Oyuncu Biran Damla Yılmaz ile basketbolcu sevgilisi Doğuş Özdemiroğlu ayrıldılar.
Gazetede haber "aşkları kısa sürdü" başlığıyla yayımlanmış.
Çiftin ayrı ayrı fotoğrafları da var. Kız güzel, oğlan yakışıklı.
"Ayrılmasalardı keşke, ırkımızı güzelleştirecek bir çift olurlardı" diye aklımdan geçirmedim değil. Bu tür haberleri okuyorum ama insanların mutsuzluklarından zevk aldığım için değil. Profesyonel deformasyon diyelim, bu koca sayfa her hafta nasıl dolduruluyor zannediyorsunuz?
Yalnız haberi veren gazetenin sayfa sekreterine bir eleştirim var: O güzel kızın fotoğrafının üzerine bir küçük kutu açıp, içine de "Bayatlamış kekleri atmayalım" başlığını koymanın ne alemi vardı, anlayamadım. Hele bir ayrılık haberinin içine böyle bir başlık taşıyan kutu hiç konmamalıydı.
Muhabir Gökhan Gökduman'ın bildirdiğine göre çift sevgili olduklarında aralarındaki 30 cm boy farkı çok konuşulmuş.
Niye çok konuşuldu, bunu da anlayamadım.
Oğlan basketçi, o kadar boy fakının olmasında ne tuhaflık buldular, hayret!
Çiftin neden ayrıldığına gelince ki bu haftaki konumuz da esasen bu: "İşlerinin yoğunluğu nedeniyle birbirlerine vakit ayıramayan çift konuşarak yollarını ayırdı."
Bu cümlede "konuşarak" bölümüne özel bir vurgu yaptım, fark etmişsinizdir.
Normal olarak zaten böyle ayrılmak gerekir. "Eski Türkiye'de" olaylar böyle gelişirdi diyebilirim. Ancak konuşmaya "Bak tatlım, sen benden daha iyilerine layıksın" diye başlanmasını da önermem, bunun sonucunda kafanıza bir çanta, kahve fincanı filan yeme ihtimaliniz, derdinizi doğrudan söylemenize göre her zaman daha yüksektir.
Oğlanın kafasından aşağıya, hem de bir öğlen yemeği vakti Mülkiyeliler Birliği'nin bahçesinde bir bardak portakal suyu boşaltan bir genç kadın görmüşlüğüm de var ki çanta yemeyi tercih edersiniz bence.
Ama son zamanlarda, sadece magazin aleminde değil, sıradan insanlar arasında da "konuşmadan ayrılma" diye bir şey icat oldu.
Kız ya da oğlan, hiçbir şey söylemeden ortadan toz oluveriyorlar. Telefonlar açılmıyor, mesajlara dönülmüyor hatta belki numara bloke ediliyor filan.
Ya da sosyal medyada "anlamlı" bir mesaj yayımlanıyor, karşılıklı takipler bırakılıyor, çift ayrılmış oluyor. Manyak manyak işler!
Yılmaz ve Özdemiroğlu böyle yapmamışlar, iki medeni insan olarak oturup, konuşmuşlar. Ve nihayet konuya girebiliyorum: Ayrılma nedenleri "işlerinin yoğunluğu nedeniyle birbirlerine vakit ayıramamak"!
Daha önce de yazmıştım, aşk ilişkisi özen ister, ihtimam ister, birbirine vakit ayırmak ister. İlişkinin derinleşmesi ve sonunda "onsuz yapamam ölürüm" noktasına gelinmesi böyle gelişir.
Çünkü arkadaşlar, bunu benden duymuş olabilirsiniz ve hatta isterseniz yayabilirsiniz de: Aşk boş zamanları değerlendirme amacına yönelik bir hobi değildir!
Ve bu çiftin kafasıyla giderseniz sonunda bir de bakmışsınız ölüm döşeğinde yapayalnızsınız! Çünkü günümüzün kapitalist dünyasında aylaklığa yer yok. Herkes çalışmak zorunda, hatta daha çok çalışmak zorunda. Bu durumda "boş zaman" zaten son derece az ve o "boş zamanı" da iyi değerlendiremiyorsanız ben size ne diyeyim?
