Danimarkalı filozof Sören Kirkegaard eğer arkadaşım olsaydı "tuhaf bir insan" diye tanımlayabileceğim bir tipti.
Arkadaş olmayı bırakın, tanışamadık bile, ben doğmadan tam 101 yıl önce ölmüştü.
Toprağı bol olsun, 27 yaşına geldiğinde 17 yaşındaki Regine Olsen’e delicesine aşık olmuş ve hemen nişanlanmıştı.
O yıllara göre çok büyük sayılmayacak bir yaş farkı. Düşünün ki o tarihten 100 yıl sonra, babam, kendisinden 14 yaş küçük annem ile evlenmiş.
Tabii kızın 18 yaşından küçük olması o yıllar için de sorun olmuş olmalı ki şöyle yazmıştı:
"Eğer yaşamını aşka göre yaşamaya hazır değilse, felsefeyle uğraşmaya kalkmasın kimse." Bugün olduğu gibi o yıllarda da bir erkek ile bir kadın nişanlandılarsa, bunun bir evlilik ile sonuçlanması bekleniyordu.
Ancak gelin görün ki Kirkegaard evlilikten deli gibi korkuyordu.
"Evlilik gerçekten aşk değildir ve bu nedenle de iki kişinin tek bir ruh değil, tek bir ten oldukları durumdur" diye yazacaktı.
Kirkegaard hayatını aşka göre yaşamak istiyordu, buna karşılık evlenmekten de korkuyordu.
Kendine itiraf edemediği şey aslında bir "ıssız adam" olduğuydu.
Franz Kafka da tıpkı Kirkegaard gibi bir ıssız adamdı.
Yaşamı boyunca dört kere aşık olduğunu biliyoruz.
Bunun ciddi bir sayı olduğunu söylemeliyim.
Günümüzdeki gibi "seviyeli ilişkilerden" söz etmiyorum burada, Kafka gibi bir olağanüstü insanın yaşadığı gerçek aşklar bunlar.
Bir insan yaşamı boyunca kaç kere gerçek aşkı yaşayabilir? (Bu soruya gelecek haftalarda döneyim, ilginç bir tartışma konusu çünkü.)
Kısacık bir yaşama dört gerçek aşkı sığdırabilmiş olmak, gerçekten muazzam bir şey.
İlk âşık olduğu kadın, Felice Bauer idi. Yedi yıl sonra, 1919’da, sinemada gördüğü bir başka kadına âşık oldu: Julie Wohryzek. Milena Jesenka’ya âşık olup, onunla mektuplaşmaya başlaması, hemen ertesi yıla denk geliyor. Dördüncü ve son kadının, Dora Diamant, Kafka’nın hayatına yaşamının son aylarında girebilmişti.
Ki bence de Kafka’nın hayatındaki en ilginç kadın Dora idi: Komünist bir Yahudi!
Dora, 1929’da Komünist Parti üyesi diye Gestapo tarafından yakalanır ancak, kaçıp Moskova’ya sığınır. Stalin de birçok komünist Yahudi’ye yaptığını yapar, onu Sibirya’da bir kampa kapatır. 20 yıl kaldığı kamptan dönerken hâlâ Marxisttir ama! Dora’nın, Londra’daki mezar taşında şöyle yazıyor: "Dora’yı tanıyan, sevginin ne olduğunu bilir."
Kafka’nın kadınlar ile ilişkisi "tutku–korku–acı–ayrılık" kısır döngüsünde yürüyordu.
Tutkuyla bağlanıyor, bu bağlanmadan korkuyor ve ayrılıyordu.
Bir tür "ıssız adam" yani. Kuşkusuz ki böyle kadınlar da vardır ama bu durum genellikle erkeklere özgü bir durummuş gibi konuşuluyor.
Aşık olsa bile bağlanmaktan korkan bir erkek tipi.
Halk deyişiyle ifade edecek olursak "yemeği yedikten sonra gözleri çarığına takılıp kalan" bir erkek!
(Aslında bu deyiş "Kürt yer, çarığına bakar" diyedir ama içeriğindeki ırkçı yaklaşım nedeniyle biraz değiştirdim.)
Bu tipler dedikodu ortamlarında kolayca aşağılanırlar: "Alacağını aldı, gitti" gibisinden.
