Erdoğan rejiminin, mesleğini çaldığı gazetecilerden biri de Ayşe Özyılmazel.
Kelimenin gerçek anlamıyla bebekliğinden beri tanırım.
Günaydın'da günlük hayatımızla ilgili yazıları ile hatırlarsınız.
Geçtiğimiz hafta sonu yazdığım "Hayatının Aşkı Üzerine" başlıklı yazım ile ilgili olarak Ayşe ile telefonda sohbet ettik.
Ve ricam üzerine, aşağıdaki yazıyı yazdı.
Bugün bu "köşe" Ayşe Özyılmazel'e ait, buyurun, birlikte okuyalım:
"Kadınların yaşı sorulmaz!" klişesini hemen şurada çöpe atıp konuya girmek istiyorum. Hayır yani, konuya gireceğim ama birkaç kelam da şu yaş meselesine etmeden geçersem içim cızlayacak. Kadınların yaşı niçin sorulmuyormuş efendim? Bu da basbayağı cinsiyetçi bir yaklaşımdır. Ne yani yaş aldıkça bundan utanmalı ve bunu saklamalı mıyız? Oysa yaşla kıvamlanıyor kadın, neyse... devam.
Bu girizgahın sebebi 40 yaşında olmam. Neee 40 mı? Evet 40.
Son günlerde bolca kendimle kaldığım için, kırk yaşının bana verdiği etkiyle aşkla ilgili uzun uzun düşünmekteyim.
Ki ortalıkta aşk meşk göremezken "Amaan Ayşe, ortalık senin çevren değil" diyenlere cevabım cillop gibi: Siz hiç sosyal medyaya alıcı gözüyle baktınız mı?"
Değerli fikirlerimde sabitlenmemek için farklı yaş grubu ve kültürlerden kişilerle görüştüğümü, neredeyse Güzin Abla misali takipçilerimden aşk üzerine gelen e-mail ve direkt mesajlardan da biliyorum; hepimize bir şeyler oldu, hızla bir yöne doğru savrulduk ve aşk bize yetişemedi. Biz gittik Mersin'e, aşk tam tersine. Olay budur.
Üşenmeyen son dönemdeki popüler şarkılara, dizilere, filmlere baksın. Romantik komedi filmlerine ne oldu sahi? Aaa! Yoksa izlenmiyor mu? Çok şaşırdım.
Hadi itiraf edeyim; hayatımın büyük bir kısmını aşk acısı çekerek geçirdim. Aşk benim için suydu, ekmekti, ilaçtı, yaraydı, erilemeyen vuslattı adeta.
Yenildim, bir daha yenildim, daha iyi yenildim. Çamaşır makinasında beyazların arasına kazara karışmış pembe tek çorap gibiydi aşk. Hayatımda ne varsa kendi rengine boyadı.
Çokça okudum, yazdım, şairlere, şarkılara, filmlere sordum aşkı. Allah başka dert vermesin elbet ama aşk acısı da çekilecek acı değil. Kendinle öyle bir hesaplaştırıyor ki seni ve bu hesaplaşmaya ulaşabilmen o kadar uzun zaman alıyor ki... Gerçeklikten kopmanın en kestirme yolu da aşk, öyle bir şuursuzluk, öyle bir hayal alemi. Güzel, güzel, ben aşka hiçbir zaman kötü demedim ki! Belki şimdi "O kadar da elzem değil" diyebilirim.
"Savaşta aşk patlar, insanlar ölüm kalım arasında aşka sığınır, yaşadıklarını ispat etmeye çalışır gibi sevişirler" derlerdi... Bakın Covid - 19 günlerine. Evlilikler, ilişkiler çatırdadı, en iyi anlaşan çiftlere bile birbirilerinden gına geldi. Boşanmalar patladı. Hani kişisel gelişim dünyasının savunduğu bireysellik, kendicilik tavan yaptı. Esasen olan şuydu; bireysellikle bencillik karıştırıldı.
Hayatımın aşkı kimdi? Mehmet Y. Yılmaz'ın cumartesi yazısını okuduktan sonra didikledim bu sorunun cevabını:
"En son yaşadığım ilişki mi?"
"İlk ilişkim mi?"
"Nehirler kadar gözyaşı döktüğüm mü?"
"Bana şarkılar yazdıran mı?"
Bilmiyorum, yorgunum, belki de hiçbiri. Belki de yok öyle biri. Belki de son nefesimde gözümün önünden geçecek kendisi.
Diyelim şarkı yazmaktan söz edeceksek, ne zaman bir "aşk acısı" çeksem ya da çektiğime inansam, o acıya dair şarkı yazdığımda acım uçup gitmiştir de şarkının hürmetine çaktırmamışımdır.
Son ilişkimi düşünsem; aşk değildi ki... İlişmekti. Birbirimizi beğenip, yan yana fotoğraf çektirince güzel görüneceğimizi düşünmüştük, ben de beni aldatan eski sevgilime "Neyi kaybettiğini gör" atağı çekmiştim galiba.
Ya gece gündüz ağladığım adamlar? Yokluğunda nefes alamadığım, kokusunun Azrail gibi burnuma olur olmaz yerlerde gelip yaşama dair umudumu tükettiği adamlar...
Bakıyorum şimdi, biraz sert olacak ama pek de anlam ifade etmiyorlar. Yolunu gözlediğim kimse yok.
İçimi hâlâ sekiz sene sonra bile sızlatan bir kişi var ama, zaman zaman. Peki o hayatımın aşkı mıydı? Yoo değildi, sızının sebebi aşkın kursağımda kalmasıydı; kavuşamamak.
Zaten kavuşamayınca aşk olmuyor mu?
Dur dedim en iyisi Google'a sorayım; "Hayatının aşkı", enter!
Aldı mı beni bir gülme. Testler yapıyorlar; "Hayatının aşkı bakalım ne zaman karşına çıkacak". Test de şöyle: En sevdiğin yemek: Mantı. Sevgilin kankanla çok samimi olursa ne yaparsın?: N'apıcam, e iyi. Böyle saçma soruları cevaplayıp hayatını aşkının geliş tarihini öğreniyorsun: Mayıs 2025!...
Bir de "Hayatının Aşkını Bulmadan Önce Yapman Gerekenler" çıktı karşıma. Önce o biricik kendiciğimizi sevecekmişiz (bi bitmedi bu kendini sevme dramı), sosyal olacakmışız, doğru zamanı bekleyecekmişiz falan filan...
Sanki aşk doğru zamanı kollarmış gibi.
Hayatının aşkı filmlerdeki gibiyse; yani birlikte birçok zorluğu aşıp yine de el ele olduğumuz, birbirimizi büyüttüğümüz, değiştirdiğimiz ve sevişmekten asla bıkmadığımız kişiyse, muhtemelen günümüz dünyasında asla öyle biri olmayacak. Kardeşe / kankaya bağlayıp canımız başkalarıyla sevişmek isteyecek ve biz bunu itiraf edemeyip sinir küpüne döneceğiz.
Hayatımızın aşkı aynı zamanda hayatımızın dönüm noktasıysa; maalesef tecrübelerime dayanarak bunu da onaylayamayacağım. Hayatımı alt üst eden adamlara "hayatımın imtihanı", "hayatımın şoku", "hayatımın aldatmacası" demek daha doğru geliyor.
Ve şimdi uzun zamandır evde kalıp, bütün gündelik hallerden uzak kalınca aşka harcadığım zamanın büyük bir kısmı ağzımda "israf" tadı bırakıyor.
İlişkilerimle çok şey öğrendim mi? Evet. