Bu yazının temelinde yüzyıllardır çözülmemiş bir problem yatıyor: (dini) konservatizm/muhafazakârlık ile karşısında "yeni düşünce" mücadelesi.
Bir nevi, ilimin, bilimin temelini arama.
Ben de "laf olsun torba dolsun!" diye bu konuyu detaylı olarak araştırdım.
Etimolojik olarak "ilim" Arapça. İlm'den geliyor. Türkçesi ise "bilgi". Ancak bu sözcüğün temeli Arapça değil; öz Türkçe "bil(mek)" kökünden türetilmiş.
735'te Orhun Yazıtları'nda Yolluğ Tigin Mahlası ile yazan AY KAAN (bir Türk İmparatoru) "körür közüm körmez, teg bilir biligim bilmez teg boldı…/Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu" der.
İlim, evrende olan "şeyleri" tarif ve izah eder. Anlatan ya da tarif edene inanç gerektirir. Bilim ise aynı "şeylere" bir şekilde kanıt ister. Yani ilim ve bilim arasında çok küçük bir fark gözükmesine rağmen kelimelerin kökü tamamen farklı yerlerden gelir. Manası da öyle: İlim, hem manevi hem dünyevi bilgilerin araştırılmasını konu alan bir kelime. Bilim ise sadece dünyevi konuları ele alır. İlim konusunda ileri gelenlere, alim veya ermiş denir. Bilim konusunda ileri gelenlere ise, bilim insanı denir.
"Manevi dünya" bize yüce kitabımız tarafından izah ediliyor. Kuran'da bir çok yerde geçen "ilm" sözcüğü muhakkak "kitap" sözcüğü ile beraber kullanılıyor.
Araf suresi 52 ayet "Yemin olsun ki, biz onlara ilme uygun biçimde ayrıntılı kıldığımız bir Kitap getirdik. İnanan bir topluluk için bir kılavuz, bir rahmettir o." der.
Burada yüce kitabımızın ilim, inanç ve bilim için getirdiği "anlayış" çok iyi izah edilmiş. Kitabımızın "kılavuzluk" ettiği ilim, başta iyi ahlak olmak üzere tüm "insani hasletlerin" öğretildiği dallar. Yani Semavi dinlerin bize bahşettiği bilgiler. Ama bu bilgilerden yararlanmak, yani "iyi insan olmak için ilk öncelik "inanan bir topluluk" olmak.
Zurnanın "zırt" dediği konu da budur işte: İlim için inanç gerekiyor.
Öte yandan büyük Atatürk, çoğu sözünde (kimilerinin iddia ettiğinin tersine) sadece "bilim (fen)" yerine "ilim ve fen" birlikte kullanmış. Dini bilgilerin, yani iyi Müslüman olma şartının iyi bilim insanı olmak kadar değerli olduğuna işaret etmiş. (En azından ben öyle anlıyorum.) Hatta sadece Türkçe konuştuğu için asırlarca anlamadığı metinleri ezberleyerek İman etmeğe çalışan Anadolu insanına, Kitabı Türkçeye çevirterek en değerli hizmeti yapmış.
"Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır."
Ülkemizde sayıları fazlalaşan "ilim yayma cemiyetlerinin" pek çoğunun yaydıkları, Kuran'da sözü edilen, ya da Atamızın işaret ettiği İlim değildir.
"Kendi inançlarına göre" dini bilgiler dağıtmak ve hatta buradan menfaat sağlamaktır.
Başlıkta yazdığım "E pur Si Muove" (Ve yine de hareket ediyor!) sözünü, ünlü bilim adamı Galile'nin "Dünya dönüyor!" dediği için Engizisyon Mahkemesinde yargılanmasının sonunda söylediği rivayet edilir. Engizisyon, 1542'de Papa III. Paulus tarafından, aynı yıllarda, Alman rahip ve üniversite hocası Martin Luther'in öncülük ettiği dinde reform hareketi ile mücadele etmek için karşı reformasyon amacı ile kurulan mahkeme sistemidir.
Luther de Engizisyon'da yargılanmış ve açık bir şekilde; "Kutsal metinler ve akıl yoluyla ikna edilmediğim sürece papalar ve konsüllerin otoritesini kabul edemem." demiştir.
Dinde reform isteyenlerin sayısı ve tepkisi büyüdükçe, engizisyonun karşı koyma şiddeti de artmaya başladı. Kilise okullarda okutulan kitaplar üzerinde sansür uygulamalarına başladı. 1543 yılında kilisenin onayı olmadan hiçbir kitabın basılamayacağına karar verdi. Yasaklanan kitapların sayısı artmaya başladı ve yasaklanan kitaplar imha edildi. Bunun yanında birçok bilim insanı idam edildi. Bu iş iç savaşlara kadar uzadı ve sonunda hem Luther hem Galile hem de İncil kazandı. Reform yapıldı ve hemen arkasından Rönesans (yeniden doğuş) başladı.
Çünkü Yüce Yaradan'a referans verip, Katoliklik adına her türlü saçma kuralı koyan, hatta cennette arsa satmaya başlayan bir "mekanizma" ile yüzyıl süren mücadeleyi Orta Avrupalılar kazanmıştı.
