D_Masthead_970x250

The Dears: Kara romantikler, sevgili sevgililer...

The Dears bugün Salon'da...

Pelin Opcin*

Yoksa siz hâlâ annenizin Paul Anka’sı, yavrunuzun Justin Bieber’ini mi dinliyorsunuz? Justin Truedau’ya içiniz gidiyor, Kuzey Amerika’nın İsviçresi’nde yaşamın kapılarını aralamayı mı hayal ediyorsunuz. Evet, Kanada’dan bahsedeceğim; medeniyet, sükûnet, 'cool'luk abidesi Kanada’dan.

Biz bir grup Kanada müziği meftunuyuz, bizim için bambaşka şeyler ifade ediyor bu memleket. Orada bir ruh ikizi var uzakta, gitmesek de görmesek de o ruh bizim ruhumuzdur diyen, hani reenkarnasyona inansak, önceki yaşamımızda birer Kanada prensesi (!) olarak yaşadığımıza inanan meftunlar. 11 Şubat Cumartesi akşamı Salon’da buluşacağız. The Dears konserinde.

Bu dünyaya Leonard Cohen, Neil Young ve Joni Mitchell’i armağan eden, rock ve folk tarihinin üç büyüklerinden Kanada, 2000’lerin başında indie müziğe yön veren fevkalbeşer bir müzik sahnesiyle akılları, yürekleri tarumar ediyor. Canciğer The Dears’imizin bu devrimde büyük payı var. Broken Social Scene, Feist, The Organ, Metric ve tabii ki Arcade Fire… Dümdüz yapılsa indie müzik diyebileceğimiz şeyi, alıp, oya gibi işleyip, sanat katan şahane topluluklar. Montrealli The Dears’in yeri ise apayrı.

The Dears kendi tabirleriyle “romantik, orkestral, kara pop” dedikleri özgün sound’larını yarattı. Hüznü, romantizmi, yoğun bir tutkuyu dile getiren incelikli sözlerini, büyük- epeyce büyük bir müzikle beziyorlar. Yeri geliyor vokallerde de haykırıyorlar, naif melodilerini distorsiyonlarla zımparalıyorlar. Çok katmanlı dantel gibi örülmüş bir müzik bu. (katman ve dantel meselesine dair bir not: Günün birinde bir Arcade Fire yazısı yazmak da nasip olursa, bunun bin beterini onlar için de söyleyeceğim)

1995’te kurulan The Dears o dönemden bu yana kadrosunda değişikliklere maruz kalsa da topluluğu kuran Murray Lightburn (vokal, gitar) ve Natalia Yanchak (tuşlu çalgılar, geri vokal) liderliğinde çok şükür bu zamanlara kadar geldiler.

The Dears’i yaklaşık 12 yıl önce “No Cities Left” albümüyle tanıdım, takdir edersiniz ki fena halde vuruldum. Hâlâ en iyi albümleri olduğuna inanmakla birlikte yine de çıkardıkları her bir kaydı başköşeme koyarım. İlk albümleri “End of a Hollywood Bedtime Story”yi hakkını vererek dinlemem epey sonrasına denk gelir. 2006 tarihli “Gang of Losers” ile kişisel müzik dinleme fetişlerimden biri olma yönündeki yerlerini sağlamlaştırdılar. Bunu aynı albümü yüzlerce kez dinleme şeklinde ifa edilen bir eylem olarak tanımlayabiliriz.

İstanbul Caz Festivali’nde “geleceğin Bob Dylanları, Leonard Cohenleri, Joni Mitchellları olacakları şimdiden festivalde ağırlayalım” diyerek başlattığımız, ama içten içe kendi müzikal tutkularımızdan bir demet sunduğumuz New Folks serisinde 2005’ten itibaren Kings of Convenience, Antony and the Johnsons, José González, CocoRosie, Emiliana Torrini gibi isimleri ağırlıyoruz. Zaman zaman Explosions in the Sky, Blonde Redhead gibi isimlerle çizgiyi aşıyoruz. Bu seri için The Dears’in peşine düşüyoruz. Ama mümkün değil, yakalayamıyoruz. Çareyi Montreal Caz Festivali’nden Laurent Saulnier’a danışmakta buluyorum. “Bu aralar onların kafaları karışık, vazgeç bu sevdadan” diyor. Ekipten can dostumuz Joanne Bougie “sen Kanada müziğini çok seviyorsun çocuğum, al sana bir paket” diyerek acımı bir nebze olsun bastırıyor. Pakette zaten o zamana dek hatmettiğim Patrick Watson, Feist, The Dears, Arcade Fire külliyatı ve o vesileyle keşfettiğim Miracle Fortress ve Chinatown var. Özetle, The Dears’in kontaktları yerine mansiyonumu alıp kadere boyun eğiyorum.

