomisinin bu kadar içiçe geçtiği bir noktada, birkaç ülkede daha fazla hissedilecek olan sarsıntının, AB'nin geri kalanına zarar vermeyeceğini hayal etmek bile imkânsız.
Peki koronavirüsün ekonomi politiği bizi nereye götürür? Küreselleşme sekteye uğrar mı, neredeyse yüz yıl sonra 1930'ların Büyüh Buhran yıllarına ve içe kapanmacı politikalarına geri döner miyiz? 1930'larda olduğu gibi birbirine bağımlılık, sermayenin, malların ve emeğin hareketliliği, yani küreselleşme, ve hatta kapitalist sistem sorgulanır mı? Siyasi rejimler değişip, demokrasiler sekteye uğrar mı bunun sonucunda? Bütün bunlara şimdiden belirgin yanıtlar vermek çok zor. Önemli değişimlerin yaşanması kuvvetle muhtemel, ancak değişimin rotasını kestirmek de zor, bu değişimden iyiye gidişi beklemek de. Farklı rotalar, koronavirüsin sebep olduğu insani ve iktisadi krizinin uzunluğuna, derinliğine, farklı devletlerin bu krizle karşılaştıklarında sahip oldukları kapasiteye ve krizi yönetmeye ilişkin becerisine bağlı olarak belirlenecek.
Bugün karantinanın 15. Günü ve en az 15 gün daha evdeyiz. Ambulans sirenleri kesilmiyor. 21. yüzyılda yaşadığımız bu çaresizliği anlamlandırabilmek güç. Ünlü İspanyol ressam Miró'nun 1937'de İspanyol İç Savaşı sırasında yaptığı "İspanya'ya yardım edin" tablosunu hatırlıyorum. Sanki bugün Miró'nun çığlığı tüm İspanya'nın, ve hatta İtalya'nın çığlığı. 21. yüzyılın sahip olduğu teknolojik avantajlar sağlık sistemi, refah devleti ve devletin kapasitesine ilişkin sorunları çözmeye yetmiyor. Ama hiç değilse Miró'nun tablosunu Reina Sofía Müzesi'nin koleksiyonunda görebilmeye olanak tanıyor.
Suddeutsche Zeitung'da dün çıkan bir haber beni umutlandırıyor. 101 yaşındaki İtalyan Alberto Bellucci, doğar doğmaz İspanyol gribine, geçtiğimiz haftalarda da koronavirüse yakalanmış. Ama ikisini de sağlıkla atlatmış, hayata bir de güzel selam çakmış. Bizden de Belucci'nin direncine selam olsun. Venceremos (Üstesinden geleceğiz)!