Görebildiğim kadarıyla Galatasaray’da yaşanan gelişmelerden memnun olan az sayıdaki sarı-kırmızılı taraftardan biriyim. Öyle atkımı bayrağımı kapıp tura çıkacak kadar olmasa da memnunum.
Memnun olmasına memnunum ama ne yalan söyleyeyim üzgünüm de.
Üzüntümün nedeni milyonlarca Galatasaraylı’dan farklı değil. Onlar için Fatih Terim ne ifade ediyorsa benim için de tüm “yadırgatıcı” ilişkilerine rağmen onu ifade ediyordu. O, Galatasaraylılar için bir başkaydı. Benim için de öyle. Tüm bunların yaşanmamasını dilerdim.
Peki neden milyonlarca insanı yemeden içmeden kesen bu gelişmeden memnunum?
Çünkü hatırlıyorum.
Gelin isterseniz adım adım beraber hatırlayalım.
Sezon başında her şey yolunda gidiyordu. Son iki yılın şampiyonu Galatasaray hazırlık döneminde yurt dışında katıldığı önemli bir turnuvayı kazanmış, transferde geçmiş yılları aratsa da ihtiyaç olan yerlere gerekli takviyeleri yapmıştı. Takım yeni sezona hazırdı.
Geçtiğimiz sezondan beri medya tarafından özellikle “kaşınan” Aysal-Terim gerginliği bile “yatışmış” ve kulüp her kulvarda başarıya konsantre olmuştu.
Başkan Ünal Aysal ise geçtiğimiz sezonun sonunda yönetim değişikliği ile başlattığı “reform”a sadık kalıp sadece futbol takımını değil, kulübü dünya devlerinin arasına sokacak kurumsallaşmanın gerekliliklerini yerine getirmeye çalışıyordu.
Fakat bir gün her şeye burnunu sokmayı insanlığa borç bilen başbakan ve önemli mevkilere yerleştirdiği adamları “sihirli” bir formülle ortaya çıktı.
Abdullah Avcı’nın görevine son verilmesiyle boşalan milli takım teknik direktörlüğüne Fatih Terim’i getirmeyi uygun buldular.
Dünyada kariyeri göz kamaştıran onlarca teknik direktör varken onlar sonu meçhul olan bir macera için Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim’i tercih ettiler.
Başbakan Terim’i bir Pazar sabahı kahvaltıya davet etti ve ona yeni görevini söyledi.
Terim de “Beyefendiye” “hayır” diyemedi.
Hayat böyle işte. Milyonların sevgilisi de olsanız, kariyeriniz belki bir daha kolay kolay ulaşılamayacak başarılarla da dolu olsa gün geliyor ve unvanı başbakan olan birine hakkınız olduğu halde o veya bu nedenle “hayır” diyemiyorsunuz.
Belki “Başbakanlara hayır denmez” diye öğrenmişsiniz, belki bizim başbakan birebirde çok ikna edici, belki de ona “karşı çıkmamanın” daha “hayırlı” olduğunu düşünüyorsunuz.
Apar topar ne olduğu belli bile olmayan bir sözleşme imzalandı ve Fatih Terim bir anda hem Galatasaray’ın hem de A Milli Takım’ın teknik direktörü oluverdi.
Tüm bunlar yaşanırken Galatasaray Kulübü Başkanı Ünal Aysal’ın olan bitenden hep en son haberdar olması, kendisine bir açıklama yapılması gerekirken hem bu “sihirli” formülü bulanların hem de “elemanı” Fatih Terim’in kendisini anlaşmanın tamamen dışında bırakması, Terim’in, işvereni Aysal değil de başbakanmış gibi davranması, fırsat bulmuşken Aysal’a geçmişin hesabını sormaya çalışması Galatasaray’da sonu yol ayrımıyla biten krizi alevlendirdi.
Aysal haklı olarak durumdan duyduğu memnuniyetsizliği dile getirdi, teknik direktörünü sadece bir süreliğine danışman olarak “paylaşabileceğini” söyledi ve bunların yanı sıra Terim ile bir an önce uzun soluklu bir sözleşme yapmak istediğini de belirtti.
Bu arada Ünal Aysal, Fatih Terim ve Federasyon arasında imzalanan sözleşmenin kendisine de gönderilmesini talep etmesine rağmen ne Terim’den bir yardım gördü bu konuda, ne de Federasyon’dan bir cevap geldi. Adeta “Biz sorunumuzu çözdük, sen ne halin varsa gör şimdi” dendi kendisine.
