Meslek hayatımın önemlice bir bölümünü yönetici olarak geçirdim ve şimdi durup geriye baktığımda en çok korktuğum şey, ağlayan bir kadın ile odamda baş başa kalmaktı.
Böyle durumlarda paniklediğimi, ne yapacağımı bilemediğimi, abuk sabuk teselli cümleleri kurmayı denediğimi hatırlıyorum.
Bunca yıldan sonra, şu iki cümleden hangisinin daha anlamsız olduğuna da hâlâ karar verebilmiş değilim.
Siz ne dersiniz, ağlayan bir kadın meslektaşınıza söylenebilecek en anlamsız cümle hangisi olabilir: "Ağlama, her şeyin çaresi var" mı, "ağlama, kötü bir şey söyledim zannedecekler" mi?
İş hayatımdaki bu tatsız anların gözümün önünden adeta bir film şeridi gibi geçip gitmesinin nedeni, okuduğum bir kitap oldu.
Şair Heather Chiristle'ın, ilk düz yazı kitabı "Ağlama Kitabı" ismini taşıyor. (Çeviren Zeynep Baransel. Harfa Yayınevi.)
"Ağlamak bir kadının en önemli silahıdır" sözünün, bir metafor olmaktan çıkıp, ete – kemiğe büründüğünü de bu kitapta okudum.
Hollanda'da "tasarım" okuyan Yi – Fei Chen, sert bir profesör tarafından ağlatılınca, mezuniyet ödevi olarak böyle bir silah tasarlamış.
Ağlayan kadının göz yaşlarını toplayıp, dondurarak küçük mermilere dönüştüren ve fırlatan pirinçten yapılmış bir silah.
Chen, bu tasarımı mezuniyet projesi olarak üretmiş.
Sunumunun ardından Chen, kendisini ağlatan bölüm başkanının kafasına bu silahla göz yaşı mermicikleri fırlatmış ki tasarımın gerçekten çalıştığını göstersin!
Ağlamak, daha çok kadınlarla özdeşleştirilmiş bir eylem gibi.
Büyük olasılıkla erkek egemen toplumlarda, ağlamanın erkeklerden ziyade kadınlara uygun görülmesinden kaynaklanan bir önyargı.
"Ağlama uzmanı" olarak ün kazanmış Ad Vingerhoest'un ciddi bir araştırmanın sonucu olarak yazdığı kitabı "Why Only Humans Weep" (Niye sadece insanlar gözyaşı döker?) ilginç bir tespitle son buluyor:
"Her gözyaşı gerçek gözyaşıdır."
Dökülen gözyaşlarından bazılarını "ağlama dolandırıcılığı" olarak yargılamaya hazır olanların, kulaklarına küpe olması gereken bir tespit bu.
Bu cumartesi günü için çok sevimli bir konu olmayabilir ama bu kitabı hatırlamama neden olan şey, önceki gece televizyonda kuraklık ile ilgili bir habere eşlik eden "ağlayan kaya" oldu.
Sonra fark ettim ki Türkiye, ağlayan kaya zengini bir ülke.
Haber filminde izlediğim ağlayan kaya Doğu illerimizden birindeydi. Benim bildiğim ise birisi Manisa'da, diğeri Denizli Çal'da iki ağlayan kaya var.
Jeologlar için bunun bilimsel bir açıklaması mutlaka vardır ama benim gibi pozitif bilimlerle ilgilenmeyenler için kayaların gözyaşlarının ardındaki öykü her zaman daha ilginçtir.
Teb Kralı Amphion ki kendisi Zeus ile Antiope'nin ikiz oğullarından biridir, günün birinde Anadolu'dan bir kıza, Niobe'ye aşık olur ve evlenirler.
Niobe, bizim hemşeri olur, Manisa Spil Dağı'nda, günümüze kalıntıları da kalmış olan Spyilus kenti kıralı Tantalus'un kızıydı.
Niobe'nin 7 kızı ve 7 oğlu oldu.
Tanrıça Hera tarafından lanetlendiği için sadece iki çocuğu olan Leto, bu durumu çok kıskanıyor, Niobe de bunu Leto'ya karşı bir üstünlük vesilesi olarak kullanıyordu.
Leto'nun oğlu Apollo ile kızı Artemis, annelerinin böyle aşağılanmasına dayanamayıp, Niobe'nin çocuklarının hepsini oklarla vurarak öldürdüler.
Evlat acısı ile kendisini kaybeden Niobe, o kadar çok ağladı ki Tanrılar onun bu haline üzülüp, babasının memleketi Spil Dağı'nda bir kayaya dönüştürdüler.
