Fenerbahçe geçtiğimiz pazartesi gecesi Adana Demirspor'a yenilmeseydi en büyük taraftar gruplarından birinin Norveç'te yaşadığını asla öğrenemeyecektik.
Bu mevsimde buzlar altında olan bu muhteşem güzellikteki İskandinav ülkesi, Türkiye ve Almanya'dan sonra Fenerbahçelilerin çoğunlukta olduğu üçüncü ülke.
Bunu uydurmadım, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç söyledi.
"alikocbirakgit" diye bir başlık etiketi varmış, ben bilmiyordum.
Türkçe'den taviz vermemek için "başlık etiketi" diye yazdım ama çoğumuz bunu "hashtag" olarak biliyor, söylemiş olayım.
Başkan bunların hepsini inceletiyormuş.
Müthiş bir şey, diye düşündüm bu açıklamayı okurken, demek ki Fenerbahçe'de bir "istihbarata karşı koyma şubesi" var ki siz "kontrespiyonaj" da diyebilirsiniz!
Başkan Koç'un açıkladığına göre bu "başlık etiketini" kullananların yüzde 49.7'si Norveç'ten "boot hesap" çıkmış, iyi mi?
Bir de bizim kulüpten söz ederken Fenerbahçe Cumhuriyeti diyenlere kızıyorlar.
Gördüğünüz gibi bir devletin olmazsa olmazı sayılması lazım gelen dış düşmanları bile var ve bunlar sinsi planlar peşindeler. İnanmayan Recep Tayyip Erdoğan'a sorabilir.
Adana Demirspor, Fenerbahçe'yi rahat bir oyunla yenince uğursuz bir kehanet bir kez daha doğrulanmış oldu:
İstanbul'un üç kardeşinden biri haftaya kötü başlarsa, diğerleri de onu takip eder.
Cumartesi günü Galatasaray yenildi, Fenerbahçeliler ve Beşiktaşlılar mutluydu.
Pazar günü Beşiktaş berabere kaldı, Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılar mutlu oldu.
Pazartesi Fenerbahçe yenildi, Galatasaraylılar ve Beşiktaşlılar sevindi.
Gördüğünüz gibi bu üç kulüp el birliği içinde İstanbul'un geçtiğimiz hafta sonunu musmutlu geçirmesini sağladılar.
Ancak bunun için kimse onlara teşekkür etmiyor!
Ve geçtiğimiz hafta bu üç kardeş, birlikte bir istatistiği daha tarihe gömdüler.
Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray'ın üçünün birlikte sezon bitmeden teknik direktör değiştirmeleri en son 46 yıl önce yaşanmıştı.
O sezon Trabzonspor şampiyon olmuştu.
Tarihin tekerrür etmesi için artık sadece haftaların geçmesini ve rakipsiz Trabzonspor'un şampiyon olmasını beklememiz yeterli olacak.
Aslına bakarsanız perşembenin gelişi, çarşambadan belliydi.
Her ne kadar kulüp başkanları tersini söyleseler de futbol kamuoyu, bu üç kulübün, başladığı teknik direktörlerle ligi tamamlayamayacağının farkındaydı.
Fenerbahçe'nin "yarım kalmış bir hesabı kapatsın" ümidiyle ikinci kez getirdiği ancak arkasında ikinci bir yarım kalmış hesap bırakmak zorunda kalan Perreira'nın sözleşmesi feshedildi.
Perreria Portekiz üçüncü liginde başladığı teknik direktörlük kariyerinde Porto (Portekiz), Al Ahli (Suudi Araistan), Olympiakos (Yunanistan) ve Shanghai SIPG ile şampiyonluklar yaşadı.
Porto'da meşhur teknik direktör Villas Boas'ın yardımcısıyken şans yüzüne gülmüş ve Boas'ın Chelsea'ye transferinin ardından teknik direktörlüğe getirilmişti.
O günden bugüne kadar da "başarısız" sayılacağı iki kulüp çalıştırdı. Sezonun ikinci yarısında görev yaptığı 1860 Münih ve iki kez de Fenerbahçe'de "hikayesi yarım kaldı".
Perreria'nın, Yunanistan'da iki kupayı birden kazandığı sezon Türkiye'ye, Fenerbahçe'ye transfer olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım.
Villas Boas'ın yardımcılığından sonra Porto ve Olympiacos şampiyonlukları olan kariyeri yüksek bir hoca!
