Geçen otomotiv yazımda Franklin'in 1910 da Cadillac'a taktığı "marş motoru" ile artık "içten patlamalı motorlu otomobil" dönemine girdiğimizi yazmıştım.
Aynı yıllarda, yani otomobil "motorlu at arabası" statüsünden "otomobil" statüsüne geçerken, Amerika ile Avrupa arasındaki büyük farkı anlamak gerekir. Otomobil ticareti "tekdüze" bir iş değildir. Aynı üretimi gibi, satışı da ancak "otomobilciler" başarabilir.
O yılların Avrupa otomobili Amerikan otomobilinden çok daha gelişmiş idi. 1910'un Wilhelm Maybach'in Mercedes'i 2 ton ağırlığında, 35 beygir gücündeki 4 silindirli döküm motoru 250 Kg. civarında idi. 100 km/saat sürat yapabilirdi.
Öte yandan mesela aynı dönemin Amerikan Oldsmobil'i tek silindirli, zar zor 4 kişilik, yaklaşık 5 beygir ve 400 kilo idi. 30 klm/saat sürati vardı. Yani aslında önündeki at oku çıkartılmış, ortasına bir motor konmuş bir at arabası idi; ve yeke ile yönetiliyordu.
Bunlara mukabil Oldsmobil 650 dolara satılırken, Newyork'un en merkezi yeri Times Square de showroom açan Daimler 10.000 dolara (mesela) Rotschild'lara Mercedes satıyordu.
Ancak, Olds (yaklaşık) yılda 300 personel ile 6000 otomobil yaparken, Mercedes (yaklaşık) yılda 1700 personel ile 900 otomobil yapabiliyordu!
Böyle olmasının da bir sebebi vardı. Çünkü, altyapısı en gelişmiş kıta olan Avrupa "taşımacılık ağına" ve yollara (at arabası yolları) sahipken, Amerikalılar kendi ülkelerinin coğrafi olarak yüzde 10'na gidebiliyorlardı.
Birinci Cihan Harbi başlarken dünyada toplam 600 bin otomobil vardı. Yaklaşık üçte ikisi ABD'de idi. Çünkü onlar önce Oldsmobil daha sonra T model Ford (Tin Lizzie) ile "seri üretim"e geçmişlerdi. Avrupa'da ise Daimler 900 Mercedes/yıl üretimi ile en çok üreten marka olurken, Fiat, Renault, Peugeot, Vauxhall gibi Avrupa markaları çok daha az üretebiliyordu.
Avrupa otomobillerinin tümü ya son derece lüks, upuzun (6 atlı kraliyet Kupa arabaları taklidi) veya küçük çok güçlü yarış (spor) otomobiller idi.
1910-1945 arası dünya harpleri, gerek görünüş, gerekse imalat teknolojisi ve malzeme açısından endüstriye çok şey katmıştır. ABD ve Avrupa, birbirlerinden çok şey öğrenmiş, taklid etmiştir.
Ancak, bir şey kesindir; bugün en kötüsü 1 milyon dolara koleksiyonerlere satılan, en "güzel" otomobiller bu dönemde tasarlanmış, üretilmiştir.
Dünya ikinci harbe bu otomobiller ile girdi. Çıkarken ise artık tamamen farklı bir "otomobil anlayışı" vardı.
Öte yandan, global manada artık japon otomobilleri de dünya pazarına çıkmak üzere idiler. Nissan ve Toyota'nın öncülük yapıp başını çektiği Japon otomobili de iki harp arasında kendini göstermeye başlamıştı. İlk Japon "aracını" at arabasına ABD'den getirdiği bir motoru bağlayan Komanosuke Uçiyama üretmiştir. Muhtemelen dünyanın ilk "minibüsü" bu araçtır. İkinci harp sonrası, 1950 lerde yılda ancak 10.000 otomobil üretebilen japonya bu gün, 10 milyon otomobil satmakta ve dünyanın en çok satan markasını (TOYOTA) üretmektedir.
O yılları hatırlayabilen dostlar Türkiyedeki (İstiklal Caddesi, İstanbul) "japon mağazalarını" da hatırlayacaktır.
Sünnet düğünümde hediye gelen tenekeden yapılmış, yürüyüp kuyruğunun üzerinde takla atan bir kurgulu kedi vardı. iki gün sonra bozulmuştu. Japonların ilk otomobilleri de aynı idi. Yıllarca kötü olarak anıldılar. Bugün Çin mallarında bulunan "güvenilmez" duygusu, o gün Japon mallarına karşı vardı.
1960'lı yıllarının başında sınıf arkadaşım Engin Türel Sansui marka bir müzik aleti (reveiver) aldı. Alet bozuldu. Engin Tokyo'daki merkezlerine mektup yazdı; bir süre sonra, Sansui Belçika'dan "Lütfen bay. (bir japon ismi!) şu tarih saatte Esenboğa hava limanından alınız!" diye bir telgraf aldı. Bir küçük japon küçük çantası ile geldi; aleti tamir etti ve gitti! Öğrendikki o tarihte Japonya devlet olarak bu gibi önemli firmaların masraflarını karşılıyor.
Sansuı'den sonra yıllar geçti; bugün Japon endüstrisinin geldiği yer ortada.