İşte pandemi bittikten sonra bir hafta sonu Manisa'ya gitmeniz için bir neden daha!
Gitmişken çarşı içinde Manisa Kebabı yemeyi de ihmal etmeyin tabii. Rahmetli babam ile birlikte Gülcemal'e giderdik. Pandeminin büyük küçük bütün lokantaları olumsuz etkilediği bir dönemi atlatıp, yeniden ızgarayı yakarlar diye ümit ediyorum.
Manisa'ya gidip "cilveli kahve" içmeden de dönmeyin derim; bu kahve, geleneksel Türk kahvesinin üzerine iri çekilip, çifte kavrulan bademlerin, bazı baharatlarla çeşnilendirilerek, fincana alınan kahvenin üzerine ekilmesiyle servis ediliyor.
Manisa sadece mesir macunu demek değildir, geçerken söylemiş olayım.
"Ağlama Kitabı"ndan bir küçük not ile devam edeyim:
Gelmiş geçmiş çocuk film oyuncularının en ünlüsü Shirley Temple, ağlama sahneleri çekilirken hiç zorlanmazmış mesela.
Bir film çekimi sırasında, ağlaması gereken bir sahnede yönetmen, küçücük kıza "anneni gözleri kırmızı, yemyeşil bir adam kaçırdı" diye anlatınca, Shirley çok kızmış.
Çünkü ona sadece "ağlaman gerekiyor" demeleri yetiyormuş.
Tek şartla: Ağlama sahneleri, sabahleyin günün olayları ruhunun dinginliğini bozmadan önce çekilmeliymiş. Shirley, "öğlen yemeğinden sonra ağlamak çok zor" dermiş hep.
Shirley'nin "günün olayları ruhunun dinginliğini bozmadan önce" vurgusu, meslek hayatım boyunca neden günlerimizin gerilim içinde geçtiğini daha iyi anlamama neden oldu.
Biz gazeteciler bunun "zamana karşı yarıştan" kaynaklandığını zannederdik, meğerse nedeni "günün olaylarının ruhumuzun dinginliğini bozmasıymış"!
Acaba, sabah uyanır uyanmaz haber okumaktan vazgeçsem mi?
Chirstle'ın kitabını okuyup, bitirdiğimde, içimde bir ağlama isteği var mı diye kendimi yokladığımı itiraf edeyim.
Buraya aktardığım küçük notlar, aslında bir bütünün parçası olarak anlamlılar. Belki okurken sinirlendiniz, nedir bütün bu saçmalık diye?
Bunun farkındayım, bütün okuyucular değilse bile hatırı sayılır bir bölümü sinirlenmiş olmalı.
"Memleketin bunca derdi dururken" diye başlayan cümleler, sanki kulaklarımda yankılanıyor gibi.
Şunu düşünmeden edemiyorum: Belki de memleketimizin bütün dertleri, bu tür insani şeyleri konuşmaktan, üzerinde düşünmekten, tartışmaktan kaçınıyor olmamızdan kaynaklanıyordur.
İnsanlar ile diğer canlıları birbirinden ayıran temel farklılıklardan birisi ağlamak ise, diğeri ve en temeli kuşkusuz ki kendi hayatlarımız üzerine düşünebiliyor olmamızdır.
Yaşamakta olduğumuz "şeyin", bir "süreç" değil, bir "hayat" olduğunu ancak bu şekilde idrak edebiliriz.
Kuşlar, bitkiler, hayvanlar da canlıdırlar ama onların yaşadığı şey bir hayat değil, süreçtir.
Doğar, büyür ve ölürler.
Hayatlarımız üzerine açık seçik fikirlere sahip olabilmemiz, çoğumuza "boş işler bunlar" dedirtecek ayrıntılar üzerine kafa yormaktan geçer.
Son yarım saatte, oldukça küçük bir portatif klavyenin tuşlarına bastım. Oradan çıkan dijital kodlar, milyonlarca megabyte trafiğin içinden geçerek, size ulaştıysa, emin olun ki bunun arkasında "boş işlerle uğraşmayı boş iş olarak görmeyen" zihinlerin ortak çabası var.
Yine de sıkıldıysanız, size bir şarkı armağan edeyim, ödeşelim: Cengiz Altuntaş'ın güftesi üzerine, Mehmet Ilgın'ın rast şarkısı, "Ağlama değmez hayat, bu göz yaşlarına!" Zeki Müren'den dinliyoruz.