20 Mart 2021 bu ülke kadınları için unutulmaz bir tarih olarak kenara yazıldı. 8 Mart'tan yani ne kadar "kıymetli" ve "mukaddes" olduğumuzun sıra sıra koca koca cümlelerle hep bir ağızdan söylediği günden tam on iki gün sonra yani kırkı bile çıkmadan bir gece yarısı tek bir imza ile İstanbul Sözleşmesi feshediliverdi.
İnsanın aklına "Biz kadınlar bu kadar mı kıymetsizsiz?" sorusu gelip saplanıyor. Söz konusu biraz daha oy, dengeler, hesaplar olunca ilk vazgeçilen ilk biz mi, bizim hayatımız mı oluyor? Yüz binlerce kadın kırıldı eminim, gücendi, öfkelendi… Çünkü hayatı mevzu bahis…
Bu kadar da abartmayın diyenler oldu, olacak. Ki bu gözler "Morardınız mı" diyenleri bile ne yazık ki gördü. "Sözleşme bir şey ifade etmiyor" diyenleri, "aile yapısı" diye tutturanları "kadın korumasız kalmıyor yalaaaan" diye bağıranları…
Hilal Kaplan "Gerizekalıya anlatır gibi anlatıyorum" demiş biz de Hilal Kaplan'a anlatır gibi değil tam da kendisine anlatalım:
Evet uygulanmayan İstanbul Sözleşmesi bir gece yarısı bir tek imzayla kaldırınca kadın korumasız kalıyor. Çaresizliğine gönderiliyor. Kimsesizliğe bırakılıyor…
Çünkü İstanbul Sözleşmesi iptal edilince "ama"lar geri geliyor.
"O da gülmeseymiş" geliyor mesela.
Tecavüze uğrayan kadın için "O saatte sokakta ne işi varmış" geri geliyor.
Dışarı çıktığı için öldürülen kadın için "o da çıkmasaymış canım" geri geliyor.
Tacize uğrayan çocuk için "rızası varmış "geliyor.
"Gülmeseymiş" geliyor.
"Evine gitmeseymiş", "Görüşmeseymiş, "Konuşmasaymış" geri geliyor.
Çünkü İstanbul Sözleşmesi "toplumsal cinsiyet" kavramının tanımını yapan ilk uluslararası sözleşmeydi.
Çünkü "kadının karnından sıpayı, sırtından sıpayı eksik etmeyeceksin" demeye utanmayan bir ülkede yaşıyoruz.
Çünkü "kadın dediğin de biraz susmayı bilecek" diyor bazı "büyükler".
Çünkü özne, yüklem hatta tümleç olarak kadının cinsel organın kullanıldığı sözlerle küfür ediyor erkekler.
Çünkü "anne, melek, mukaddes" dedikleri kadının öldürülmesine, şiddet görmesini makul ve maruz görüyor politikacılar.
Çünkü tacize uğrayan bir kadın için eteği de kısaymış diyor komşular.
Çünkü kocam beni öldürecek diye karakola sığınan kadını "evlilikte böyle şeyle olur" diye kocasına teslim ediyor kolluk güçleri.
Çünkü takım elbise giyip, kravat takan katillere "iyi hâl" veriyor mahkeme heyetleri…
Yani başta kadınlar olmak üzere cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa uğrayan herkesi koruma altına almayı taahhüt ediyordu. Sanıldığı gibi nafaka ile lüks yaşam değil, temel gıda maddelerine erişebilmeyi sağlıyordu.
Yani yaşama vaadi vardı. "Yemeğe tuzu eksik kattı" diye bir kadının şiddet görmesine, ayrılmak istedi diye öldürülmesine karşı yaşatma vaadiydi. Bu vaat ise çok kıymetliydi.
Çünkü her gün ölüyoruz.
Çünkü her gün bir kadının gülüşü soluyor.
Bir kadının daha resmini taşıyoruz kollarımızda. Mahkeme kapılarında pür telaş bekliyoruz.
Ezcümle, palavraları değil, bıçağın, silahın yani ölümün soğukluğunu ensemizde yaşayarak devam ediyoruz hayata.
Ölmek istemiyor olmamız, en temel hakkımızı güvence altına almak yani yaşamak istememiz ne reklam, ne slogan ne de suç…
Hayattaki her şey politiktir. "Her şeyi politik mesele haline getirmeyin" sözü de dahil. Yokluk, yoksulluk, kadına şiddet, is cinayeti... Hayata nasıl baktığın, nerede durduğun, nerede "dur" dediğin... Hepsi sahip olduğun politik ahlakın sonucudur. Bu yüzden bir kadının, kadını güvenceye alan böyle bir sözleşmenin kaldırılmasına sevinmesini anlamak zor ama imkânsız değil.
Demem o ki; Sayın Hilal Kaplan politik görüşleriniz gereği sözleşmenin kaldırılmasını destekliyor olabilirsiniz ama en azından okurlarınıza gerizekalı muamelesi yapmayın. Ayıptır.