Selçuk Orhan
Komşular arasında savaş çıkaran şey adalet arayışı olabilir mi? Ne de olsa her adalet arayışı bir savaştır; çünkü ötekini – bu ister muktedir ister mağdur olsun – belli sınırların içine gerilemeye ya da belli sınırların dışında tutmaya çabalamaktır.
Duvarın diğer tarafındaki komşu geç saatte müziği açar. Ya da arkadaşlarıyla bol kahkahalı kalabalık bir sohbete başlar. Duvarın bu tarafında sessiz kalan bu adaletsizliğe katlanamaz. Çünkü sorumsuz komşusu uykusundan ya da ev huzurundan çalmaya başlamıştır. Daha dayanılmaz olanı ise şudur: Komşum, benim boyun eğdiğim kurala boyun eğmiyor. Gürültüsüyle benim sınırlarımı taciz ediyor. Bu ihlale karşı süpürgenin sapını tavana vurarak ya da gece gidip zilini çalarak onu uyarabilirim. Kuralı ihlal edene karşı ihlalle karşılık veririm.
Böylece adalet yerini bulur. Adalet ve barış aynı yerde buluşmaya gönüllü değildir.
Savaş sırasında kapılar açıktır
Savaş her şeyden önce kapıları açmaktır. Apartmanda öfkeli bağırış çağırışlar duyuluyorsa, birileri önce kapısını, sonra ağzını açmış demektir. Açılan kapıdan her şey çıkabilir… Öfkeli adamlar, bıçaklar, satırlar, tabancalar, tüfekler, tanklar, kimyasal silahlar. Kapalı kapılar arkasında nasıl bir hazırlık olduğunu bilmek mümkün değildir. Aynı şey trafikte iki araç sürücüsü için de geçerlidir. Sorumsuzca üstünüze direksiyon kıran bu trafik komşusuna küfretmeden önce iyi düşünün. Silahlı bir adam olabilir – ya da daha kötüsü, kaybedecek hiçbir şeyi olmayabilir.
Öte yandan kapıyı açmak aynı zamanda kırılganlığını açığa çıkarmaktır. Kapıyı açan her türlü saldırıyı göze almıştır. Kem gözleri, dedikoduyu, tacizi. Elbette hepsinden daha tedirgin edici olanı açık kapıdan bir zihnin içeri girmesidir. Çünkü girişte asılı bir resim, bir besmele tablosu, banal ya da yeni moda bir ayna, basit bir aydınlatma detayı bizim yerimize konuşmaya başlamıştır. Yaşam tarzları saldırıya açıktır; çünkü önce ‘onlar başlatır’; çünkü öteki gibi yaşamamak başlı başına bir savaş nedenidir. Hatta tek savaş nedenidir.
Çocukluğumuzda (90’lı yıllarda) Pazar akşamlarının iki olayı vardı: Ertesi gün okula gidecek olmanın yarattığı erken Pazartesi sendromu ve Bizimkiler dizisi. Bugünün vurdulu kırdılı ya da bol komplolu dizilerine göre oldukça naif bir izlekteydi Bizimkiler. Aynı apartmanda yaşayan komşu ailelerin birbirinden ayrı ya da birbirine geçen öyküleri. Giriş katında oturan huysuz Sabri Bey komşuların işine burnunu sokmaya meraklı rahatsız edici bir yöneticidir. Açık penceresinden apartman girişini gözlemekten başka işi olmayan Cemil (Sarhoş) her şeye lafla müdahil olur ama dairesinden dışarı asla adımını atmaz. Kaba kuvveti temsil eden Katil Yavuz ve yönetici Sabri Bey’in baskısından fırsat buldukça yolunu bulmaya çalışan Kapıcı Cafer ezilen sınıfın güldürücü temsilcisidir. Elbette dizinin merkezinde Şükrü ve Nazan’ın elverdiğince ideal sayılabilecek ailesi yer alır.
