Gazetedeki haberin başlığı şöyleydi: "Mükemmel aşk strese sokuyor!"
Altında da genç, güzel bir kadının moda dergilerinden fırlamış gibi bir görüntüsü.
Meğerse zaten öyleymiş, moda dergisinden fırlamış, haberi okuyunca yanılmadığımı gördüm.
Dilan Çiçek Deniz, Marie Claire dergisine "ideal aşkı felsefik bir yaklaşımla" anlatmış.
Bu "felsefik yaklaşım" kavramını gazetenin editörleri uydurmuş olmalı.
"Felsefik" diye bir kelime daha önce duymamıştım.
Baktım, Türkçe sözlükler de benim gibiler, onlar da duymamış görünüyorlar.
Düşündüm; "felsefi" kelimesini bilmiyormuş gibi görünen editör, bize bir şeyler anlatmaya mı çalışıyordu? Kelimeler yetersiz gelince, kendi kelimesini mi üretti?
İçinden çıkamadığım bir dizi soruyla karşılaşacağımı görünce, bu konuyu düşünmeyi bir kenara bıraktım.
Ve Dilan Çiçek Deniz'in demecine odaklandım.
"Aşık olunca nasıl bir Dilan oluyorsun" sorusuna verdiği yanıt şöyle:
"Çok ama çok mutlu bir versiyonum oluyor. Aşkı ideal olarak tanımlayıp mükemmelize etme fikri bile iki tarafı stres sokan bir şey. Her bireyin algıladığı ve deneyimlediği idealar dünyası ile gerçek arasında çok fark var. Bu iki bambaşka dünyayı ortak bir dünya haline getirmek epey zahmetli fakat bir o kadar da kıymetli. O yüzden güzel ve ince ruhlarla karşılaşınca gerçekten yaşanan bir his olduğunu da söyleyebilirim."
Haberdeki bu paragrafı okuyunca sayfayı hazırlayan editörün beyninin neden su kaynattığını ve "felsefik yaklaşım" kavramını icat ettiğini daha iyi anladım.
Belki de uyduruk "mükemmelize" kelimesinin etkisinde kalmıştı.
Eskiden gazeteciler ile genç artistler arasında böyle iletişim sorunları yaşanmazdı.
Güzellik yarışmalarındaki genel kültür sorularının "nasıl bir dünya hayal ediyorsun" ile sınırlı olduğu, yanıtının da "barış içinde, herkesin mutlu olduğu bir dünya"dan ibaret olduğu, eski masum günlerde kaldığım için, "aşkı mükemmelize eden felsefik yaklaşımlara" yabancı kalmış olabilirim.
Freud, bilinçsiz istek ve anıların, cinsel bir arzu ya da düşmanlık isteğindeki bir mahrumiyetle ilişkisi olduğunu düşünmüştü.
Aşk ve nefretin, ayrı ayrı düşünülemeyeceğini, birbirleriyle iç içe ve aynı anda olabileceğini tespit etmişti.
Dilan Çiçek Deniz Hanımın, mükemmellik arayışının, aşkın taraflarını strese soktuğunu düşünmesi sanırım biraz da bundan kaynaklanıyor.
Aşk ilişkilerinde, her iki taraf da daha çok sevenin, daha çok fedakarlık yapanın kendisi olduğuna inanır.
Aşk ilişkisini zehirleyen temel duygu budur.
Bitmiş aşkların ardından "geçmişi geri alma" duygusunun yükselmesinin ardında bu yatar.
Daha çok fedakarlık ettiğini düşünen çiftten her biri aynı şeyi düşünür:
"Ben onun için nelere katlandım ama o benim için o çok küçük hareketi bile yapmaktan kaçındı!"
Her zaman suçlu, sevgili olmaktan çıkıp artık "öteki" olandır.
Bırakan kim? Kalan mı, yoksa giden mi? Giden, neden gitti? Bunda geride kaldığını düşünenin payı nedir? Bu sorulara kimse samimi bir yanıt veremez. Bu soruların yanıtını kendi içinde gayet iyi biliyordur ama aynaya bakarken bile yüksek sesle söyleyemez. Kabahat, sırma işli bir kaftan bile olsa, kimse onu kendi sırtına isteyerek giymez.
Kim bilir, belki de aşka "üç yıldır, hayır beş yıldır, yok altı aydır" diye ömür biçenleri, böyle düşünmeye sevk eden şey de bu ilişkideki eşitsizliğin hiçbir zaman giderilemeyecek olduğunu düşünüyor olmalarıdır. Her ilişki kendi içinde özeldir, iki farklı kişinin yaşadığı bir serüvendir ve her karakter kendi yolunu kendisi çizer. Kimisi bu eşitsizlik inancına on yıllarca dayanabilir, bu inancın varlığına rağmen aşkında ayak direyebilir, kimisi de sabırsızdır, dayanıklı değildir, ilişki daha kısa sürede sona erer. "Yeter artık, bu ilişki çok eşitsiz, ben gidiyorum" demeden önce bir soluk almayı öneririm.
Kadınlardaki psikoseksüel sorunlar ile ilgili çok önemli çalışmaları olan Therese Benedek, "(sevgimi) ne kadar çok verirsem elimde o kadar fazla oluyor, her ikisi de sonsuz" diyen Shakespeare'nin Juliet'ine dikkat çektikten sonra şunu yazıyor:
"Bir süre sonra eşlerden biri ya da her ikisi de ötekinin bu kadar fazla şeyi elde etmesini kıskanabilir. Eşler arasındaki kavgalarda, başka bir insana teslim olmanın yarattığı kıskançlık, düşmanlık ve isyan, kendini sık sık belli eder. Buna rağmen düşmanlık, ilişkiyi kesecek kadar fazla değilse, ilişkinin bundan sonraki gelişmesi için önemli bir unsur haline gelir. Kavgadan doğan suçluluk duygusu, pişmanlıkla karışık bir bağımlılık durumu yaratır ki bu ancak yeni ve tutkulu bir aşkla çözülebilir. Evlilikte olduğu gibi sevgililer arasındaki özdeşleşme gelişirse (evlilikte sosyal ve ekonomik duruma ilişkin ortak çıkarlar bu özdeşleşmeyi arttırır) kuşkunun o ilk şiddeti, o ilk tutku bir daha elde edilemez."
Tutkuyu yaratan kuşkunun sürdürülememesi, ortak cinsel heyecanı azaltır.
Benedek, sevgililerin bunu "iyi bildiğini" ve "bilinçli ve sınırlı düşmanlık" yaratarak, nedensiz gerilimler, küçük kavgalarla tutkuyu canlı tutmaya çalıştıklarını da yazıyor.
Yani diyeceğim o ki bir aşk ilişkisinde, ilişkiyi canlı tutmak için strese girmek, ufak tefek gerilimler, kavgalar Dilan Çiçek Deniz Hanımın düşündüğü kadar kötü bir şey sayılmamalı.