Bu haftaki "Tuhafiye" yazım "Soft Technology /yumuşak teknoloji" denilebilecek bir dalda şahit olduğum bir olay üzerine.
Size bir mektup okutacağım; yer kalmadığı için, daha sonraki Tuhafiye yazımda da konuyu derinlemesine inceleyeceğiz... Belki hem ülke hem insanlık adına faydalı bir iş yapmış oluruz.
"Tıbbiyeden her şey çıkar" derler… Ben de mühendis çıkanlardanım; Ankara Koleji'nden mezun olduktan sonra Ankara Tıp Fakültesi'nde okudum; sonra "hasta sahibi" fenomeni yüzünden mesleği değiştirip asıl sevdam olan "otomobilciliği" buldum…
Fakültede derslere hasta kliniklerinden geçilerek gidilirdi: O tarihlerde Ankara hâlâ şehirleşmesini tamamlamaya çalışan bir kısmı son derece modern, bir kısmı ise 17'nci yüzyıl kırsalını andıran bir şehirdi. Altındağ'da oturan eski "Angora köylüleri" Kızılay'a inmezlerdi. Ankara'nın az gelişmiş semtlerinden Cebeci'de kurulmuş olan tıp fakültesinde, anfilere, dershanelere hasta yatakları bölümlerinden geçilerek gidilirdi. Üzerimizdeki beyaz önlüklerden bizi de doktor zanneden bu tip hasta sahipleri elimizden, paçamızdan çekip bizi hastaların yataklarına götürmeye çalışır, daha çok alaka isterlerdi. Yani sinema bileti kuyruğunda sıra atlamağa gayret ederlerdi. Gerekli olan "bilinç" pek yoktu ya da vardı da egoizm daha mı ağır basıyordu bilemiyorum ama tıp mensupları "cahil hasta sahipleri" ile "karşılıksız aşk" yaşarlardı. Bu tabloyu yaşamaya başladıktan sonra birden bire ömrümü bu tip ağlayıp sızlayan insanlar arasında geçireceğimi fark ederek tıbbiyeden ayrıldım. O dönemde Doktorlara büyük saygı vardı; aslında "okumuş insana" saygı vardı..
Cahil hasta sahibi, doktorun elinde "sihirli bir değnek" olduğunu sanır bu değneği diğer hastalardan önce kullanmasını için doktora "baskı" yapardı. Ancak bugünkü gibi "öldürerek, darp ederek değil" lüzumsuz saygı ve sevgi gösterileri ile "elini ayağını öpeyim doktor, hemen ve en çok benim hastam ile ilgilen!" manasına gelen davranışlar da bulunarak…
Bugün ne oldu da yarım asır sonra toplumun aynı sosyo-ekonomik kesiminde yaşayan "cahil" insanımız "canavara" dönüştü bilemiyorum… Bu konuları kadim dostum Emre Hoca'ya (Sosyolog Prof. Dr. Emre Kongar) sormak lazım… Bence bu kesim "bilginin", "irfanın" pek de lüzumlu olmadığını, bunlar olmadan da lüks içinde yaşanabildiğini fark ettiler… Kolaylarına geldi; belki bir de, bir rol model buldular. Bir kısım daha da ileri gidip "bunların" aslında olmaması gerektiğine inanmaya başladı... Şimdiki jargon "Ulan hastam ile ilgilen yoksa fena yaparım!!"
Ben Bodrum Yalıkavak'ta yaşarım, yaşım itibari ile de arada bir hastaneye gitmem icap ediyor. Muayene olmak, ilaç yazdırmak vs. Yazın nüfusu orta boy bir Avrupa şehrini geçen bu sahil kasabasında 30 yıl öncenin, 50 bin nüfuslu Bodrum'una göre yapılmış bir devlet hastanesi var. 30 adet hasta odası; kaç tane kaldığı belli olmayan doktoru var. Her gün otopark problemi yaşanır… Özel sektörde sağlık yatırımı yapan sermaye gurupları ise son 20 yıldır Bodrum'daki "potansiyeli!" görüp müthiş yatırımlar yaptılar. Fiyatlar Bodrum restoran fiyatları gibi. Özel hastanede doktora saat sorsan, 3 sıfırlı paralar ödemen gerekir. Devlet kendi doktoruna üç otuz maaş veriyor. Bunun farkında olan "özel sektör" de kendi doktorunu da bedava çalıştırmaya çalışıyor. Üçüncü alternatif mevcut değil; o zaman kendilerine denildiği gibi "gidiyorlar".
Bodrum'da 2+1 apartman dairesinin kirası, doktor maaşının 3 mislinden "başlıyor!" Doktor maaşına ancak gecekondu bulursun. Bu yüzden ister devlet ister özel sektör olsun ülkeyi terk eden sağlık personeli sayısı yüzbinler ile ifade ediliyor diyorlar...
Bir bütün gün hastanenin içinde dolaşıp ilaç yazdıramayınca, bu konuyu incelemeye başladım. Gerek kendi eski sınıf arkadaşlarım gerekse sağlık sektörü temsilcileri ile görüşürken tesadüfen, yazımızın kahramanı Sera'yı tanıdım. Ve onun annesi için yazdığı mektubu -kendisi izin verdiği için- sizlerin de okuması gerektiğini düşündüm. Ben duygusal yazılar yazmıyorum; "factual-gerçek" yazılar yazıp, bir elle tutulur yere varmağa çalışıyorum. Çok düzgün bir Türkçe ile yazılmış bu çok duygusal ve naif mektubun arkasında "büyük bir olay" gizli olabilir…
Siz lütfen mektubu okuyun. Bir sonraki Tuhafiye yazınızda beraberce inceleyip "şimdi ne olmalı!" diyeceğiz...
"Ben Sera Turgay
Tam genç kızlığa ilk adım attığım anda, annemin meme kanseri olduğunu öğrendim. Tedaviler yoğunlaşmaya başladı ve annemin saçı, öbek öbek yerinden çıkıyordu. Çok korktum. Benim de bu süreçte, saçlarım dökülmeye başladı. Doktorların önerdiği, her türlü tedavi , şampuan, ilaç vs, çözüm olamıyordu. Annem tamamen kel bende tüyleri yolunmuş karga yavrusuna döndüm. Babam, hem annemi tedaviye götürüyor hem benimle ilgileniyor, hem de sürekli, müziğin tedavi etme gücü hakkında araştırma yazıları gönderiyor, ama o zamanlar, bilmediğim, anlayamadığım ve deneyimlemediğim bu konularda kendi kendime: Müzik nedir ki dinlersin eğlenirsin veya üzülürsün ne tedavisi diyordum. Müziğin gücüne inanmamış ama bir umutla da araştırıyordum. Acaba neler yapabilirdim? O sıralarda, konservatuvar vurma çalgılar eğitimi görüyordum. Öfkemi davula daha sert vurarak attığımı gözlemledim.
Veya trampet ile yaptığım ritmik vuruşlar belli bir zaman sonra beni rahatlatıyordu. Düşünmeye başladım. Hımm ... Çocukken, annem her gece bana öyküler anlatır, dili döndüğünce şarkılar söyler, beni koruma, şefkat duygularıyla besler, rahatlatır ve de mışıl mışıl uykuya dalardım. Artık sıra bana gelmişti annemi korumak, şefkatle sarmak görevi bana düşüyordu. Ve de kendimi sorgulayınca annemin bana yaptığı ruhsak rahatlamayı, ben anneme yapmalıydım. Hastalığın ilk zamanlarda aldığı, kemoterapi tedavisinden sonra canı çok acıyordu ve uyuyamıyordu. Yapabileceğim tek şey ise anneme şarkılar söylemekti. Bu şarkılarım annemi rahatlatıp derin uykuya sokmaya çalıştım. İlk tedaviyi keşfedişim: Kısık sesle okuduğum şarkılar, annemin ağrıları dindiriyordu ve artık güvenle uykuya dalıyordu. Ben anneme, anne olmaya ona şefkat ile sarılmaya ve tatlı tatlı içimden geldiği gibi o an uydurduğum şarkıları söylemeye başladım. Annemin kemoterapi sonrası ağrıları giderek azaldığını keşfettim. Kızınca davula vurduğum sert darbelerin beni rahatlattığını anneme anlattım. O da eline davulun tokmağını alıp vurmaya başladı. İçindeki zamanla biriken öfkesinin dağıldığına inandı. Sonra bu sesleri normal değerlerde atan bir kalbin, tansiyon aletinden duyulduğu vuruş hızlarını takip ederek, davul vuruşlarımı kalp vuruşlarına eş değerlere çevirip çalarken, yine kalbime doğan, o saf çocuksu melodileri mırıldanmaya başladım. Latin ritmlerini dersi alırken, bu ritmlerin ve ritm döngülerinin insanda hareketlilik, canlanma coşma duygularını tetiklediğini de gözlemleyip, hissettim. Ülkemde, darbuka ile çalınan bu birbirini aksatmadan takip eden vuruşları trampetimle çalmaya başladım. Bu ritmleri tutarken, kalbimden geldiği gibi ezgiler mırıldanmaya başladım.
İşte o anlarda, evimizde yeniden güneş doğmuş her yeri ısıtıyor, bir neşe içinde olduğumuzu keşfettim ki benimde saçlarımın dökülmesi yavaşladı ve zaman içinde yeniden gürleşmeye başladı. İnternette insan neden hastalanır adı altında önüme gelen her çeşit makaleyi araştırmaya başladım. Dualar, Frekans sesleri, Syntheiserler le oluşturulan, Harmonik döngü sesleri vs gibi bu sesleri üreten araştıran kişiler ve hatta üniversitelerde bölümler kurulmuş ve de bir müzikle tedavi adı altında bir sektör bile oluşmuştu. Türk müziği makamlarının ve ritmlerinin, insanı hipnoza sokarak, öncelikle akıl hastalarının tedavisinde kullanıldığını okudum. Ben ne zaman klasik Türk sanat müziği dinlemeye başlasam hemen uykum geliyordu. Konservatuvarda aldığım Batı müziği eğitiminde 7 nota, 7 notalı majör, minör gamlardan oluşan 12 sesin kullanıldığı, polifonik müzik formunda, müziğin modlarıyla eğitiliyordum. Türk müziği makamlarında duyduğum bazı ezilmiş sesler ile harmonik bir döngüseli, kulağım ve duygularım bir türlü kabul edemiyordu. O müziğinde eğitimini alınca, ancak anlayabilecektim. Türkülerde, sazın perdelerindeki ara seslerinde içinde olduğu birçok melodiyi de severek dinliyordum. Halk müziğini annem de ben de çok seviyorduk. Kemoterapi tedavileri sonlandığında, annemin biraz daha iyileştiğini, genç kızlığında dinlediği Türkçe sözlü Batı müzikleri yani 60 ve 70'lerin müziği annemin yüzünü güldürüyordu. Sanki zamanda yolculuk yapmışçasına bana genç kızlığını anlatmaya başladı. Beraber, Türk sinemasının baş yapıtlarını izliyoruz. Komedi programlarını kaçırmıyorduk. Televizyonda haberleri duymak dinlemek beni de, anneni de bir kaosa sürüklüyordu. Bütün hastalıklar, insanın zihninde çözemediği sorunlardan dolayı oluştuğuna karar verdim. Hayal gücünden beslenemeyen insanlar hastalanıyordu.
İnsanlar kendini iyi hissettiği müzikleri dinlemeli, filmleri izlemeliydi. Öfke, kin, nefret ve korkuya davet eden müzikler ve sesler hem insanları hastalandırıyor hem de evdeki saksı çiçeklerini bile solduruyordu. İşte herkes kendisine iyi gelen müzikleri dinler, acı, keder, yas içeren müzikleri seçerek dozunda dinlerse aslında bir çok hastalıktan kurtulabilir. Bilim insanları araştırmış, bir çok tezler ve uygulamalar var. Gerçek olansa doğru zamanda, doğru yerde titremek. Doğru akortlu bir bağlamayı, ya da gitarı vs kucağınıza alıp saatin dakika hızında bir tempo tutturursanız bunun size iyi gelebileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Gıdalarımızı seçerek doğal koşullarda üretilenleri yersek ve de su içmeyi de unutmazsak açıkçası her şeyi kafamıza takmazsak, affetmeyi, sevmeyi, özür dilemeyi, teşekkür etmeyi önemsersek, bir tatlı gülüşle her türlü zarar veren, bizi bozan duyguları en kısa an içinde sönümlendirirsek, sizden daha iyisi olamaz. Tüm travmalarınızdan, seçtiğiniz size iyi gelen, ruhunuza dokunan müziklerle, temiz havayla, birbirimizi hoş görerek, empati gücümüzle, sağlıklı besinleri seçerek, yaradılan her şeyin bir nedeni olduğunu düşünerek koşulsuz sevmekle kurtulabilmek mümkün. Sizlerle, genç kızlığa adım attığım ve 3 yıl süren bu zaman diliminde başımdan geçenleri kısaca aktarmaya çalıştım.
Sağlıcakla kalın,
Sera 2022 Haziran"