"Popüler kültür sosyoloğu" Ertuğrul Özkök'ün olay yerinden bildirdiğine göre bütün dünya nefesini tutmuş ABD seçiminin sonucunu beklerken, Türkler, Sadakatsiz isimli diziye kitlenmişler.
Dizi AB ve ABC gruplarında gecenin birincisi olmuş, 12 reyting, 27 share, 4 milyon sosyal medya paylaşımı almış.
Bu haberi okuyunca "ne içindeyim bu dünyanın, ne de büsbütün dışında" diye mırıldandım.
ABD Başkan seçiminin sonucunu hiç merak etmedim mesela.
Memleketimin güzel insanları açısından seçilen kişinin Ali Veli olmasıyla, Veli Ali olması arasında bir fark olmayacak, bunu biliyorum.
Memleketimin çirkin insanlarının başına bu seçim nasıl çoraplar örecek; gerçekten hiç umurumda değil.
Öte yandan Sadakatsiz'i de izlemedim. Ancak bütün olacakları en başından biliyordum. Yani "Güneşin, Akrep burcuna yapacağı ziyaretin standart olmadığının ve bu işin sakin bir şekilde sonuçlanmayacağının" farkındaydım.
Neden derseniz "güneş su burcuna geçmiş" bulunuyor, astrolog Zeynep Turan, gazetedeki köşesinde bizi bunun için uyarmıştı.
Nitekim uyardığı gibi de oldu, adam karısını aldatınca, karısı da adamı aldattı.
Memleketimizin önemli bölümünün bu hikâyede ne bulduğunu merak ediyorum.
Çünkü ilk kez izlenilen, okunulan türden, yepyeni bir öykü değil, zaten Romalıların söylediği gibi "güneşin altında yeni bir şey yok"!
Acaba bunun nedeni dizinin RTÜK zincirlerini biraz zorluyor olması olabilir mi?
Malum, RTÜK sayesinde bizim dizilerde kahramanlar sigara, içki içmiyorlar. Hepsi aseksüel. Çocukları da muhtemelen leylekler getiriyor. Yatağa girecekleri zaman da babaannelerinin çeyiz sandığından çıkma pijamalar, gecelikler içindeler.
Bir diğer neden de kendi konfor ortamlarında, çekirdek çitler, soyulup dilimlenmiş elmaları yerlerken ekrandaki kahramanla özdeşleşip, kimseye zararı dokunmayacak ama bu yüzden gerçek de olamayacak maceralara yelken açmaları da olabilir tabii.
Bu dizinin dikkatimi çekmesine neden olan şey ise dizide eşini aldatan adam olan Volkan Bey'in, kendisine "iki kadından birisini seç" diyen arkadaşına şu yanıtı vermesiydi:
"Ben ikisini de seviyorum. İnsan aynı anda iki kadını neden sevemesin?"
Hürriyet muhabiri Fulya Soybaş da buradan yola çıkarak "bir kalpte iki aşk olabilir mi" sorusunu Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği Genel Başkanı ve psikoterapit Dr. Cem Keçe'ye sormuş, aldığı yanıt şu:
"Elbette. Hatta fazlası bile olabilir. Çünkü bu insanın doğasında var."
Sanıyorum ortada kavramları yanlış tanımlamaktan kaynaklanan bir kargaşa var.
Ve bu kargaşa "birisine tutku ile bağlanmak" diye tanımlayacağımız "aşk" ile "cinsel istek" diye tanımlayabileceğimiz duygunun birbirine karıştırılmasından ileri geliyor.
Doktor bey kusura bakmasın ama insanın doğasında olan şey "çok eşlilik" olabilir belki ama "çoklu aşk" değildir.
Bu konuda Ortega y Gasset'e bir gönderme yapmak isterim:
"Bir erkeği başka kadınların cinsel çekimlerinden koruyacak tek şey, bir kadına aşk ile bağlı olmaktır."
Bir erkek, bir kadına gerçekten aşık ise, çevredeki diğer kadınları fark etmez. Onlardan gelecek gizli-açık davetleri anlayamaz.
Çünkü bütün benliğiyle aklı o çok özel bir tek kadına kaymıştır, ilgisi sadece ona yöneliktir. Bonn Üniversitesi'nden Dr. Rene Hurlemann, iki grup erkek üzerinde bir araştırma yapmış.
Bir sprey ile oksitosin hormonu verilen erkeklerin, çevrelerindeki kadınlara ilgi duymadıklarını tespit etmiş. Denek olarak kullanılan erkekler önce ikiye ayrılmış. Yarısına oksitosin verilmiş, diğer yarısına verilmemiş.
Sonuç: Oksitosin hormonu alan erkekler, hormonu almayan erkeklere oranla kadınlardan daha uzakta durmuşlar, kadınlara yılışmamışlar, aşırı ilgi göstermemişler. Bilimsel araştırmalar aşkı etkileyen dört ayrı hormon tanımlıyor.
Kuzey Carolina Üniversitesi'nden profesör Kathleen Light, deney hayvanları üzerinde yaptığı bir çalışmada damarlarına "oksitosin" zerk edilen kobayların, birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını tespit etmişti. Oksitosin vermeyi kestiğinde de bir süre önce burun buruna koklaşan kobaylar, dönüp birbirlerine bakmıyorlarmış bile. Bonn Üniversitesi'ndeki araştırma, bunun insanlar üzerinde de benzer bir sonuç yarattığını ortaya koyuyor. Yani arkadaşlar iş oksitosinde.
Ve brokoli, passionfruit, ejder meyvesi, kinoa filan yiyerek oksitosin düzeyinizi arttıramıyorsunuz.
Hipofiz beziniz, isterse bunu üretiyor, istemezse üretmiyor.
New Jersey'deki Rutgers Üniversitesi profesörlerinden Helen Fisher de "oksitosin" salgılanmasının ancak "yakın temas" ile mümkün olabileceğini söylüyor. Sürekli el ele gezen, birbirine sarılarak uyuyan, öpüşüp duran, kimseye çaktırmadan sevgilisinin poposunu çimdikleyen karakterlerde oksitosin düzeyi artıyor.
Yatakları ayırdıysanız, eşinizi istemeye istemeye lütfen öpmek durumundaysanız, oksitosin düzeyiniz düşüyor. Bu arada testosteron düzeyiniz de yüksekse dizideki Volkan'a benziyor ve o aptalca soruyu soruyorsunuz: "Bir erkek iki kadını birden niye sevemesin?"
Aptalca çünkü aşıksanız, başkalarının cinsel çekiciliklerini göremezsiniz, farkına bile varamazsınız.
Bir gerçek aşk ilişkisinde "ihanet" mümkün değildir.
İhanet varsa, ortada aşk yoktur.
O zaman "niye iki kadın da on-yirmi kadın değil" sorusu içsel tutarlılığı daha yüksek bir soru olarak ortaya çıkar.
Amaç, skor ise niye azla yetinesiniz?
Biraz uzattım, farkındayım ama laf bitmedi, ne yapayım?
"Toplumsal hayvan" olan insan, günlük yaşamında kendine özel bir alanın da sahibidir. Ve kendine ait o alanda yalnızdır.
O yalnızlık alanınızı birisine açabiliyorsanız işte o kişi aşık olduğunuz insandır. Seviştiğiniz ve sizde sadece cinsel çekim uyandıran insan değil.
Hem başkalarıyla sevişmek isteyip, hem de evdeki düzeninden vazgeçmek istemeyenlere ise Roland Barthes'in tanımıyla "sistemato" diyoruz ki dizideki Volkan Bey, tipik bir sistematodur.
Düzen, "sistematoların" kalesidir, içine saklanırlar, arada bir dışarı çıktıkları da olur ama dönüp dolaşıp, kurulu düzenlerinin huzuru içine çekilirler.
"Sistematolar" kendilerine bir yaşam çerçevesi kurarlar.
Hayatlarındaki herkesin ve her şeyin bu yapı içinde tarif edilmiş iyi kötü bir yeri vardır.
Barthes bu 'yapılarda' mutluluk olmadığından hiç kuşku duymaz.
Ama her yapının da aynı zamanda 'oturulabilir' olduğunu kabul eder.
Şöyle yazıyor:
"Beni mutlu etmeyen yerde de pekâlâ oturabilirim; hem yakınıp, hem sürdürebilirim; katlandığım yapının anlamını yadsıyabilir ve kimi gündelik parçalarının (alışkanlıklar, ufak tefek hazlar, küçük güvenlikler, çekilebilir şeyler, geçici gerilimler) içinden fazla tiksinmeden geçebilirim. (Hatta) bundan haz bile alabilirim." (Bir Aşk Söyleminden Parçalar, Çeviren: Tahsin Yücel, Metis Yayınları.)