Gaziantep Ümmü Gülsüm Öğrenci Yurdu30 Nisan 2020
Gün ağarıyor. Saatimi kurmuşum, Zoom toplantım var. Los Angeles’ta akşam saat 7. Angella Nazarian’ın "Yaratıcı Çiftler" isimli yeni kitabını tanıttığı Zoom konferansına katılıyorum. Tarihte partnerleriyle birlikte çalışmış, yaratıcı işler yapmış sanatçı ve bilim insanlarını anlattığı kitabın ayrıntılarını dinliyorum.
Kendime Virginia’dan getirdiğim hazır kahveden hazırlıyorum. Jetlag fena vurdu yine. Gece 1:30-2:30 arası uyanıktım ama sonra yine dalmışım, kahve iyi geliyor. Sosyal medya ve WhatsApp mesajlarını kontrol ediyorum. Onlarca kişi yazmış, yıllardır haber almadığım arkadaşlarım tek tek karantina şartlarını soruyorlar. Ufak bir süit oda içinde normalde dört öğrencinin kaldığı yerde tek başıma konakladığımı ve kapıdan dışarı çıkmamızın yasak olduğunu anlatıyorum. Bahçeye bile çıkamadığımızı söylüyorum, inanamıyorlar. Ama oda içinde yapacak çok şey var.
Güneş doğdu, karşı dev yurt binasının üzerinden yükseldi; odama olağanüstü bir ışık vuruyor. Camları açıp üstümü çıkarıp pencerenin yanında iskemleye oturarak güneşleniyorum. D vitaminine ihtiyacımız var, jetlag’i tedavi ettiği ve depresyonu da engellediği yazıyor her yerde. Sonra oda duvarlarına dayanarak vücut ağırlığımla egzersiz ve stretching yapıyorum. Kasları açmak iyi geliyor.
Duş yapıp kahvaltımı hazırlıyorum. Bir önceki gün kutu içinde getirilen kahvaltı tabağını dolaba koymuştum, Covid-19 varsa plastik üzerinde, ölsün diye beklettim, internet siparişiyle getirttiğim kaşar peyniri ve sabah verilen nefis açma çöreği güzelce mideye indiriyorum. İkinci kahve beni kendime getiriyor. Virginia’da arkadaşımız Gözde ile bırakmak zorunda kaldığımız köpeğimiz Çilli’den gelen fotoğraflara bakıyorum. THY evcil hayvan yasağı getirdiği için ilk önce Los Angeles’taki evimizden çıkıp Virginia’ya gittik çünkü ona güvenilir bir yuva bulmak zorundaydık. Gözde’yle Çilli Virginia’nın bahar çiçekleri arasında uzun yürüyüşler yapmışlar ama bana yüz ifadesi üzgün geliyor, gözlerim doluyor. Yasak kalkar kalkmaz onu Türkiye’ye getirtmeliyiz.
Karantinaya girdiğimden bu yana sabahları inanılmaz bir bilinç akışı yaşıyorum, bu sıradışı günlerde her an yoğun bir duygusal yüklenme var; içimden çıkarmam lazım. Zorlukları değil de güzellikleri insanlara yansıtmaya çalışıyorum. Sabahları müzik dinliyorum ve zihinsel yolculuklara çıkıyorum. Bir süredir genç Türk piyanist ve besteci Fırat Akarcalı’nın Aurora isimli albümünü döne dolaşa dinliyorum.
Yürüyüşe çıkıyorum. Odam bir baştan bir başa 17 adım tutuyor. İleri geri başlıyorum yürümeye. iPad’de Youtube profilimi açıyorum. Bana bugün Aziz Nesin’i dinlemeyi önermiş. "Çay Biir, Demli Olsun…" isimli öykü 16 dakika sürecek, hem de kendi sesinden. Adım attıkça gülüyorum, 100 adıma yaklaşırken kahkaha atıyorum. Bu garip ama tatlı ülkeyi kara mizahla yaşamış Aziz Nesin bana da yol gösteriyor. Bir yandan odası 17 değil toplam beş adımda bitenler ne yapıyor diye düşünüyorum hapishanede!? İkinci Dünya Savaşı sırasında tavan arasında üç yıl saklanan insanlar oldu; onları düşününce şükrediyorum halime ve kalkıp birkaç tur daha yürüyorum.