Öte yandan ligde art arda yaşanan puan kayıpları ve Şampiyonlar Ligi’nde alınan utanç verici mağlubiyet, bu belirsizliğe daha fazla tahammül etmek istemeyen Aysal’ı artık zaman geçirmeden bir “önlem” almaya itti.
O da Terim’den “net olmasını” istedi. “Milli takımla devam edeceksen et ama hem Galatasaray hem de milli takım olmaz” dedi. Bir tercih yapmasını istedi.
Terim de o tercihi bir türlü yapmadı. Eline fırsat geçmişken Aysal’a “elemanın” ne demek olduğunu anlatmak için, kulüpte Aysal’ın değil de kendisinin borusunun öttüğünü göstermek için en büyük zararı takımının ve taraftarların gördüğünü bilmesine rağmen işi uzattı da uzattı.
Ve sonunda da olanlar oldu.
Aysal, medyanın insafsız tepkilerine, taraftarın hayal kırıklığına, öfkesine rağmen takımı son iki sezondur şampiyonluğa ulaştırtan Terim’in görevine bir anda son verdi.
Ve bence iyi de oldu çünkü Galatasaray bu iki başlılıkla yönetilemez hale gelmişti, belirsizlik takımı başarısızlığa sürüklüyordu, kulüp kimliğini kaybediyordu.
Buna daha fazla göz yummak sorunu kalıcı hale getirmeye yol açacaktı.
Bu “hatırlattıklarım” Galatasaray’da yaşananlarla ilgili ama Galatasaray’da yaşanan bu kriz aslında sadece sarı-kırmızlı kulüpteki anlaşmazlıkların değil, Türk futbolundaki büyük bir çatışmanın sonucu bence.
Son on yılda büyük değişimlerden geçen, zenginleşen Türkiye’de bu değişimin futbola yansıması da kaçınılmazdı, futbolun da “değişmesi”, sınıf atlaması, Avrupa’da daha yukarılarda bir yere gelmesi gerekiyordu. Zenginleşmek, paranın ve taraftarın artması, televizyon yayınlarının çoğalması futbolu ileri doğru iterken, futboldaki “eski yapı” da bu değişimi önlemeye çabalıyordu.
Bu değişimin, bugünkü futbol, siyaset, medya, mafya ilişkileriyle gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu ilişkilerin tümden bir kenara atılması, çağdaş bir biçimde yeniden kurumsallaşılması zorunluluğu vardı.
Bu atılımı Galatasaray’ın başlatması tesadüf değil, ülkenin Avrupa’da en fazla başarı kazanmış, en Avrupai takımı, Avrupa’da başarılı olmuş bir işadamının başkanlığında kurumsallaşma adımlarını atmaya başladığı sırada kelimenin tam anlamıyla torpillendi.
Bir “milli takım hocalığı” meselesi yaratıp Galatasaray’ın önünü kesmek istediler. Şimdilik başardılar da. Tarihimizin en başarılı hocasını çok tatsız bir biçimde kaybettik ama Galatasaray yürüdüğü bu yoldan dönmeyecek anladığım kadarıyla. Zaten buna mecbur, şartlar bunu gerektiriyor.
Galatasaray bu değişimi, böyle büyük sancılarla gerçekleştirdikten sonra diğer takımların da onu taklit edeceğini göreceğiz. Milli gelirini beş misli arttırmış, takımlarını zenginleştirmiş bir ülkede eski düzenin devamının olanaksızlığını anlamak çok zor değil ama her değişime olduğu gibi bu değişime de karşı çıkacaklar elbet. Nasıl karşı çıktıklarını da görüyoruz.
Keşke Fatih Terim, ne olursa olsun asla unutulamayacak büyük “imparator”, nerede çalışırsa çalışsın daima bizim “hocamız” olarak hatırlanacak bu olağanüstü futbol adamı da bu değişimin yanında olsa, bu değişimi destekleseydi.
Şimdi bu gelişmelere bakıldığında Ünal Aysal’a “saldırmak” bana pek hakkaniyetli görünmüyor.
Bu “süreçte” Aysal da bizim bilmediğimiz hatalar yapmış olabilir ama neticede “değişimi, kurumsallaşmayı, çağdaşlaşmayı, yeni anlayışı” Türkiye futbolunda o temsil ediyor.
Terim gibi bir hocayı kaybetmiş de olsak, bağrımıza taş basıp, değişimi ve Aysal’ı sahiplenmek hakkaniyet ve futbol adına bizim görevimizdir bence.