Doğrusu ben, Erdoğan’ın yüzde 51.8’lik Köşk zaferini bir mağlubiyet olarak değil, tam aksine çok şey vadeden bir galibiyet olarak görüyorum.
Çünkü, Erdoğan her ne kadar o makam için “saksı olarak” seçilmediğini dile getirse de, daha önceki örneklerde gördüğümüz gibi bir saksıdan öteye gidemeyen cumhurbaşkanlığı makamı bu haliyle Erdoğan gibi bir diktatörü dizginleyebilmek için en uygun görev.
Ülkenin en parıltılı ama bir o kadar da en işe yaramaz unvanına sahip olunan yer çünkü Çankaya…
Üstelik belli ki son zaferini kazanan Erdoğan’ın Çankaya’da gitgide yalnızlaşacağı, bu ülkede hiç bitmeyen fırtınaların “gözü”nden uzaklarda kalacağı varsayıldığında, son seçimin sonucu insanı içine düştüğü karamsarlıktan kurtarıyor.
Eğer son seçimde aldığı ve onu başkanlığa taşımaya yetmeyecek oylara rağmen Erdoğan yoluna devam edip işi “Türk tipi başkanlık”a doğru götürmeyi denerse ne olur peki?
Başına “Türk tipi” gelen herhangi bir şeye rastladığında orada durmak zaten çok tehlikeli… “Türk tipi”nin sonu genelde pek hayırlı olmuyor ne yazık ki… Bir de “operasyon”un başında Erdoğan gibi bir Türk varsa epey sorun olur.
Erdoğan’ın bütün sorunları göze alıp “başkanlık hayalleri”ni gerçekleştirebilmesi içinse iki ihtimal bulunuyor…
Birincisi, 2015 Haziranı’ndaki Genel Seçim’den sonra bir referandumla anayasayı değiştirip başkanlık sistemine geçmek.
Fakat bu pek mümkün değil.
Çünkü son Köşk seçiminde aldığı oy oranı, hazirana kadar yaşanacak akla gelebilen her türlü sıkıntıyla birlikte göz önüne alındığında ve kendisinin tüm “ışıltısıyla” AKP’nin başında olmayacağı da düşünüldüğünde, 2015 seçimlerinde 330 milletvekili çıkarması ve anayasayı referanduma götürebilmesi pek muhtemel gözükmüyor.
Her ne kadar 12’inci seçim macerasından da zaferle ayrılmış olsa da bu zaferler son dönemde ciddi anlamda kan kaybını da beraberinde getirdi.
Dahası, onun gibi kalabalıkların algısını yalanlarıyla yönlendirebilecek, hitap yeteneğiyle kitleleri kendinden geçirip gerçeklere karşı körleştirebilecek, onun kadar mağduru bıkmadan usanmadan oynayabilecek ve bundan bir sonuç alabilecek başka bir ismin partide bulunmaması, gelecek seçimde 330 milletvekilini bulsa bile referandum macerasını hiç alışık olmadığı biçimde bir hezimetle sonlandırabilir.
İkincisi ise, hepimizin ilk aklına gelen, diğer ihtimalden çok daha önde olan ve daha önce de defalarca örneğini yaşadığımız bir seçenek…
Erdoğan’ın bir defa daha anayasayı ve yasaları herkesin gözü önünde çiğneyerek başkanlık sistemine “fiilen” geçmesi…
Bu da, hiç uzak bir ihtimal değil takdir edersiniz…
Bu adam daha önce de anayasayı ve yasaları rahat rahat çiğnemedi mi?
Daha önce de yasaları çiğnediği halde yoluna hiçbir şey olmamış gibi devam etmedi mi?
Bunların hepsini yaptı ve tanıdığımız kadarıyla isterse yine yapar…
Fakat bu, oynadığı son oyun olur… Bunu yapabilmesi için bundan sonra nefes aldığı her saniye, Çankaya’da herkesin gözü önünde sürekli suç işlemesi gerekir ki buna ne onun nefesi, ne de bu ülkenin sabrı yeter…
Ortalık hiç tahmin etmediği kadar karışır, yaşanacak hasar hiç beklenmediği kadar kalıcı olur.