Yani gönlünü eğlendirdi, iş ciddiye binerken tüydü!
Ancak meseleye böyle yaklaşmamalıyız arkadaşlar.
İnsan doğası, adını hepimizin bilmesi lazım gelmeyen kimyasallar tarafından da yönetiliyor ne yazık ki ve hipofizden tutun pankreasa kadar bir dizi organımız, bütün bunları bizden bağımsız olarak yapıyorlar.
Mesela ben "holistik beslenmeyi" bile öğrendim ama hâlâ pankreasıma söz geçiremiyorum, o kafasına göre takılıyor!
Jung, insanların dört işlev bakımından güçlü ve zayıf yönleri olduğunu fark etmişti: Düşünme, hissetme, duyumsama ve sezgi.
Duyumsama, size bir şeylerin gerçekleşmekte olduğunu söyler. Düşünme, bunun ne olduğunu açıklar. Hissetme, durumun hoşunuza gidip gitmeyeceğini size anlatır. Sezgi ise ne olup bittiğiyle ilgili ipuçlarını verir. Jung, sezginin "Basit ifadelerle açıklanması mümkün değildir" der.
Bunların şöyle ya da böyle gerçekleşmiş olması bizleri içe ya da dışa dönük insanlar haline getirir.
İçe dönükler olayları enine boyuna düşünürler. Hayaller kurarlar. Dış dönük olanlar düşünmekten çok eyleme geçmeye meyillidirler.
Testler gösteriyor ki içe dönüklerin beyinlerine kan akışı daha yoğun. Bir beyin kimyasalı olan dopamine karşı daha hassaslar..
Jung’a göre başarılı romantik ilişki, bu iki kişiliğin başarılı karışımından kaynaklanıyor.
Ve öyle görünüyor ki deli gibi sevdiği bir kadınla bile arasına mesafe koymak isteyen içe dönüklerin bu tutumlarını, kadınların anlamlandırabilmesi her zaman da mümkün olmuyor.
O zaman gelsin "ıssız adam" muhabbeti!
"Issız adam", Çağan Irmak’ın 11 yıl önce çektiği bir filmdi, sanırım Türkiye’de izlemeyen çok az insan kaldı.
Oradaki erkek de, çok sevdiği kadından adeta kendini zorlayarak ayrıldı.
Hatta kadını kendisinden uzaklaştırmak için olmadık işlere de kalkıştı. Sonunda başardı, kadın gitti, esas oğlan tek başına kala kaldı.
Bu hafta sonu bu konuyu gündeme getirmemin nedeni de bu film oldu zaten.
Türkiye sinema tarihine geçecek bir olay gerçekleşti.
İlk kez bir Türk filmi "yeniden çekim" yoluyla bu kez bir başka ülkede vizyona giriyor.
Normal olarak üçüncü dünya filmlerini "yeniden çekim" yoluyla vizyona sokmak Hollywood’un işidir.
Bu kez bir Türk filmini, Issız Adam’ı, bir Yunan yönetmen, Yunan oyuncular ile Atina’da çekti.
Yiannis Tsimitselis ve Katerina Geronikolou’nun başrolünde olacağı filmin yönetmeni Yiannis Papadakos. Filmin Yunanca adı "Sonsuza kadar" anlamına geliyor!
16 Aralık akşamı Atina’da yapılacak galaya filmin yapımcısı Mustafa Oğuz ve yönetmeni Çağan Irmak da katılıyor. Doğal olarak orada olmazsam, olmazdı, ben de gidiyorum!
Memleketin bütün ıssız adamlarına ise Taşlıcalı Yahya Bey’den bir beyit benden armağan olsun:
"Sabretmeyen belalarına aşkın anmasın.
Nuş etmesin şarabı kaçanlar humardan." (Bugünkü dille: Belalarına katlanamayacak olanlar aşkın adını anmasın./ Sonunda baş ağrısı var diyenler, şarabı hiç içmesin.)
Yani "ıssız" arkadaşlar, diyeceğim şu ki birisini seviyorsanız, kafanızdaki bin bir türlü hesabı kovmaya gayret edin.
Aşk, insanın başına sıkça gelmez, geldiği vakit değerini bilmeyene de bir daha hiç gelmez, benden söylemesi.