“Gang of Losers”ın ardından 2008’de çıkardıkları “Missiles” albümü, kayıtta yer alan yirmiye yakın müzisyen ve bir çocuk korosuna rağmen, epik bir sound yerine duru bir sesle bizi karşılıyor. Aynı zamanda da bahsi geçen grup içi gerilimleri doğuran ve uzun vadede kadroda değişikliklere sebebiyet veren albüm olarak yerini alıyor.

The Dears’i ilk canlı dinlemem, 2010’un Kasım ayında Knitting Factory’nin Brooklyn’deki yeni adresinde mümkün oluyor. 2011’de çıkaracakları “Degeneration Street” albümünü baştan sonra çalacaklar. Heyecanım tarifsiz. Konserde sert ve The Dears’e göre alışık olmadığım bir sound tokat gibi çarpıyor. Çok ama çok güzel. Konserin sonunda eskileri de çalıyorlar. Hayranı olduğum müzisyene yanaşmama prensibim sayesinde, içimdeki gazinocular kralını susturuyor ve kartımı veremiyorum. Yani İstanbul’a davet bir başka bahara kalıyor.

“Degeneration Street” yayınlandığında dağılan üyelerin bu kayıtta yeniden buluştuğunu, görüp bir oh çekiyor, albümün canlı performanstan daha yenir yutulur sertlikte olduğunu görüyoruz.

İstanbul Caz Festivali’nde vuslata eriş ise 2012 yılında gerçekleşiyor. Talihsiz başım, konserin dörtte üçünü kaçırıyorum. Erykah Badu’nun hiç odasından inmeyerek katılmadığı, kendisine gıyabında verdiğimiz yemek davetine katılmam sebebiyle… Neyse ki son üç parçaya yetişip dünya gözüyle İstanbul’da görüyorum The Dears’i. Sıcak, yürekli, çok sesli bir Temmuz akşamında, Istanbul Modern’in bahçesinde boğazın kıyısında.

Yani anlayacağınız Murray’a bir merhabam bile yok. Olmasın.

2016’da Salon’da konser verdiklerinde kendi düğününde eğlenememiş, arkadaşınınkinde dağıtmış yeni gelin edasıyla coşuyorum. Tıpkı bu Cumartesi de uzaklaşacak, yakınlaşacak başka bahaneler yaratıp The Dears’in müziğinde kaybolacağım gibi…

Yine konsere gelecekleri ısındırmak, gelmeyeceğini düşünenleri ikna etmek, kaçıranları da pişmanlıklara gark etmek için aşağıdaki albüm notları ve şarkı listesini paylaşıyorum.

Natalie ve Murray’a bir yastıkta kocamalarını temenni ediyor, bizi müziklerinden mahrum etmemelerini, Allah muhafaza olası bir kalp kırıklığında iki taraftan da ortaya çıkacak müziği yüreklerimizin kaldırmayacağını ifade ediyor, 11 Şubat Cumartesi akşamı konserde görüşmek üzere diyorum.

End of a Hollywood Bedtime Strory (Grenadine Records, 2000)

The Dears’i anlatmak için The Smiths-Morrissey, Blur- Damon Albarn benzetmelerine, Serge Gainsbourg’dan dem vurmalara kısmen hak vermeme sebep olan ilk albüm. Açılış parçası "C'était pour la passion"daki Blur benzerliğini dönemin ruhuna veriyorum. Nispeten naif bulduğum "Where the World Begins and Ends” ile chanson semalarında geziniyor, sinematografik soundlarına dair ipuçlarını veriyorlar.

Bu albümden seçtiğim parça, Blues ve chanson flörtüyle yumuşacık başlayıp, sonlara doğru çıldıran, kalp kırıklığını “aslında aşk yoktu”yla inkâr eden "There Is No Such Thing as Love".

No Cities Left (MapleMusic Recordings, 2003)

Büyüleyici melodiler, yaratıcı düzenlemeler, zengin enstrümasyon ve yakıcı liriklerle ile The Dears’in başyapıtı, ıssız adaya giderken yanına almalık albümü. Şarkı seçerken ayrım yapmakta zorlansam da, Natalia ve Murray’ın düetiyle Jane Birkin- Serge Gainsbourg’umsu tat veren “22: The Death of All Romance”, kalp parçalayan mini hikaye “The Second Part” ve az biraz politik olan ama bunu bile aşkla-sevgiyle dillendiren "Who Are You, Defenders of the Universe?"