Senarist Umur Bugay, Bizimkiler’in çatısını aslında 1977 ve 1978’de yayına giren ve baş rolünde Kemal Sunal’ın olduğu Kapıcılar Kralı (Ökten, 1977) ve Çöpçüler Kralı (Ökten, 1978) filmlerinin birbirini andıran senaryolarında yaratmıştı. Artık çoğumuzun ezbere bildiği bu çatı öykü Bizimkiler dizisine taşınırken 12 Eylül sonrası devlet televizyonunun ve halk anlayışının süzgecinden geçti. Bizimkiler’de, Kapıcılar Kralı ya da Çöpçüler Kralı’ndaki sınıf ilişkileri tamamıyla yok edilmemişse bile tatlıya bağlanmıştır. Sanki 80 öncesinde toplumdaki çatışmaları temsil eden ilişkilerin hepsi sevimlileştirilmiştir. Kapıcılar Kralı’ndaki emekli asker bozması yöneticiden geriye Sabri Bey’in iktidarsızlığı kalmıştır. 70’lerdeki filmlerde ezilenlere karşı kayıtsız kalan apartman sakinlerinin yerine Şükrü’nün ailesi yeni ve kabullenmesi kolay bir duyarlığı temsil ederler. Katil Yavuz bile – 70’lerin kanlı kabadayı dünyasını anımsatmasına karşın – tahammül edilebilir hatta Cafer’e arka çıktığı anlarda şen şakrak bir adamdır.
Bizimkiler, 1989’dan 2002’ye kadar yayında kalmış; bu süre içinde karakterleri canlandıran oyuncular defalarca değişmiş, diziye yeni karakterler eklenmiş ve dizinin çapı panorama olarak sunulan apartmanla kısıtlı kalmamış. Özellikle Kapıcı Cafer’in yeni akrabalarının dahil olmasıyla göç yoluyla kente yerleşen kesimlerin hayat mücadelesi dizide daha çok yer etmiş. Bu cılız değişimlere karşın dizi 80 sonrası ülke gerçeğini yaratan bir çok komşuyu es geçti, görmezden geldi ya da senaryoya dahil etmedi. Bizimkiler’in yaşadığı apartmanda ya da apartmana girip çıkanlar arasında hiçbir zaman bir Kürt karakterle karşılaşmadık. Yanılmıyorsam terör eleştirisi üstünden bile Kürt meselesi dile getirilmedi. Ertürk Yöndem’in dağlarda “hain terörist” kovaladığı yılların panoraması için yadırgatıcı bir eksiklik… Abone olduğu gazeteyi 20’şer 20’şer alıp apartman kapısına bilerek bırakan cemaat sempatizanları da yoktu dizide. Tesettür ezilen sınıfın kostümü olmak dışında bir yer bulmadı. Kısacası bu panorama dizide, ülkenin bugününü yaratan ve daha o zamandan belirleyiciliği açık seçik ortada olan neredeyse hiçbir şey yer bulamamış… Bizimkiler, yıllar boyunca bize komşularımızı anlatmış. Ama hepsini değil. Eğer sözünü etmezsek, belki de kapılarını açmazlar, diye düşündük.
Komşularımızla benzer olduğumuzu kabullenmekte zorlanır mıyız? Yan dairede hafriyat işleriyle uğraşan ve mesh giydiği için kapının önüne bir numara büyük seçtiği ayakkabılarını bırakan bir beyefendi ve ailesi yaşıyor. Muhafazakâr bir aile: Kadın site dışına hemen hiç çıkmıyor. Kapıyı çalan eşi ya da oğlu dışında bir erkekse açmıyor, sadece aralıyor. Ben ve eşim biraz kitap okuyan insanlarız sanırım; salon ve bir oda kitaplıklarla çevrili. Özel olarak saygı duyulan bir durum değil bu; sadece zararsız insanlar olduğumuzu gösteriyor. Çapraz alt katımızda birkaç öğrenci bir arada kalıyor ve ara sıra arkadaşlarını çağırıp gitarla popüler şarkıları çalıyorlar. Öğrencileri uyarmak için kapılarına dayanan hanımefendi belinden rahatsız bir müzik öğretmeni. “Norm dışı” kaldığı için (yani MEB’in yeni programlarında bu hanımefendinin öğretmenliğine gerek duyulmuyor ama memuriyet hakkı da iptal edilmiyor) çalıştığı okula haftada bir kez uğruyor ve hep aynı yere park ettiği Toyota’sının kaputunda K. Atatürk imzası var.