Öte yandan aşk tanımı gereği zaten bir boş zaman uğraşı olamaz. Aşk, bir boş zaman uğraşısı ise planlanabiliyor da olmalı. Planlanabildiğine göre, kime âşık olunacağına da insan kendisi oturup, hesap kitap yapıp, karar veriyor olmalı.
"Dizi çekimine ara verdim / sezon bitti antrenman yok, yapacak başka iş de yok, bari âşık olayım" diye mi başlıyor süreç?
O vakit devamı da şöyle gelmeli: "Mehmet komik ama çirkin, onu geç! Recep ile tamamen ayrı dünyaların insanıyız. Kıvanç yakışıklı çocuk, ama karısı gözümü oyar. Kemal'in parası yok, elektrik borçlarını bile ödeyemiyor. Ahmet çok konuşuyor, bana fırsat kalmaz.
En iyisi hem genç hem zengin hem yakışıklı birisini bulmak!"
Bir ayrılığı halkla ilişkiler dersine çevirmek isteyenler kusura bakmasınlar ama aşk böyle bir şey değil arkadaşlar.
"Birbirimize vakit ayıramıyoruz hadi dostça ayrılalım" da aslına bakarsanız inandırıcı bir haber değil. Hayır, muhabir kardeşimizi suçluyor değilim, ona öyle anlatılmış ki haber böyle yazılmış.
Magazin basınında ciddi bir soruna da işaret ediyor bu: Oyuncuların halkla ilişkilerini yöneten şirketten gelen açıklamayı peşinen doğru kabul etmek! Oysa gazetecilik "kuşku" ve "merak" ile başlar. Aşıkların ayrılma noktası, cici çocukların el sıkışıp, birbirlerini yanaklarından öptükten sonra vedalaşabilecekleri bir nokta değildir.
Gidenin arkasından su dökmek de zaten yakışık almaz. Theodor Reik, "Aşk ve Şehvet Üzerine: Romantik ve Cinsel Duyguların Psikanalizi" isimli eserinde şöyle diyor: "Kaybolmakta olan aşk, kayıtsızlıktan çok, nefrete yakındır." Evet, birbirlerine zaman ayıramayan aşıkları bekleyen şey önünde sonunda ayrılıktır bunu biliyoruz.
Ama kısa ya da uzun sürmüş olması fark etmez, bir aşk ilişkisinin ağrısız, sancısız bitivereceğine kimseyi inandıramazsınız.
Burada gerçek haber her zaman Biran Damla Yılmaz'ın kız arkadaşlarından alınabilir.
Çünkü böyle ayrılık durumlarında kızların en iyi dostu, yakın kız arkadaşlarıdır.
Kâh ağlayarak, kâh gülerek, onlarca bardak çay, bir asgari ücreti tüketecek kadar kahve içmek ve saatlerce anlatmak gerekir ve kız arkadaşlar da bu durumda en iyi dinleyicilerdir.
Hem dinler hem anlatana hak verirler.
"Oğlanla empati kurayım, belki de hata bizim kızda" gibi ukalalıklar ayrılık acısıyla saatlerce konuşmak isteyen bir kadına yapılacak en son şeydir ve bunu en iyi kız arkadaşlar bilir.
Mesela ben böyle bir konuşma için uygun bir karakter sayılmam, ikinci dakikada dikkatim dağılır, üçüncü dakikaya geçerken de bambaşka konular düşünmeye başlarım.
Öte yandan Kirkegaard'ın önermesini de unutmayalım: "Mükemmel aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir!"
Bu durumda habere konu olan çiftimiz, mükemmel bir aşk fırsatını da ellerinin tersiyle ve "dostça" itmiş bulunuyorlar.
Tabii gazetenin bize "aşk" diye anlatmaya çalıştığı ilişki türü, gerçekten aşk ise!
Bu durumda "araştırmacı gazetecilik" yapmak da kaçınılmaz oluyor.
Söz konusu çiftin birlikte olduklarına ilişkin ilk haber bu yılın mayıs ayında yayınlanmış. 20 Mayıs 2022!
Yani "aşkın" geçmişi iki ayı ancak buluyor ve bu durumda gazetenin başlığı olan "aşkları kısa sürdü" doğru bir süreyi açıklıyor. Ancak hâlâ kuşkuluyuz, bu gerçekten bir aşk mıydı?