Bunların hangisi gerçekleşir, neler yaşarız, buna yaşamak denirse yaşar mıyız yaşamaz mıyız hep birlikte göreceğiz.
Tabii ortada başka bir gerçek daha var…
Siyasi macerasının zirvesine ulaşan Erdoğan’ın yolunda bundan böyle zaferlere, mutluluklara, başarılara çok yer yok…
Bundan böyle ne yaparsa yapsın azar azar da olsa, damlaya damlaya da olsa hep kaybedecek…
Üretimin zirve yaptığı bir petrol kuyusu gibi bundan böyle verimi azalarak kuruyacak.
Beş yıl boyunca Çankaya’da siyasi etkinliği eriyecek.
Hayırlısıyla işin sonuna geldik…
Öyle ya da böyle, bundan sonrası sayılı gün…
E sayılı günlerin de “kötü” bir huyu vardır bildiğiniz gibi…
Önce hesap, sonra uzlaşma
Erdoğan, sonuncusu olmasını umduğum balkon konuşmasında temiz bir sayfa açmaktan bahsedip, “Yeni bir toplumsal uzlaşma sürecini hep birlikte kuralım… Gerilimleri, çatışma kültürünü eski Türkiye’de bırakalım… Bugün küslükleri unutma günü…” dedi.
Normal şartlarda böyle bir teklife kim, neden “hayır” diyebilir?
Eğer söz konusu teklif Erdoğan gibi birisinden gelmeseydi…
Çünkü kendisinin “küskünlük” diye geçiştirmeye çalıştığı şey, toplumun büyük bir bölümü için çok daha keskin ve ağır anlamlar taşıyor…
Kimse kendisine Berkin Elvan için “küskün” değil mesela… İnsanlar, kendisine Berkin için “kırgın” değil… İnsanlar, ona, bizzat emir verdiği polisler küçücük bir çocuğu başından vurup öldürdüğü, polislerin vurduğu çocuğun ailesini meydanlarda yuhalattığı ve hedef gösterdiği için öfkeliler, kızgınlar…
İnsanlar, bir cinayetin, bir adaletsizliğin hesabının peşindeler…
Kimse Erdoğan’a Roboski katliamı için sitem etmiyor… “Bu olay Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak” dediği halde belki de kendisinin de içinde bulunduğu sorumluları ısrarla kolladığı, ölenlerin arkasından izana sığmayacak laflar ettiği için kızgınlar… Bu yüzden kendisine küs değil öfkeliler…
O korkunç katliamın emrini verenlerin yargı önüne çıkarılmasını bekliyorlar…
Kimse Ali İsmail, Abdullah Cömert ya da Afyon’da veya Reyhanlı’da ölenler için kırgın değil kendisine… O ölümlerin hesabını vereceği günü sabırsızlıkla bekliyorlar sadece…
Tabii bir de yolsuzluk olayı var…
Belki bu toplum, hırsızlıklara, hortumlamalara, rüşvete çok alışık ama böylesini ilk defa gördü…
Çünkü bu sefer işin sonunda bir utanma, bir mahcubiyet yaşanmadı, hukuki bir bedel ödenmedi. Tersine, yapış yapış bir köylü kurnazlığı ve görülmemiş bir zorbalıkla yolsuzlukların üstü beyhude bir çabayla örtülmeye çalışıldı…
Ama kimse ona ve çevresindeki dalkavuklara bu nedenle sadece “küskün” değil…
Öfkeliler ve hesap vermesini istiyorlar.
“Toplumsal uzlaşma” iyi fikir…
Fakat önce bu ulvi öneriyi yapan kişinin vermesi gereken çok hesap var…
Önce hesap, sonra uzlaşma daha iyi bir plan bence…
Ve emin olun, böyle bir uzlaşma onun bile hayal ettiğinden daha kalıcı olur…