Bugün herhangi bir Türk futbol kulübünün asla başaramayacağı türden bir transferdi bu.
Aziz Yıldırım'ın iyi bir iş yaptığını düşünüyordum.
Hasta Olympiakos taraftarı arkadaşım Leroslu ünlü lokantacı Takis ise çok mutluydu. "O adam kafadan kontak" demişti, sağ elini kafasına doğru yaklaştırıp sağa sola çevirerek.
Perreria'nın "hafiften esintili" olduğunu gösteren bir örnek daha var.
Porto'nun başında, 2012-13 sezonunda ligde ikinci sıradayken Portekiz Ligi'nin "kirli bir organizasyon olduğunu" söylemişti.
Bir hafta sonra fikri değişti. Benfica'yı evinde yenip şampiyonluğu garantileyince Portekiz ligi için şunu söyleyecekti: "Yüksek derecede yarışmacı ve prestijli bir lig."
Fenerbahçe'deki ilk yılında kadroda kelimenin tam anlamıyla "yıldız futbolcular" vardı.
Nani, Meireles, Van Persie, Bruno Alves, Kjaer gibi yabancı yıldızların yanında, bir önceki sezonun Türk yıldızları Ozan Tufan, Şener Özbayraklı, Volkan Şen, Fernandao gibi isimlerle sezona iddialı bir giriş yapılmıştı.
Ve Perreria bu kadronun egosunu yönetmeyi başaramadı.
"Yarım kalan hikayeyi bitirmek için" ikinci gelişi de farklı olmadı.
Geniş kadroyu yönetemedi, geldiğinde transfer büyük ölçüde tamamlanmıştı ama onun istediği Rossi, Meyer gibi oyuncular da kadroya katılmıştı.
Ancak daha lig sürerken, takım Avrupa Ligi'nde oynarken ilk yenilgide "bu kadronun Avrupa Şampiyonu olacağını mı zannediyorsunuz" demesi, filmin sonunun işaretlerini vermişti.
Bilinen kural: Oyuncularıyla iddialaşan teknik direktör, sezonu kolayca tamamlayamıyor.
Perreria'nın, Fenerbahçe'ye ilk gelişinden önceki sezon, Fenerbahçe tarihinin "şampiyonluklar sezonu" idi.
Kulüp takım sporlarında 20'nin üzerinde kupa kazanmıştı, bireysel sporlarda da ezeli rakiplerinin hayal edemeyeceği bir başarıya ulaşmıştı.
Ancak Fenerbahçe'de başarının herkes için geçerli bir tek ölçüsü var: Futbol ligi şampiyonluğu!
O sezon Fenerbahçe, İsmail Kartal yönetiminde Galatasaray'ın arkasından üç puan farkla ikinci olunca, yeni teknik direktör arayışları Perreria ile sonuçlanmıştı.
Kaderin Fenerbahçelilere bir oyunu mu desem bilmiyorum ama Perreia, Ali Koç tarafından başarısız olduğu için gönderilince yerine gelen yine İsmail Kartal oldu.
Nietzche rahmet istedi, hayat sonsuz bir döngüden ibaretmiş gerçekten de.
İsmail Kartal, Fenerbahçe'nin eski bir oyuncusu. Taraftarın her zaman sevdiği bir isimdi, hala da bu durum değişmiş değil.
Fenerbahçe'de Aykut Kocaman ve Ersun Yanal'ın yardımcılıklarını yaptığı sezonlarda şampiyonluklar da yaşadı.
Kariyerinde Sivasspor'u Süper Lig'e çıkarması ve Fenerbahçe ile aldığı Süper Kupa var.
Fenerbahçe'den ayrıldıktan sonra gittiği Anadolu kulüplerinde büyük bir başarı gösterdiğini söylemek mümkün değil.
Unutmayalım ki teknik direktörün kalitesini ortaya çıkaran unsurlardan biri de yönettiği futbolcu topluluğunun çapı.
Kartal elinde iyi kadrolar varken iyi işler yapabildi, yetersiz kadroları geliştirmeyi başaramadı.
Fenerbahçe'deki önümüzdeki yarım sezonda elindeki kadro iyi mi, kötü mü, karar vermek nereden baktığınıza bağlı.
Fenerbahçe yönetimi, modern futbolun gerektirdiği bir kadroyu kurmayı başaramadı.