Bundan sonra, bu yeniliklere ayak uyduramayan o devrin en kuvvetlisi olan Osmanlı devletini yıkmışlardır.
Osmanlı'nın yıkılmasındaki önemli sebeplerden biri de Katoliklerinkine benzer "din istismarıdır." Bu istismar Cumhuriyet'ten sonra tam "artık kurtulduk!" derken, aradan geçen 100 yıldan sonra Cumhurbaşkanı'nı bile kandırıp ülkemizde tekrarlanmaya başlamış, hatta iktidar partisine sızıp ihtilal bile yapmaya kalkmıştır.
Ben sosyolog değilim, psikolog değilim, din bilimci hiç değilim. Ancak, Allah kelamı olan Kitabımızı ciddiyet ile, altını çizerek bir ders kitabı okur gibi okumuş bir kimseyim. Yani Allah'ın kitabımız aracılığı ile bize emrettiği, OKU, OKU, OKU emrini ciddiyet ile yerine getirmiş ülkemizdeki ender kimselerden, "görmüş geçirmiş" biriyim.
İyi bir Müslümanım, ancak Peygamberimizden epeyce sonra çeşitli sebepler ile ortaya atılan ve genellikle devlet gücü ile uygulatılan herhangi bir mezhepe inanmam.
Çünkü bunlardan çoğunun ortaya çıkış sebebi Kuran'da yoktur.
Hatta biz küçükken din hocalarımız bize "Müslümanlığın üstünlüğü ruhban sınıfı olmayışıdır" diye öğrettiler. Ben de bunu Kitabımızda net olarak gördüm. Hatta Kitabımızda "İmam" diye bir kelime ya da tarif yok. Kitabımıza göre İslamiyet tamamen "kişisel" bir ahlak okulu ve inananların, kitabı okumaktan başka bir şeye ya da kimseye ihtiyacı yok.
Bu kadar "torba doldurma" üzerine gelelim "Gülşen" nam kızımıza.
Yaptığı şey çok ayıp. Ancak ceza hukukçularının söylediğine göre bir suç değil ya da hapis cezasına müstenit bir suç değil.
Peki o zaman imam hatipte okuyan kardeşlerimiz dışında niye millet ayağa kalktı? Sakın şu ruhban sınıfının manevi baskısı olmasın?
Ben Ankara kolej lise takımında basketbol oynarken Ankara'da baş başa güreşen birkaç takım vardı. Harbiye taraftarları bize "züppe kolej" diye bağırır, biz de onlara "kışlaya" diye cevap verirdik.
Yani "kötüleme" (hakaret değil) bir mantığa dayanırdı. Asker kışlası pek Hilton'a benzemezdi. Biz kolejliler de varlıklı kabul edildiğimiz için, çoğunluğa aykırı şeyler (giyim kuşam, farklı müzik vs.) yapardık. Yani bu “negatif benzetmelerde” biraz gerçeklik payı vardı.
O devirde hiç kimse bir gurubun seksüel tercihini ortaya dökmeye, kötülemeye çalışmazdı. Hele dini gurupların asla. Bunlar saygıdeğer insanlardı.
Bir de bugüne bakalım: Diyanet işleri yöneticisi düğün kıyafeti tarif ediyor, bir "hoca" imam hatip okullarının daha "radikal" tahsil yapması gerektiğini söylüyor. Hatta Cumhuriyet savcısı, bir bilim insanını Hz. İbrahim ile ilgili tarihi bazı saptamaları yüzünden ifadeye çağırıyor. Bu konuda çok fazla ve daha çirkin duyumlar da var…
Bazı tarikat mensupları çeşitli cinsi fantezilerinden fütursuzca bahsediyor, bu yönde sanal medyada resimler, yazılar yayınlanıyor.
Unutulmasın ki bahsi geçen inanç, din insanlarına da duyuluyor ve halkımız onların söylediğine dinliyor ve inanıyor. Bu “sanal dünya safsataları” da insanlarımızda çok ciddi bir ikilem yaratmakta.
Sakın bu yazdıklarım ile Gülşen'i kolladığım düşünülmesin. Ne sanatçı ne de sade suya insan, kimsenin kimseye hakaret etme, aşağılama lüksü yoktur, olamaz.
Şahsen Gülşen'i çok daha ciddi özür dilemeye davet ediyorum. Ancak, ben samimiyet ile bunun bilinçle sarf edilmiş bir söz değil; bir sanal medya kazası olduğunu sanıyorum.
Öte yandan; Diyanet İşleri Başkanlığının ve Millî Eğitim Bakanlığının da nereden nereye gelindiğinin farkına varması ve çok ciddi araştırma yapması gerek. Polisiye bir araştırmadan bahsetmiyorum; O en kolayı, derinlemesine bir “sosyolojik” araştırma…
Dini duygularımız ve kendilerini temsilci sayanlara inancımız, bu şekilde örselenmiş ise; bunu "dış güçler" filan diye geçiştiremezsiniz… Kimse, sütten çıkma ak kaşık değil.