Yürüyüş bitti, adımları sayamadım. Bir kenara oturup dinleneyim diyorum ama günde sadece iki defa yatacağım diye kural koydum kendime yoksa sırtım ağrıyor. Duvara sırtımı dayıyorum, postürüm bozulmasın diye biraz daha egzersiz yapıyorum. Aklıma geçen gece kaçırdığım canlı yayın geliyor; Nusaybinli arkeolog Mesut Alp sürgünde yaşadığı Paris’ten annesiyle canlı yayında sohbet etmiş, yayınlamıştı, Mezopotamya’da kadının rolü üzerine bize satır arası notlar aktarır diye o kaydı açıyorum. Binlerce yılın damıtılmış insanlık öyküsünü Mezopotamya üzerinden anlatıyor arkeolog Mesut Alp. Geçen gün yine onunla Youtube’da üç bölüm halinde Mardin’i gezdim. O Paris’te sürgünde, ben Gaziantep’te bir öğrenci yurdunda karantinadayım.
Yazar arkadaşım Zeynep Avcı bir web sitesi göndermiş. Dünya üzerindeki birçok şehri araba içinde oturarak gezebiliyorsunuz. İlk olarak Kiev’i açıyorum yarım saat arabanın içinden şehri dolaşıyorum, sonrasında Havana’ya uzanıyorum. Bir saat geçmiş; miskinlik var üstümde, 10 dakika uzanayım deyip kendi kuralımı çiğniyorum. İçim geçmiş.
Koridorda sesler var. Yemek dağıtılıyor bu saatlerde. Hemen çıkıp kontrol ediyorum kapımın önündeki iskemleye üç kap yemek bırakılmış, yanında keşkül ve iki somun ekmek, plastik çatal bıçak kaşık. Çıtır bulgur pilavı içine kuru fasulye ekliyorum, çorba tatsız biraz ama içiyorum hazım için önemli. Sonrasında da bir tane baklava atıyorum ağzıma. Yemek servisi hep zamanında ve doyurucu. Çoğu zaman yarısını yiyorum, hareket az diye.
Annemlerle FaceTime’da sohbet ediyoruz. Bodrum Yalıkavak’talar. Haftalardır çıkma yasağı var yaşlılara, şehirlerde apartman daireleri içinde yaşayanlar artık çöktü fiziken ve ruhen. Bizimkiler yaşadıkları ufak site içinde tur atıyorlar günde iki defa. Annem bahçede yaban otlarını yoluyor. Babam 79 yaşında, "Yasağın bittiği gün bisikletle çıkıp hiç eve girmeyeceğim," diyor. Bugün taze ıspanak yemeği yemişler, komşu pazardan almış. Her öğün ne yediğimizi karşılıklı paylaşıyoruz. Dedem Birinci Dünya Savaşı’nda mısır koçanından un yaptıklarını ve ekmek niyetine yediklerini anlatırdı. "Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin," derdi ağlayarak. Bizler nesillerdir savaş şartları görmemiştik, Covid-19 gibi küresel bir krizle ilk kez karşılaşıyoruz. Yorulduğumu fark edip öğle uykusu için uzanıyorum. Cam ardına kadar açık, rüzgar perdeyi ve tülü ileri geri hareket ettiriyor, içeriye güzel serin bir hava giriyor, ışık artık kırılıyor sarıya dönüşmüş. Anneannemin yazlığında camda dans eden tülleri izleyerek öğlen uykusuna dalardım. Çocukluğumu hatırlayıp bedenimi bırakıyorum.
Gözümü açtım, dinlenmişim. Akşamüstü çay çekiyor canım. Youtube izleme zamanı geldi. Korona günlerinde neredeyse her gün piyano dersleri anlatan Dr. John Mortensen’in yeni yüklediği eğitim videosunu açıyorum. Doğaçlama çalma ve günlük piyano egzersizlerini anlatıyor. Bu dersler konservatuardan mezun, üniversitede müzik okuyan öğrencilere yönelik ama nedense altı aydır piyano öğrenen ben de ısrarla Mortensen’i dinliyorum. O sırada yurt bahçesinden davul zurna sesleri geliyor. Antep havaları çalıyor; folklor ekibi de gelmiş; herkes camlara çıkmış, alkış-ıslık eşlik ediyor. Dr Mortensen’i geride bırakıp ben de cama çıkıp alkış tutuyorum.
Yine bir Zoom toplantısı var. Bir müşterimizin tanıtım filmi konsepti üzerine konuşuyoruz. Londra, Kuveyt, İskoçya ve Gaziantep’ten katılıyoruz. Herkes önce Covid-19 günlerini anlatıyor. Artık tüm insanlık aynı mekanda yaşıyor gibi.
