Birkaç hafta önceki yazımda hem insanlığın geleceğini garanti altına alacak hem de tüm insanlar
Birkaç hafta önceki yazımda hem insanlığın geleceğini garanti altına alacak hem de tüm insanlar arasında etik açıdan eşit uygulanabilecek ütopik bir anlaşmanın kriterlerini incelemiştim. Bu bilgiler ışığında son yirmi sene içerisinde yapılan devletlerarası çalışmalara baktığımızda bu çalışmalardan neredeyse hiçbirinin belirttiğimiz kriterlere uymadığını görüyoruz. Bir tek istisna 1992'de yapılmış olan Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansı, diğer adlarıyla Rio Zirvesi veya Dünya Zirvesi. Bu toplantıya 108'i devlet başkanı seviyesinde olmak üzere 172 ülke katıldı ve alınan kararları bugüne kadar 192 ülke kabul ederek yürürlüğe koydu (eksik ülkeler malum sebeplerden Irak ve Somali). Bu kararlardan alıntılar yapacak olursak: Bu anlaşmanın temel amacı atmosferde insan etkisi ile artmakta olan sera gazlarının miktarını iklimi etkilemeyecek bir seviyeye indirmektir (Madde 2). Geri dönülemez ve çok ciddi sonuçlara yol açabilecek iklimsel değişikliklerin varlığı konusundaki kanıtlar kesin konuşmaya imkân vermese bile böylesi kanıtların varlığı harekete geçmek için yeterlidir ve daha fazla kanıta sahip olma noktası beklenmemelidir (Madde 3).Gelişmiş ülkeler sera gazlarının atmosferdeki sera gazı artış miktarlarını azaltmakta öncülük edeceklerdir (Madde 4). Ancak Rio Zirvesi'nde alınan kararların bir zayıf noktası vardı ki bu da bu kararların bağlayıcılığının olmamasıydı. Yani ülkeler iklim değişikliği ve bu değişikliğin durdurulması gerektiğinde fikir birliğine vardıklarını açıklıyor ve bunun altına imzalarını koyuyorlar, fakat bu konudaki eylem planını sonra görüşülmek üzere ilerideki toplantılara erteliyorlardı. Burada konu açısından en önemli nokta şudur: Rio Zirvesi'nin kararlarını 192 ülke kabul ederek altına imzalarını atmışlardır. Bu noktada artık "küresel iklim değişikliği var mı yok mu?" veya "küresel iklim değişikliğinde insanların rolü var mıdır?" türü sorular sona ermiştir. Zaman artık "küresel iklim değişikliği vardır ve bunun sebebi insanlardır, bu durumda ne yapmamız gerekiyor?" sorusuna cevap yaratmak zamanıdır. Kyoto Protokolü ne yapmamız gerektiği konusunda atılan ilk somut adımdır. Ancak atılan bu somut adımı yukarıdaki dört madde ışığında değerlendirecek olursak bu adımın aslında öylesi önemli bir adım olmadığı, tersine kötüye gidişi hızlandırdığı bile söylenebilir. Temelde Kyoto Protokolü'nün hazırlıkları sırasında ülkelerin karbondioksit kotalarını belirlemek için kullanılan prensipler yukarıda belirtilen ahlaki sorumluluklara dikkat edilmesinden çok koyun pazarlığını andırmaktadır. Mesela Rusya 1990'dan sonra ciddi bir ekonomik çöküntü içine girdiğinden bu anlaşmaya taraf olmakla kazanmak istediği şey karbondioksit miktarındaki azaltma değil gelecekte satacağı karbon kredilerine karşılık alacağı paradır. Bu sebepten de gerçekte indirim yapabilecekleri seviyelerde değil bunların çok daha üstü seviyelerde ısrar ederek kârlarını en yüksek tutma amacı gütmüşlerdir. ABD bir yandan dünyayı en çok kirleten ülke durumundayken bir yandan da bu anlaşmayı sabote etmek için çabalamış, bir diğer yandan ise anlaşmaya taraf olmak için zaten kesmemeyi öngördüğü ağaçlarının kesilmemesini, karbondioksit salımını azaltmaya eşdeğer tutmaya çabalamıştır. Avrupa Birliği ise tek tek ülkeler yerine bir birlik olarak tanınmayı kabul ettirmek için uğraşmıştır. Bu çabaların tümü her şeyden çok ülkelerin kendilerini koruma gayretlerine dayanmaktadır ve bunun ne tarihsel sorumluluklarla ne de bugünün imkânlarıyla alakası vardır. Özellikle ABD kendi geçmiş sorumluluklarını tamamen göz ardı ederek gelişmekte olan ülkelerin de bu anlaşma kapsamında kısıtlamalara gitmelerini şart koşarak neredeyse anlaşmaya uymayacağını baştan duyurmuştur. Ancak tüm bu manevralar yapılırken en önemli konu göz ardı edilmiştir. Kyoto Protokolü sonucunda üzerinde anlaşmaya varılan salım seviyeleri sürdürülebilir olmaktan son derece uzaktır. Bu anlaşma 2012 yılında gelişmiş ülkelerin karbondioksit salımlarını 1990 seviyesinin %5 altına indirmelerini öngörmektedir. Şu an 390 ppm olan karbondioksit seviyesi her yıl 2 ppm artmaktadır. Pek çok bilim insanına göre eğer karbondioksit seviyesi 450 ppm'in üzerine çıkacak olursa bu artık bildiğimiz hayatın sonu anlamına gelmektedir. Şu andaki artış miktarı ile 2040 yılı civarında dünya dönülmez noktayı geçecektir, dolayısıyla da hemen ciddi kısıntılara gitmemiz gerekiyor. Çoğu bilim insanı bu kısıntılar konusunda hemfikir olmasa da en iyimser olanlar bile 2050 yılındaki salımımızın 1990 seviyesinin en az %60 altında olması gerektiğini söylemekteler. Dolayısıyla da Kyoto Protokolü'nün 2012 yılı için getirdiği %5 azalma insan cinsinin sürdürülebilmesi açısından yeterli olmaktan çok uzaktır. Bu protokol üzerindeki karar çabalarının sonunda doğru ve haklı olandan çok güçlü olan karlı olarak ayrılmıştır toplantı masasından. Tartışmalarda Amerikalıların "sadece 4 silindirli arabalarla nasıl yaşayabiliriz" çığlıkları Tuvaluluların "%5 çok az, %5 ile 2050 yılında tüm ülkemiz sular altında kalacak, bizler de ya öleceğiz ya da başkalarının topraklarında sığıntı olarak yaşayacağız" feryatlarını bastırmıştır. Bu, işlevsel adalet açısından Kyoto görüşmelerinin getirdiği en büyük felakettir. Toplantılarda küresel iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ve en fazla zarar görecek ülkelerin değil en az etkilenecek fakat en çok şeyi yapması gereken güçlü ülkelerin dedikleri olmuştur. Kyoto görüşmeleri ertesinde bizim hükümetimiz de sorumluluktan kaçmak için kendisini Amerika ile aynı eksene oturtmuş ve onların bu anlaşmayı kabullerini bizim de kabulümüz için ön şart olarak koymuştur. Halen de Amerikalıların yaygaralarının Tuvaluluların feryatlarından daha kuvvetli olacağı öngörüsü ile iklim değişikliği politikamıza yön verilmektedir. Bir dahaki anlaşmaya taraf olmak için TBMM'ye getirilen Kyoto Protokolü'nün kabulü bile ülkemize bu konuda bir sorumluluk yüklememektedir. Ülkemiz de uluslararası anlaşmalara imza atmamış olmanın verdiği rahatlıkla 1990'da 187.000 Gg olan karbondioksit eşdeğeri sera gazı salımını 2008'e kadar %96 arttırarak senede 366.000 Gg karbondioksit eşdeğerine çıkartmış ve Kyoto'ya taraf olan ülkeler içerisinde birinciliği kimseye kaptırmamıştır. Umudumuz bir sonraki anlaşmada zayıfların sesinin güçlülerden daha çok dinlenmesi yönündedir, ancak hükümeti haklıdan ziyade güçlüden yana olmayı seçen bir ülke insanı olarak uluslararası arenada başımızı dik tutmamız her geçen gün zorlaşmaktadır. Küresel iklim değişikliği konusunda yapabileceklerimize göz atarken en önemli unsur kendimizi kandırmamaktır. Mesela bir sene boyunca televizyonumuzu uzaktan kumanda ile kapatmak yerine gidip düğmesinden kapatıyoruz. Bu bize iklim değişikliği ile mücadele ettiğimiz hissini veriyor ve rahatlıyoruz. Bugünkü durumu ile Kyoto iklim değişikliği açısından televizyon düğmesi örneği ile eşdeğer. Kişilere ve devletlere bir şeyler yaptıkları hissini veriyor, ancak yapılan şeyler gerçekten faydalı olmaktan çok uzaklar. Eğer gerçekten fayda sağlamak istiyorsak televizyonu düğmesinden kapatmak yerine televizyonu toptan kaldırıp atmalıyız evimizden, çünkü esas harcama televizyon seyrederken yapılıyor, televizyon kapalı iken değil. Hadi diyelim televizyonu atamıyoruz, o zaman bari aldığımız televizyonun az enerji harcayan bir televizyon olmasına çalışalım, her gün biraz daha çok yürüyüp biraz daha az araba kullanalım. Bunların tümü gelecek için daha güzel sonuçlar doğuracak eylemlerdir. Ancak Kyoto benzeri %5 ile kendimizi kandırırsak, veya televizyonu düğmesinden kapattık diye üzerimize düşeni yaptığımızı zannedersek bu davranışlar bizi iyiye götürmektense kötüye gidişimizi hızlandırır. Artık zaman kendimizi kandırma değil gerçekleri görerek eyleme geçmek zamanıdır.