Unutmayalım ki kadınlar ile erkekler arasındaki bütün ilişkileri "aşk" diye açıklamaya çalışan bir magazin basınımız var. Oysa aşk dediğimiz şey öyle zırt pırt yaşanacak bir duygulanma durumu değildir. Elbise satın almaya benzemez. Bir mağazaya girer, birçok elbise dener, içlerinden birini "daha uzun süre kullanmak üzere" yanınızda eve götürürsünüz. Parasını ödediğinizi varsayıyorum tabii. Hırsızlık suçtur, hatırlatmama gerek yok.
Bir elbise almak için mesela 12 elbise denemek nasıl "12 elbiselik bir alışveriş" değilse, gerçek aşkı bulana kadar denemelere girişmek de aşk sayılmaz.
Gerçi bu tür arayışların sonucunda üzerinize tam oturan bir elbiseyi bulmadığınız da olur.
Onca para ödediği ve beğenerek satın alıp eve getirdiği giysiyi giydikten sonra eşine dönüp "bu yakıştı mı" diye soran kadınların varlığından haberdarsınız umarım.
Tıpkı onca denemeye rağmen gerçek aşkı bulamayanlar gibi!
Erich Fromm, Sevme Sanatı isimli eserinde "tüm kültürümüzün satın alma iştahına bağlı olmasının" aşk ilişkisinde de böyle bir çarpılmaya yol açtığını yazıyor. Bilge Berze, "Yüzümde Çarpık Bir Gülümseme" isimli romanının sonuna bir "son söz" yazmış. Bu alıntı oradan:
"Ancak annemin ölümüyle İstanbul'da geçici bir süreliğine de olsa yaşamaya karar verdiğimden beri fark ettiğim şey şu: Türkiye'de özellikle de belli sosyokültürel düzeye gelmiş kadınlar cinselliği, aynı erkekle değil de başka bir insanla deneyimlemek istediklerinde âşık olmaları gerektiğini düşünüyorlar.
Ve çok büyük anlam yükledikleri aşka ve âşık olduklarını sandıkları kişilere sımsıkı sarılıyorlar. Bir yerde esaret başlıyor. Oysa erkekler için durum biraz daha farklı. Çoğu erkek, yaşadığı cinselliğe çok büyük anlam atfetmeden bunun tadını çıkarabiliyor. Oysa kadın, ruhsallıktan yola çıkarak işi ilahi aşka kadar götürebilecek sanal bir gerçeklik yaratıyor kendine."
Bundan sonra gazetelerde yayımlanan "aşk haberlerini" okurken kulağınızda bulunsun diye aktardım. Her ilişki aşk değildir ve bir ilişkiyi toplum gözünde meşrulaştırmak için "aşk" klişesini ona yapıştırmak gerekmez.
Biran Damla Yılmaz ve Doğuş Özdemiroğlu'na özellikle söylemek istediğim şey şudur: Bu yazı, biten ilişkiniz üzerinden ukalalık yapmak gibi görünüyor olabilir ama niyetim sizleri kırmak ya da eleştirmek değil.
Terentius'un binlerce yıl önceden buyurduğu gibi: Homo sum, humani nihil a me alienum puto! İnsanım, insanca olan hiçbir şey bana yabancı değildir.
Yıllar sonra bu ilişkinin iyi giden yönlerini, dudağınızın kenarında belli belirsiz bir Mona Lisa tebessümü ile hatırlayacaksınız.
İnsan hafızası zaman içinde kötü duyguları siler; sadece iyi anıları saklar, onları hatırlarsınız.
Sevip de kaybetmek, hiç sevmemiş olmaktan çok ama çok daha iyi bir duygudur, bana inanın.
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir? Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya’da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi’nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü’nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara’da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi’nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş’e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu’nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları’nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları’nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet’e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu’nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık’ın 1 Numara Yayıncılık’a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30’u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu’nun CEO’luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018’den itibaren T24’te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı”, “Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma”, “Aşktan Sonra Hayat Var Mı”, “Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür” isimli kitapları yayımlandı. “Aşk Herşeyi Affeder mi” isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. “Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci” olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |