“90’ıma giriyorum” diye sevinç içindeyken “Girmiyorsunuz, bitiriyorsunuz,” dediğimde “Bir yaşıma daha girdim, desene!” diye daha da sevindi. Yaş aldıkça sevinen, yaşadıkça coşan bu dev kadın ilk kadın opera sanatçımız, yüksek dramatik soprano, ressam, belki de ilk enstalasyon sanatçılarımızdan Semiha Berksoy’du.
51. Venedik Bienali’nde Hep Bir Adım Önde başlığı altındaki serginin sanatçıları içinde 26 yapıtıyla baş köşelerden birine kurulan Semiha Berksoy çağının ve çağdaşlarının hep ilerisindeydi.
“İnsan hep gençtir,” derdi. 80’li yaşlarında nişanlandı, 90’larında bile âşık olma halini esirgemedi kendisinden. Bir not kağıdına yazdığı Nâzım Hikmet’in Ölçü şiiri, Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’ndeki Ben Yaşardım Aşk ve Sanatla sergisini hazırlarken arşivindeki belgelerin arasından çıkan bir yadigârdır şimdi:
Sevdiğin müddetçe ve sevebildiğin kadar, sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe ve verebildiğin kadar gençsin.
“Do” notasını vermekle ölümü yendiren sesini hep çalıştırdı, resim yapmaktan hiç yorulmadı. Hep canlı, yaşam doluydu. Her ölüme erken denir ama yandıkça kendi küllerinden yeniden doğan bir Feniks olduğunu söyleyen Semiha Hanım’ınki gerçekten hem erkeni hem beklenmeyeniydi...
Bugün, 24 Mayıs 1910’da Çengelköy’de doğan Semiha Berksoy’un 105. doğum günü. Ölümünden çok kısa bir süre önceki son doğum gününde Teşvikiye’deki evinin kış bahçesine dönüştürdüğü geniş terasında oturmuş, görüş alanına giren tarihi ve çağdaş binaların mimarilerini tartışmıştık. Bir ara, neredeyse eline doğduğu oğlumun delikanlı portresini çizivermişti. Çizdiği son desen oldu.
Semiha Berksoy kuşağının en cesur ve en vefalı insanlarındandı belki.
Cesurdu, kimseye yaranmaya çalışmadı, inandığını yaptı. Ankara’lı yıllarından yakın ahbabı İlber Ortaylı’nın aktardığına göre bir ara resimlerini toplayıp trenle, sergi açmak için Almanya’ya gitmeye kalkmış. İnanmayan bakışlar üstünde Berlin’e gitmiş ve sergisini şehrin en uygun galerisinde açmış...
Vefalıydı, dostlarının hiç birini ihmal etmedi, unutmadı. Elinden geldiğince desteğini, yardımını esirgemedi. Fikret Mualla’dan, Nâzım Hikmet’ten “biz dosttuk” diye bahsederdi, Nâzım Hikmet için büyük bir hayranlık ve bağlılıkla aşkı da eklerdi: “Sanat aşkı” derdi, “Sanat aşkı et kemik meselesinden başka bir şeydir”...
Resimlerini yaparken “Başkaları ne der, ne düşünür?” kaygısını hiç taşımadı. Onun en büyük kaygısı, yapıtlarında ifadeyi abartısız ve dolambaçsız verebilmekti. Özellikle portrelerde sahibinin ruhunu aktarmaya çalıştı ve resme bakanları bu ruha adeta dokundurttu.
Yaptığı hiç bir resmini satmadı, ancak çok yakınlarına bir kaç tane armağan etti. Ömrünü nakşettiği resimlerini, hikâyelerini dağıtmaksızın bir bütün olarak tutmaya çalıştı. Yaşamı süresince tek bir resminin satılmasına cömertçe göz yumdu: 1979 tarihli Çankırı Hapisanesi’nde Ziyafet. Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı kurulurken parasal katkı sağlamak için en büyük desteği veren sanatçıydı. Şairin annesinin bir resmi ve Fikret Mualla’nın bir deseniyle Çankırı Hapisanesi’ndeki Nâzım Hikmet’e yaptığı ziyareti resmettiği tabloyu gözünü kırpmaksızın bağışladı. O günkü hapisane ziyaretini anlatırken “Ortaya koydukları çilek reçelini bir güzel yedim, ne düşüncesizlikmiş bendeki,” diye söylenirdi. Bugün o resim İstanbul Modern’de sergilenmekte. Başka pek çok resmi de özel koleksiyonlarda yerini aldı.
2002 yılında, 92 yaşındayken Köln TV’deki bir söyleşi programında Wagner’den aryalar söylemiş, anılarını anlatmış ve yanı başındaki ünlü sosyolog Ralf Dahrendorf dayanamayarak “Bu Kohl ve Giscard gibileri ne dediklerini sanıyorlar? Türkiye, Avrupa medeniyet dairesine Madam Berksoy’un nesliyle çoktan adım atmıştır.” demişti.
Türkiye ve doğru tanıtımı çok önemliydi Semiha Hanım için. “Evinin duvarına as ve Rus arkadaşların görsün Türkiye’de neler yapıldığını, ne sanatlar olduğunu,” diyerek koca bir Karatepe kilimini Moskova’ya göndermişti.
