Halit Ergenç, otomobiline binmiş tam gidecekken kendisine sorulan "Ozan Güven" sorusunu şöyle yanıtladı:
"Ben Ozan’ı çok severim, uzun zamandır da tanırım. Sevgimiz baki. Böyle bir olay geldi başına. Ben buradan alnının akıyla çıkacağını düşünüyorum. Mutlaka adalet yerini bulacaktır. Öyle bir karaktere sahip olduğuna hiç şahit olmadım. Mutlaka orada bir şey olmuştur. Adalet çözecektir olayı. Herkesin hakkında hayırlısı."
Tabii ardından sosyal medyada kıyamet koptu.
Bunun üzerine Halit Ergenç özür diledi:
"Yargı süreci devam eden ve beni çok üzen bir konuyla ilgili sadece bir temenni niyetiyle yaptığım açıklama, kendimi doğru ifade edemememden dolayı maksadını çok aştı. Bundan dolayı çok üzgünüm. Şiddetin hiçbir türünün yanında olmam mümkün değil. Bilhassa son derece hassas olduğum kadına şiddet konusunda mağdur olmuş ve bu konuda mücadele eden herkesi hayal kırıklığına uğrattığımı anlıyorum, hak veriyorum ve özür diliyorum."
Ergenç’in "yargı süreci devam eden" vurgusuna hepimizin dikkat etmesi gerekir ancak "peşin hükümlüler ülkesinde" bu tür hassasiyetlere kulak asan pek olmuyor.
Ergenç’in ayaküstü sorulan bir soruya verdiği ayaküstü yanıtta ifadesini bulan şey, aslına bakarsanız hepimiz için geçerli olan bir durumdur: Arkadaşımı satmam!
"Satmam" yerine "yedirtmem" de diyebilirsiniz.
Bu toplumsal bir özelliğimiz olduğu kadar temel bir kamu yönetimi ilkesi haline de gelmiştir.
Yeteneksiz ve işini iyi yapamayan memur, onu oraya tayin eden makamın koruması altında koltuğunda oturmaya devam eder çünkü kimse, memurunu yedirtmez!
"Memurunun yenmesine" göz yuman kişi, kendi iktidar alanına tecavüz edildiği duygusu içinde davranır.
Bakın, kucaklarına gelen darbe ihbarını bile doğru değerlendirmeyi başaramayan iki güvenlik bürokratı, kendilerini oraya getiren kişinin koruması altında aynı işlerini yapmaya devam ediyorlar hâlâ.
Özel sektör de çok farklı değildir.
Çalıştığınız şirkete, kuruma bakın, birilerini yedirmemek ya da yenilmesine göz yummak diye bakılır meselelere.
Kimse o kişi işini iyi ve layığıyla yerine getirmiş mi, yasalara uymuş mu, ahlaki bir tutum içinde mi, buna bakmaz.
Bir kabile dayanışması görüntüsü, günümüzün modern binalarının içinde sürüp gider.
"Bizden" olduğunu düşündüğümüz, varsaydığımız kişilerin eylem ve tutumlarını, "öteki" saydığımız ve karşısında olduğumuz kişilerin eylemleriyle aynı sonuçları veriyor olsa bile olumlama eğilimi içinde yaşar, gideriz.
Sureti haktan görünen cümlelerimizin orta yerine hep bir "ama" sıkıştırmamızın nedeni de budur.
Çünkü bizim toplumumuz "ilişki temelli" bir toplumdur.
İlişkilerimiz, iş yapma biçimimizden tutun da sorunlarımıza çözüm arama yöntemlerimize kadar her şeye hakim olur.
Şimdi küçük bir sınav yapacağım, bakalım siz de "arkadaşımı yedirtmem kabilesinin" bir üyesi misiniz, değil misiniz?
Bu sınavı Fons Trompenaars ve Charles Hampden – Turner’in "Riding The Waves of Culture" isimli kitabından aktarıyorum. (Türkçede Zülfü Dicleli’nin çevirisiyle "Küresel İş Yönetimi ve Kültürel Çeşitlilik" adıyla yayımlandı).
Önce şu küçük öyküyü okuyalım:
"Çok yakın bir arkadaşınızın kullandığı bir otomobille giderken bir yayaya çarpıyorsunuz. Arkadaşınızın 40 kilometrelik sürat limiti olan bir yerleşim bölgesinde 70 kilometre yaptığını biliyorsunuz. Olayın tek tanığı sizsiniz ve arkadaşınızın avukatı ifadenizde süratinizin 40 kilometre olduğunu söylerseniz arkadaşınızı çok ciddi bir cezadan koruyacağınızı söylüyor."
Şimdi sorular:
a. Arkadaşım, yanlış ifade vermemi bekleme hakkına kesinlikle sahiptir. b. Arkadaşım, yanlış ifade vermemi bekleme hakkına bir miktar sahiptir. c. Arkadaşım, yanlış ifade vermemi asla bekleyemez.
Ne yapmayı düşünürsünüz?
a. Arkadaşımın saatte 40 kilometreyle gittiğine tanıklık ederim. b. İfademde arkadaşımın saatte 70 kilometreyle gittiğini söylerim.
Siz yanıtlarınızı düşünürken bu anketin dünyanın dört bir yanında yapıldığını belirteyim.
Kuzey Amerikalılar ve Kuzey – Orta Avrupalılar ifade verirken kesin olarak doğruyu söylemekten yanalar.
Her 100 İsviçreliden 97’si, her 100 Amerikalıdan 93’ü doğru ifade vermekten yana. Dünyanın nispeten azgelişmiş bölgelerine gidildikçe doğru ifade verme eğilimi de azalıyor.
Aynı şekilde Akdenizliler de yalan ifadeye daha çok eğilimli.
100 Yunandan sadece 57’si, Bulgarların yüzde 53’ü, Nepallilerin yüzde 36’sı, Venezuelalıların yüzde 32’si "yalan ifade vermem" diyor.
Kazazedenin ciddi bir sakatlanma ya da ölümle karşılaştığı bilgisi kendilerine verilince Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupalıların doğru yanıt verme isteği daha da artmış.
Buna karşılık Akdeniz kültürünün etkisinde olan Fransızlar "Eğer yaya ciddi şekilde sakatlanmış ya da ölmüşse, arkadaşımın benden ciddi bir destek bekleme hakkı vardır" görüşüne eğilim göstermişler.
Oysa İngilizlerin yayanın başına gelen felaket büyüdükçe arkadaşlarına yardım etme eğilimlerinde ciddi bir azalma görülüyor.
Ne yazık ki bu araştırmayı yapanlar Türkiye’yi dahil etmemişler.
Ama yapsalardı tahmin ediyorum sonuç Yunanlar ile Venezuelalılar arasında bir yerlerde çıkardı.
Hatta bizde kazazedenin kimliği de önemli bir faktör olabilirdi.
Kazazedenin kılık kıyafetinden, saçının başının durumundan, sakalından bıyığından hangi toplumsal kümeye ait olduğunu çıkartabilirdiniz ve kararınızda bu da önemli bir rol oynayabilirdi.
Onun için Halit Ergenç’i, Cem Yılmaz’ı filan yargılamaya kalkmadan önce kendinizi bir test etmenizi öneriyorum.
Yukarıda yapmanızı önerdiğim test, çok uç bir örnek gibi gelebilir size.
Sizi temin ederim ki uç bir örnek değil.
Yıllarca yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen kişilerin mesela çekişmeli bir boşanma davasında kendilerini daha yakın hissettikleri kişi lehine tanıklık yapmayı kolayca kabul ettiklerini çok gördüm.
Ve itiraf etmeliyim ki benim de ilk tutumum arkadaşımı korumaktan yana olurdu.
Aramızda "hayır ben arkadaşımı korumaz, doğruyu söylerdim" diyenler varsa ki olabilir onlara önerim aynı testi "arkadaş" yerine "yakın akrabam" kelimelerini koyarak yapmalarıdır.
Buna rağmen hâlâ bir İsviçreli gibi davranabiliyorsanız, şapkamı çıkarıyor ve yüksek ahlak standardınız önünde saygıyla eğiliyorum.