Kapı güm güm yumruklanıyor. Ateş ölçme saati geldi. Kapıyı açıyorum, sağlık görevlisi bizim tarafa ulaşana kadar yan odalardaki öğrenci çocuklarla sohbet ediyoruz. Amerika’da okullar kapanınca mahsur kalmışlar. ABD’deki bireysel hayatlardan buraya geldiğimiz için bu denli ilgiyle ağırlanıyor olmaktan ve oradaki sağlık sisteminin acizliğinin verdiği endişeleri geride bırakmaktan dolayı huzurluyuz. Amerika’da sigortanız yoksa Covid-19 tedavisi 35-45 bin dolara mal oluyor. Aylık sağlık sigortası bedelleri 800-1200 dolar arasında değişiyor. Burada pozitif teşhis konulsa bile ücretsiz tedavi olacağız.
Instagram'ı açıyorum. Mesajlar yığınla birikmiş, "Hoşgeldiniz," diye selam verenler, "Şehrimize sefalar getirdiniz," diyen Gaziantepliler, karantina şartlarını merak edenler, beğeni ve kalp gönderenler. Uzun uzun yazan biri "Gaziantep’teyim lütfen karantinadan çıkınca ağırlayayım sizi. Evinize nasıl döneceksiniz? Ben izin alır sizi götürürüm İstanbul’a," diye ısrar ediyor. "Yeter ki Çekmeceler filminizin DVD’sini imzalayın, başka bir şey istemem." Vazgeçirmek için diyorum ki "Biz İstanbul’a değil Bodrum’a gideceğiz; zor bir yol, 15 saat sürer!" "Olsun," diyor "Ben tüm gün kullanırım, yalnız geceleri çok iyi göremiyorum o zaman siz geçersiniz direksiyona. Ertesi gün de çok erken yola çıkar Gaziantep’e dönerim." Yol 1199 kilometre! Dostumuz Zeynep Atakan’a anlatınca diyor ki "Sinemaya yatırım bir kuyuya taş atmak gibi. Ama manevi dönüşü paha biçilmez."
Instagram’da mesajları açıyorum. Gümüşlük’ten arkadaşımız heykeltraş, ressam Karmançorman Sofya Gargarella yazmış, "Bahçeyi lokantaya çevireceğiz, ağaçların altına da sahne yapıyoruz!" diyor. Hayata hayalleriyle meydan okuyan insanları seviyorum... Mekanın ismi Madam Zorba olacakmış. O an hayal ediyorum, maskotu tıpkı kendisi gibi anaç, güleç gözlü, kırmızı elbiseli, memeleri büstiyer içinden fırlayacakmışçasına doğurgan bir Anadolu kadını. Gerçi Sofya Gargarella’nın çocuğu yok, resim yapıyor, çamurdan heykel yoğurup fırınlıyor, neşe doğuruyor, bebeklerini de dağıtıyor etrafa. Instagram’da "Mine’lerle bostan yapıyoruz şimdi, topraktan ne çıkarsa pişirip sunacağız" diyor. Madam Zorba’nın sahnesinde Jehan’ı hayal ediyorum; gelmiş 20-25 kişiye şarkı söylüyor, şiirlerini okuyor. Mekanın adresi belli değil, her gece Gümüşlük’e inen yüz bin insanın haberi bile olmayacak o mekandan. "Hayatta küçük şeyler iyidir," diye kadehlerimizi tokuşturuyoruz, birlikte şarkılar söylüyoruz.
Zoom’da Los Angeles’a bağlanıyorum. Üç yıldır her hafta yaklaşık 40 katılımcıyla kadim metinleri çalıştığımız derslerde bizi kurtaran peygamberleri bir gün içinde yeni tanrılara satan hallerimizi ve insanı yarattığına bin pişman olan Tanrı’nın hayal kırıklıklarını konuşuyoruz. Sınıfın yarısı ateist, bir çeyreği deist ama yine de her ders sonunda hastaların isimlerini söyleyip kaybettiklerimizin anılarını canlı tutmaya çalışıyoruz. Zaten dua dediğin nedir ki?
Saat gece yarısına geliyor. Artık jetlag’i yendim diye seviniyorum. "Ne kadar yoğun yaşadım bu son altı günü," diye düşünüyorum. Bugün bile bir hayata sığmayacak kadar duygu yüklendim. Susamışım, dolaptan litrelik ayran şişesini çıkarıp kana kana içiyorum. Kadehimi şerefe değil hayata kaldırıyorum!