Neticede ikinci harp bitmiş, dünya perişan durumda, otomobil endüstrisinin büyük oyuncularından kimi hapiste (Almanlara yardım etti diye) kimi iflas etmiş, kimi akıllı davranıp harp araçı üretimine dönmüş zengin olmuş idi.
Ancak artık lordlara, kontlara yılda birkaç yüz adet, 6 metrelik Hispano Suiza veya Panhard üretip para kazanma devri kapanmıştı.
Amerika'nın 1900'lerin başında yaptığı "küçük şehir otomobili" bu defa mecburen Avrupa ve Japonların kaşığına çıktı.
Dört büyük üretici; üçü eski biri yeni, dünya otomobilinin yarısını ele geçirdiler. VW zaten Hitler zamanında kurulmuş, başında hem patron hem "otomobilci" olarak Ferdinant Porsche gibi bir dahi bulunuyordu. İngilizler devlet yardımı ile Morris ve Austin'i evlendirip British Motor Corporation'u kurdular ve Mini'nin babası olan Morris Minor'ı geliştirip perişan olmuş olan Birleşik Krallık halklarına sundular.
Fransa'da Renault'u devlet satın aldı ve dünya trendi olan küçük otomobili yeniden keşfetti. Komşu İtalya'nın aynı zamanlarda yaptığı FİAT Topolino, İngiliz Morris Minor, ve Renault 4 CV yan yana geldiği vakit, aynı kalemden çıkmış gibi görünür. Öyle değildir, ancak o gün pazarın istediği budur.
Derken artık 1960'lara 70'lere yani bizim milletin uyanmaya başladığı tarihlere gelindi.
Kadim dostum Atila Bozoğlu'nun babası, iktidarın (Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel) tam desteği ile 1961'de Devrim Otomobi'lini yapmağa başladığı vakit, İspanya birbirini öldürmeyi yeni bırakmış, General Franko başa geçmiş ve ispanyollara SEAT otomobilini İtalyanlar (FİAT) yapmakta idi.
Franko İspanyol devletini İspanyol yerli otomobiline (SEAT) doğrudan yatırımcı yapmıştı. İspanyollar İsviçreliler ile birlikte harp öncesinin en güzel otomobilini (Hispano Suiza) yapmışlar ancak, iç savaştan dolayı şirketin hisselerini Fransızlara satmışlar. H.S. herhangi bir marka olmuştu.
Güney Kore ise Türkler sayesinde komünizmden kurtulmuş (!) ancak Amerikalılara yakalanmıştı. Ortada otomobil yoktu, pirinç tarımı vardı. Amerikalılar giderken General Park'ı başa koyup gitmişler kendi menfaatlerini korur diye ümid etmişler ancak General Park hem milliyetçi hem de akıllı çıktı.
Dört tane otomobil üretim şirketi kurdurdu. Birinden biri tutturur diye düşündü! Parasını pratik olarak devlet verdi. 4 tane de sahici otomobilci buldu. Onları patron yaptı. Alın size 40 yılda, yılda 4 milyona yakın otomobil üreten, dünyanın 5 numaralı otomobil üreticisi: Güney Kore… Hyundai, Kia, Ssusyung ve Daewoo…
Hitler'ın VW BUG (Böcek) sayarsak, üç tane kuvvetli milli yönetim, üç büyük global marka…
Bunları sevgili okurlarıma tarih dersi olsun diye yazmıyorum şüphesiz. Karşılaştırın, içinizde sosyolojiden anlayan varsa lütfen bana yazsın. Türk millet 70 yıldır otomobil üretecek halde idi; devlet denilen merkezi otorite, destek yerine köstek oldu.
Biz niye kendimize düşmanız acaba? Niye kendi insanımıza itimatımız yoktur? Kendimiz cahil olduğumuz için diğer Türkleri de cahil mi zannederiz? Devrim niye öldü? Kim öldürdü? Amerikalılar ise, ülkedeki suç ortakları kimlerdi?
Sizlerden görüş bekliyorum.
Bundan sonraki yazımda, bugünden itibaren ne olacak bunu Selahattin'e anlatır gibi anlatacağım. Zaten onun sualleri ile başladı bu yazı.
Yeri gelmişken birinci yazıda başlıkta bahsettiğim "bor" ve "toryum" madenleri hakkında kısaca bilgi vereyim. Bu konuda yazılan, çizilen konuşulan tamamen şehir efsanesidir. Bu madenler otomobil endüstrisinde zurnada son deliktirler. Spesifik sualleriniz varsa yazın inceleyelim.
Otomobilin yaklaşık 150 yıllık tarihinde yaklaşık 20 bin farklı marka gelmiş ve geçmiştir. Bugün evlilik yapanları saymazsanız, 50 civarında global marka var. Evli olanları sayarsanız, çok daha az… Bunlara ne oldu da battılar?
2022 Türkiye'sinde kişi başına milli gelir 8000 - 9000 dolar civarında. Yani 1950-60'ların Avrupası gibi. Kimileri "en pahallı segmente yerli ve milli otomobil yapacağız" diye soyundular. Bu suali özellikle onlara soruyorum:
Sayın Bayanlar (varsalar) ve Baylar; Bu yazdığım çok özet dünya otomobili tarihinden ne anladınız? Ne demek istediğimi anlamadı iseniz, bence siz otomobilcilikten vazgeçip (mesela) hâllerde karpuz ticareti yaparak para kazanmaya gayret edin; size otomobilcilikte mama yok!