Semiha Berksoy’un kamusal kültür dünyamıza yaptığı en büyük katkılardan biri, “Oda”sını İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ne bağışlamaktır. Seksenli yaşlarındayken çoğumuzun o zamanlar kavrayamadığı bir kararla ömrüne anlam katmış, kişisel hafızasını oluşturan “şey”leri yatak odasına özenle yerleştirmeye başladı. Ziyaretine gelen çok yakın ahbaplarını bu sıkış tıkış mekanda ağırladı. Çengelköy’de doğduğu ahşap evden kararmış bir ahşap yalı baskısı parçası, annesinden kalma işlemeler, onlarca resim, oyuncak, şamdanlar, mumlar, antikalar, piyanosu, kitapları, ömürlük aşkı Nâzım Hikmet’in saçı, kravatı, Moskova’daki kabrinden toprak hepsini yerleştirip “enstalasyon”unu oluşturdu. “Tamam, artık bütün dünyam odamın içinde” dedi ve kamera karşısına geçti. Ömrünü Oda’sında doğaçlama oynamasıyla bir başka yapıt, Semiha B. Unplugged videosu ortaya çıktı. Velhasıl antikaları, kendi başyapıt resimleri, kapısı, penceresi, lambası ve en önemlisi tarihsel tanıklıklarını da içeren hafızasıyla Semiha Berksoy’un Oda’sı özgün, öncül ve ilerici bir başyapıt olarak kültür mirasımıza devroldu.
Semiha Berksoy yapıtlarının yanı sıra ardında, sağlığında kurduğu bir opera vakfı ve çok önemli bir arşiv bıraktı. Onların korunması toplumsal tarihimizin bir parçasının da korunması demek.
Yaşamı ve sanatına dair yer veremediğim onca bilginin eksikliğini bir nebze giderebileceği umuduyla, Semiha Berksoy’un doğumunun 100. Yıldönümünde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayımlanan Ateş Kuşu Semiha Berksoy kitabındaki Ömrünün Efendisi başlıklı yazımı aşağıya ekliyorum. Kimilerinin ömürleri ölümle bitmez, sürer. Semiha Berksoy da yapıtları ve yaşamıyla yalnızca Türkiye’nin kültür tarihinde değil, Dünya’nın sanatında da yerini almıştır; bir Ateş Kuşu’nun tüm görkemiyle...
Semiha Berksoy’un doğumunun 100. Yıldönümü için Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde düzenlemeyi düşündüğüm sergiyi projelendirirken arşivindeki tüm belgelerini görme ve kabaca tasnifleme olanağını buldum.
Ömrünün neredeyse her anına sahip çıkmış, hayatını kimsenin yönlendirmesine izin vermemiş bir kadının özgüveni ve kendini bilirliğin de ötesinde, bir insanın hem kadın olarak hem de sanatçı olarak “varolma” belgeleriydi bunlar; kendini ömrüyle var etmiş, ömrünü sanat-ıy-la yaratmış bir Zümrüdüanka’nın, Semiha Berksoy’un...
Semiha Berksoy seçici ve meraklıydı. Seçerek okudu, seçerek izledi. Doğduğu ülke kadar, doğduğu semt Çengelköy dahi hep ayrı bir yer tuttu yaşamında. Belleğini, merakını diri tuttu. Gittiğim her yeni yerden kartpostal, ama “en güzeli, kendi gözümle” çektiğim fotoğraf siparişleri verdi.
Eserlerinde vermeye çalıştığı ifadeyi nesnelerde, verdiği anlamla sağladı. Büyük bir filozof olarak gördüğü Nasreddin Hoca’nın türbesinden getirdiğim tesbihe kutsiyet kattı, yaşamındaki olayları ve nesneleri “anlam”landırdı.
Ölümle yaşam, kederle sevinç, çağdaşlıkla muhafazakârlık gibi tezat kavramların içiçe olduğu yaşamında yaratıcılığının ışığını aşka dönüştürüp üretmiş, direnci ve cesaretinin ivmesiyle hep başarmış, yenilgilerinden bile zaman içinde bir kaç zaferle çıkıp “Sanatın Zaferi”ni resmetmiş bir yalnız savaşçıdır.
Semiha Berksoy imparatorluktan cumhuriyete dönüşen bir ülkenin değişim ve devinim sürecinde hep kendini hedeflemiş, halefsiz bir selef ve selefi olmayan bir haleftir.
“Bozulamayan Kader Çizgisi” olarak resimlediği kaderini adeta kendi belirlemiş, yaratıcılığını ve cesaretini düşüncesiyle yoğurup sanatını oluşturmuş bir kadın, hayatı şekillendirip kendini kendinden yaratmış, hayatını ise sanat eserine evirmiş bir küllî sanatçıdır.
Kimseye müdanası olmamış, sanat ve sanatı sözkonusu olduğunda kayırmasız, acımasız ve safların önünde bir bayrak taşıyıcı olmuştur...
Semiha Berksoy düşüncesi, tavrı ve eserleriyle hep daha öndeydi, hep daha ötedeydi.
Semiha Berksoy ömrünün efendisiydi.