Siteye su getiren çocuğun gözünde hepimiz birbirimize benziyoruz. Numaralarımız var. Arayıp şöyle diyoruz: “7706’ya dört cam şişe.” Emlakçılar açısından da sitenin hemen hemen tanımlanabilir bir profili var. İşinde gücünde insanlar oturuyor burada, sessiz ve huzurlu bir site. Bir ara emlakçılar emniyet müdürünün de burada oturduğunu söyleyerek daireleri satmaya çalışıyordu. Demek komşumun mesleği sahip olduğum dairenin bedelini belirleyebiliyor. Komşular arasında benzerliği komşu olmayanlar yaratıyor. Ticaret kültürel ayrımları artırırken siyasi ayrımları sıfıra indiriyor. K. Atatürk imzasına ne Toyota itiraz eder ne de Renault. Osmanlı tuğrasına da.
Foucault’nun terimleştirdiği gibi ‘Convenientia’ türünde bir benzerliği taşırız komşularımızla; aynı yerde bitişik olmak. Ya da aynı zamanda bitişik olmak. Benzerliğin hatta bir kavram kurmanın en ilkel biçimidir convenientia. Bitişik olan şeyler aynılaşmaya da yakındır. Pahalı sitelerde konutlar arasında mesafe yüksektir. Yine de yüksekten bakınca muntazam kutuların benzerliğinden başka şey görmeyiz: “Burada AKP döneminde zenginleşenler oturuyor. Bu arabalara kaçakçı çocukları biner. Bu semte travestiler giremez.” Komşuların benzemesi için üçüncü bir gözün yeterli uzaklıktan bakmasından başka şeye ihtiyaç yoktur. Sözgelimi Kürtler komşumuz olmaya başladığından beri benzerliğimiz yüzümüze daha sık vuruluyor. Benzemekten korku duyuyoruz. Transeksüel komşularımız olursa sitedeki çocuklara kötü örnek oluşturduklarını söyleyeceğiz. Elbette emlakçılar bu benzerlik ekonomisini yönetecekler. Ellerinden geldiğince. Sitenin profili değişene kadar Suriyeli göçmenleri de uzak tutacaklar. Benzemekten duyduğumuz korku ölçüsünde savaşın şiddeti de artar. Çünkü ayrımların silinmesi sonu toplu katliamlara varacak bir krizin habercisidir.
Kriz anları ayrımları sıfıra indirir. Hepimiz bir üniforma giyeriz. Aynı silahları kuşanır ve aynı siperlere yaslanırız. Kamuflajın içindeyken hepimiz düşman piyadesinin hedefleri olarak mutlak ve tartışmasız bir benzerliği temsil ederiz. Ölüm bile bizi birbirimize bu kadar yakınlaştırmaz.
Sanal komşuluklar bile – örneğin Instagram’da aynı kişiyi takip ediyor olmak - bizi bir benzerlik kümesine dahil eder. Komşularımızdan ayrı oluşumuzu ifade edememek bir rahatsızlıktır. Öte yandan yorum yazmak komşuluğu pekiştirecektir. Sessizlikle kendini ifşa etmek arasında marjinal bir gerilimde asılı kalırız; ben onu takip ediyorum ama öteki takipçiler gibi etmiyorum. Eşit sayılmaktan tedirgin olmayız. Benzetilmek geriye itilmektir oysa; demek bizimle aynı sesi duyurmayı beceren birileri vardır.