Bazı bölgelerde aşırı sayıda oyuncu varken, bazı mevkilerde "idare eden" oyuncular var.
İsmail Kartal'ın yöneticiliğinin çapını aslına bakarsanız şimdi göreceğiz.
Teknik direktörün ayrılmasından sonra takımı yöneten bir oyuncu grubu olduğu sır değil.
Burada da öne Mesut Özil çıkıyor.
Şu andaki form durumuyla 90 dakikayı bitirebilecek güçte de değil.
Takımın Perreria tarafından küstürülenleri ve bu nedenle bir önceki sezonun gerisinde performans gösteren oyuncular var; Pelkas gibi.
Perreria'nın öne çıkardığı ama sonra tamamen unuttuğu genç oyuncular sıra bekliyor.
Kartal bütün bunlardan bir takım çıkaracak.
Fenerbahçe hala hedefleri olan bir takım.
Kupa'da yoluna devam ediyor, demek ki Türkiye Kupası'nı almak bir başarı ölçütü.
Üstelik bu kupayı almak, Fenerbahçe'yi Avrupa Ligi'ne götürecek, Konferans Ligi'ne değil. Bu da önemli.
İkinci olarak Şampiyonlar Ligi ön elemesi oynama olasılığı, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın mart ayından itibaren Avrupa'da göstereceği performansa bağlı ve küçümsenecek bir derece değil.
Bu sezon Konferans Ligi'nde iki-üç tur atlamak, ülke puanını artırarak ligi ikinci bitirdiği takdirde Şampiyonlar Ligi ön elemesi oynama fırsatı vermesi bakımından da önemli.
Kısacası hedefler duruyor ancak Fenerbahçe yönetiminin bu hedeflerin farkında olduğunu gösteren bir işaret yok.
Bu hedeflerin farkında olsalardı, Perreria'nın gönderilmesinden sonra adı en çok ortada olan İsmail Kartal için bu kadar beklemezlerdi.
Kartal, bu hedeflerden bir ya da ikisine ulaşabilirse, yönetimin bu sezonunu kurtarmış olur.
Şurası bir gerçek ki artık büyük hedefleri olan büyük bir hocayı Türkiye'ye getirmek kolay değil.
Bütçeler sınırlı, yönetimlerin vizyonu Türkiye'de kupa almaktan ibaret.
Onun için Löw'ü gelmeye ikna etmek, Ali Koç için büyük bir başarı olur.
Ancak Löw'ün de kendi kariyerini emekliliği gelmiş yabancı oyunculara bağlayacağını düşünmek saflık olur.
Buna uygun bir transfer bütçesi sağlanabilecek mi?
Bugünkü şartlarla zor görünüyor, Ali Koç ‘un şapkadan tavşan çıkarması lazım.
Aziz Yıldırım, başkan seçildiğinde hedefi bir gün Fenerbahçe'nin Avrupa Şampiyonu olarak Atatürk Havaalanı'na inmesiydi.
"Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak" sloganı da bu vizyonun sonucuydu.
Bu hedef için göze kestirilen hocalardan ilki Carlo Ancelotti idi.
Bugün Avrupa'nın en kariyerli teknik direktörlerinden biri olan Ancelotti İstanbul'a getirilmiş, ikna da edilmişti.
Ancak eşi İstanbul'a gelmek istemeyince bu proje yatmış Aziz Yıldırım yeni bir hoca aramaya başlamıştı.
Löw henüz Almanya'da da tanınan bir isim değildi ancak Aziz Yıldırım onun oyunculara yaklaşımından, mesafeli ciddiyetinden ve fikirlerinden etkilenmişti.
İlk sezonu ikinci bitirdiğinde Yıldırım ile bir sonraki sezonu konuşurken "İlk yılımda ikinci olmak başarı değil mi?" demesi, biletinin kesilmesine yol açmıştı.
Aziz Yıldırım için ikincilik, başarı değil mağlubiyet sayılmalıydı ve kaderin cilvesi, şampiyonluktan daha çok ikincilik gördü.
Perşembenin gelişinin çarşambadan belli olacağını ilk söyleyen atamız bir kez daha haklı çıktı.
Sergen Yalçın'ın büyük bir başarıyla geçen ilk sezonunun ardından ikinci sezonu tamamlayamaması tam da buna uyuyor.
Sergen Yalçın çok özel bir futbolcuydu.
Türkiye'de futbolcuların kişisel gelişimleri "saldım çayıra Mevlam kayıra" yöntemiyle yürütülüyor olmasaydı, bugün büyük bir dünya yıldızı olabilecek çapta bir oyuncu!
Böyle bir oyuncu bulmuşsun, yanına psikolojisini, kültürel gelişimini, hayatla ilişkisini düzenleyebilecek uzmanlar görevlendir.
Hayır bu bizim futbol alemimize uymaz, deyim yerindeyse genci bozar!
Nitekim Beşiktaş onu buldu, yetiştirdi ve sonra çayıra saldı!
Ben kendinden duymadım ama "o kadar koşsam Real Madrid'de oynarım" dediğini bir yerlerde duymuşluğum var.
Sorun da zaten "o kadar koşması gerektiğini" gencecik bir yeteneğe anlatabilmekti.
Yalçın futbolculuğunun ilk yıllarından itibaren eğlenceli ve müdanasız bir karakterdi.
Kendi merakları vardı, istediği kadar antrenman yapardı, canı isterse oynardı.
Oynadığı zaman da tutabilene aşk olsun.
Bu yüzden Türkiye'nin bütün büyük kulüplerini gezdi.
Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor formalarını giydi. Onun gibi bir de Burak Yılmaz var. Onun da futbolcu olarak değeri, aynı Türk futbol alışkanlıkları nedeniyle bırakma yaşına yaklaşırken ortaya çıktı.
Teknik direktörlüğü de aynen böyle devam etti.
Anadolu kulüplerinde başarılıydı, zora gelince bıraktı. "O kadar sabırlı olsam Real Madrid'de teknik direktör olurum" diye mi düşündü diye hep merak ederim.
Beşiktaş'taki ilk sezonunda şansı, Şenol Güneş'in bıraktığı hazır bir kadroyu ele almasıydı.
Doğru takviyelerle ve Ghezzal ile Abubakar'ın da olağanüstü performanslarıyla şampiyon olduğunda, şansının ve Fenerbahçe'nin son maçta Sivasspor'u kendi sahasında yenememiş olmasının rolünü küçümsemiş olmalı.
Nitekim o yaz Beşiktaş yönetiminin anasından emdiği sütü burnundan getirdi.
Düşünün ki Beşiktaş gibi bir kulübün başkanı, teknik direktörünü kalmaya ikna etmek için ayağına kadar gitmekte sakınca görmedi.
Bu açıdan Başkan'ı kutlamak gerek, Beşiktaş'ı kendi egosunun önüne koyabilmeyi başardığı için.
Sergen Yalçın'ın ikinci sezonu, gereksiz şişmiş bir egonun saplantılarıyla başladı ve kendisi açısından da öyle bitti.
Abubakar'ın yerinin doldurulamamasını küçümsedi.
Teixeira, Pjaniç ve Batshuayi gibi isimlerin takıma uyum sağlayamaması ve önemli oyuncuların birbiri ardına sakatlanmaları, Yalçın açısından antrenmanlar konusunda da bir diğer kötü puandı.
Oynattığı oyuncuları, basın toplantısında ulu orta eleştirmesi, yetersizliklerini vurgulaması, buna rağmen Beşiktaş'ın çok güçlü altyapısından gelen oyuncuları görmezden gelmeye devam etmesi ayrılığa giden yollara döşenen taşlar gibi görülmeli.
Nitekim Yalçın'ın bir maçın son üç dakikasında bile fırsat vermediği Emirhan İlkhan'ı nasıl olup da görmediği gerçek bir sır.
Acaba "yeni bir Sergen" fikri mi onu huzursuz etti diye düşünmek de mümkün.
Fatih Terim'i Galatasaray'ın Süleyman Demirel'ine benzetenler var. Gidip gidip geri geldiği için.
Dördüncü kez geldi ve gitti ama beşinci kez gelebilecek mi?
Şimdi soru bu, kendi yanıtımı da yazının sonunda vereceğim.
Fatih Terim'i tanıdığımda hala oyuncuydu.
Hıncal "ağabey" Uluç, Florya'daki antrenmanları izlemeye giderken bazen ben de kendisine "eşlik ederdim".
Yani antrenmanı izledikten sonra Beyti'ye gitmek için!
Sonra inanılmaz bir gelişme gösterdi, Türkiye'de kolayca kırılamayacak rekorların sahibi oldu, kariyerinde bir de UEFA Kupası var.