Kimlik taşınan bir şeydir, evet, diğer bir deyişle, yüktür. Kimlik sahibi olmak övülür. Tıpkı çalışmanın övülmesi gibi. Kimlik sahibi olmak bir bakıma dert sahibi olmaktır. Bir derdi üstlenmek ve o derdin getirdiği riskleri göğüslemeye talip olmak. Kimliğin sıfır derecesinde olmak da imkansızdır. Kimliği her şeyden önce polisin talep etme ihtimaline karşı sahipleniriz. Hayali bir polisin; bizim ne kadar Türk, ne kadar Kürt, ne kadar Müslüman ya da sosyalist olduğumuzu sorgulamaya her an hazır, zihnimizdeki kavislere karakolunu kurmuş, ideolojik bir polisin. Kimlik, sürekli hesap verme halidir.
Kimlik ve komşuluk birbirine aykırıdır. Komşular, kimliklerini açarak ilişki kuramaz. Komşuluk bitişik olmakla ilgilidir. Benzerliğin kayıtsız ortaklığında buluşmaya komşular da alışır: Asansörde karşılaşan komşular bitişik yaşamanın sorunlarını dile getirir, dış cephe kaplaması, çatı onarımı, bahçe bakımı, deprem için güçlendirme, gürültücü afacanlar vd. Kimlikler bu süreçte ceptedir. Site bahçesindeki demirlerin çocuklar için tehlikeli olduğunda uzlaşmak için kimlikleri devreye sokmak gerekmez. Hatta iş birliğini önlememesi için kimliği bilerek saklarız.
Dolayısıyla kimlik geçicidir. Bir kimlik sahibi olmayı derinleştirmek için tarihe başvururuz. Oysa tarih çoktan tamamlanmıştır. Hastalığı iyileştirmek için ampüte edilmiş organların röntgenlerine bakmak gibidir tarih merakı. Kimlik, yaşanan ana yaklaştıkça erir. Siteye su getiren çocuğun her daire için tayin ettiği numaralara benzer. Bir ayrımla: Kimlik, bu halde ölü bir listeye işaret eder. Artık kullanılmayan bir tablodaki numaradır. Kimliği masaya sürerek temiz bir bardak su talep etmek imkânı yoktur. Kimliği masaya süren karşısında başka bir kimlik kartı bulur: ‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ Yanıt: ‘Sen kimsin ya?’ Kimlik ifşa edildiğinde savaş ilanına dönüşebilir. O nedenle uzak üçüncü gözlerin bakışındaki benzerliğimize katlanırız.
Bu tatsız bir oyundur. Susuzluğu gidermez. Temiz bir bardak suyu, sadece bitişikteki iyi komşu ikram edebilir. Kapıyı açarak.
İyi bir komşu her pazartesi T24'te İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığını taşıyor. Mahallelerin ve ev içi yaşantılarının dünyanın her yerinde geçirdiği köklü değişimler, bir arada var olma şekillerimizin uğradığı değişimleri konuşmayı da zorunlu kılıyor. “iyi bir komşu”nun kim olduğu, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu” olup olmadığı sorusunu soran İstanbul Bienali, T24 işbirliğiyle internet ortamında bir sohbet başlatıyor. Bienal başlayana dek her pazartesi sürpriz bir yazar, sanatçı, akademisyen, mimar, psikanalist veya gazeteci T24’te “iyi bir komşu” hakkında yazıyor. 15. İstanbul Bienali İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 1987 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Bienali’nin 15'incisi, 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde, “iyi bir komşu” başlığıyla gerçekleştirilecek. Koç Holding sponsorluğunda düzenlenecek ve iki ay boyunca ücretsiz olarak gezilebilecek 15. İstanbul Bienali’nde, birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek. |