Acele bir karar ile İtalya'ya gitmemiş olsaydı, bu kupaya bir de Süper Kupa ekleyecekti, buna hiç kuşkum yok.
Fatih Terim'in Galatasaray'dan ayrılmasıyla sonuçlanan süreç kendisine özgü bir deyimle açıklanabilir: Resultante importante! Sonuç önemlidir.
Bu son sezon, hiçbir şey istediği gibi gitmedi.
Oysa sonsuz bir kredisi vardı. Kulübün yeni seçilen başkanı, deyim yerindeyse anahtarları ona teslim etmişti.
3 yıllık bir yapılanmadan söz ediliyordu.
Genç oyuncular bulunacak, eskilerle kaynaştırılacak ve Galatasaray üst üste şampiyon olduğu o yıllara dönecekti.
Gerçekçi bir plan gibi görünüyordu.
Futbolu yalamış yutmuş bir teknik direktör, genç oyuncuları geliştirecek ve geleceğin Galatasaray'ını kuracak!
Evdeki hesap çarşıya uymadı.
Şahsi kanaatim şu ki yanında bu büyük projeyi yürütecek yeterlilikte yardımcıları yoktu.
Kuşkusuz ki yardımcıları iyi futbolculardı ancak böyle büyük bir projeyi yürütecek yeterlilikte olduklarını söylemem zor, bana alınmasınlar.
Ve daha ligin yarısı oynanmışken Galatasaray, Türkiye'deki hedeflerinin hepsinden uzaklaştı.
Böyle durumlarda teknik direktörün gitmesi kaçınılmazdır.
24 futbolcuya birden güle güle diyemezsiniz. Başkan deseniz, zaten adı üzerinde başkan, o kalır. En kolay feda edilecek olan teknik direktördür, o gider, taraftarın gazı birkaç maçlığına alınmış olur.
Avrupa Ligi'ni oynamak, orada tur geçmek ve belki de final oynamak tam Fatih Terim'e göre bir işti ancak bu kez de Başkan'ın, başkanlık yapacağı tuttu!
Sorun bir yüksek ego ile başkanlık yapmaya karar veren iki cambazın aynı ipte oynayamayacak olmalarından kaynaklandı.
Şimdi baştaki sorunun yanıtını vereyim:
Evet, Fatih Terim bir kez daha geri döner.
Ancak bu kez teknik direktör olarak değil, başkan olarak döner, ben söylemiş olayım.
Ali Koç, Perreria için:
"Adam buraya bir hikayeyi bitirmeye geldi. Fenerbahçe'de yarım kalan hikayesini bitirmeye geldi."
Burak Elmas, Fatih Terim için:
"Bizim düşüncemiz burada çok net. Zaten uzun vadeli bir plan yaptık hocamızla beraber. Galatasaray'ın geleceğine etki edecek bir takım kuruyoruz."
Ahmet Nur Çebi, Sergen Yalçın için:
"Bir ömrünü istiyorsa burada geçirsin yani. Başarılı olacak, inanıyorum ona ben."
Milli sporumuzun güreş olduğunu söyleyenlere inanmayın, bizlerin milli sporu futboldur.
Türkiye'de futbol, dünyadakinden farklı oynanır.
Evet, kurallar kitabına filan uyulur elbette; tıpkı NATO'ya ve CENTO'ya bağlı olduğumuz gibi FIFA ve UEFA'ya bağlıyızdır, hepsi o kadar.
İngilizler de İngiliz gibi oynarlar mesela.
Trenleri istasyona nasıl zamanında varıyorsa, attıkları uzun toplar da hedefini öyle bulur.
Gazeteler bir Alman takımından bahsederken "panzerler" yakıştırmasını kullanmayı sever.
Çünkü öyle oynarlar.
Fransızlar "horoz", Ruslar "ayı"dır.
Futbol dünyası klişelerle konuşmayı sever.
Türkiye'de oynanan futbol da Türklere özgüdür.
"Ezeli rekabetimiz" bile kendine özgüdür, aynı evin üç ferdi, üç ayrı takımı tutuyor olabilir çünkü.
Mesela, Celtic ile Glasgow Rangers arasındaki "mezhep savaşı" bizde yoktur.
Amedspor ve oyuncularının başlarına gelenleri karıştırmayayım şimdi.
Bask milliyetçiliğinin kalesi Bilbao'nun takımında Bask kökenli olmayan hiçbir futbolcunun topa vurmadığını biliyor muydunuz?
Falanjistlerin takımı Real Madrid'e karşı, cumhuriyetçilerin takımı Atletico Madrid'i tutarım.
Barcelona, Katalan milli takımı sayılır.
Bizim üç büyükler, aslında üç kardeştirler, aralarındaki rekabet gazete satmak için zorla rahmetli Ali Naci Karacan tarafından yaratılmıştır.
Düşünün o yıllarda herkes aynı tribünde yan yana oturup "ya ya ya – şa şa şa – FB / GS / BJK çok yaşa" diye tezahürat yapıyordu. Böyle bir ortamda futbolun gazete tirajlarına ne faydası olabilirdi?
"Futbolun kitleleri uyutucu" etkisinden de çok söz edilir ancak unutmayalım ki bugün hala ayakta olan asırlık futbol kulüplerini işçi sınıfı kurdu!
İşte tam da burada Türkiye'nin ayrıştığını görüyoruz.
Bizim en büyük kulüplerimiz, tuzu kuru beylerin eğlencesi için kuruldu.
Ve o günden bugüne de değişen bir şey yok.
Benim çocukluğum "şerefli yenilgilerle" geçti. Uluslararası kupalarda hangi kurayı çekersek çekelim gazeteler "ateşe düştük" diye yazardı.
Sonra Türkiye geliştikçe, zenginlik arttıkça futbolumuz da gelişti, değişti.
Yanlış anlaşılmasın, yine kendimiz gibi oynamaya devam ettik.
Yenilginin suçunu kendimiz dışında herkeste aramak bize özgü bir durumdur ve bu "I. Dünya Savaşı'ndan sonra müttefiklerimiz yenildiği için Osmanlı İmparatorluğu da mağlup sayıldı" tezinin bir devamıdır.
Dikkat ettiyseniz uluslararası arenada başarılarımız, Türkiye'nin demokratikleştiği, milli gelirin elle tutulur derecede arttığı dönemlere denk geliyor.
Nedeni çok açık: Ekonomi iyiyken, paramız değerliyken iyi transferler yapabiliyoruz, iyi teknik direktörler bulabiliyoruz.
Fakirleştikçe de tersi oluyor.
Son dört-beş yıldır düzenli olarak gelirimiz azalırken, futbolumuzun da o düzene uymasına şaşırmayalım.
Çünkü futbolu bugün yöneten "tuzu kuru beyler", ekonominin genel gidişatından etkilenirler.
Cepte para varsa, teknik direktörün de futbolcunun da iyisi gelir. Artık öyle bir para yok, futbol da bu kadar.
Biz, futbolu kendimiz gibi oynarız.
Hakemler her zaman karşı tarafı tutar; onun için her kararlarına itiraz etmek gerekir.
Kararlara itiraz etmezseniz, olur da yenilirseniz suçu atacak kimseniz olmaz.
Önemli olan "gemisini yürüten kaptan" olmaktır.
Bacağınız kırılmış gibi bağırmalı, burnunuz kırılmış gibi yerde üç takla atmalısınız ki rakip eksilsin.
"Fair play" bizim futbol esnafının defterinde yazmaz.
"Yenilsen de yensen de" diye marş söyler, takım yenilince de "En büyük taraftar, futbolcular sahtekâr" diye bağırırız.
Kulüp yöneticileri, alacağını isteyen teknik direktörü ya de futbolcuyu dövmek ister. Sanki kendileri küçücük bir alacaklarından vazgeçiyorlarmış gibi.
Taraftar da böyle futbolcuyu sevmez, "feda" ister, ama kendisi 100 liralık bilet 120 liraya çıkınca isyan eder.
Ve en nihayetinde siyasi partileri de futbol takımlarımızla karıştırırız.
Parti taraftarlığımız ideolojiyle, siyasi görüşle filan değil, "aşkla" olur.
Bugün yayınlanan seçim anketlerine bakıp şaşırmayın, sebebi takım tutar gibi parti tutmamızdır.
Ve nihayet futbolumuzda da başkanlık sistemi vardır; tıpkı devlet yönetimimizdeki gibi.
Başkan her şeyi bilir, görür, duyar. Görmüyorsa, görmek istemediğindendir. Yapmıyorsa, yapılmaması gerektiğindendir.
Çevresini saranların ise tek görevi vardır: "Bravo Başkan, süpersin" diye şakşak yapmak!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.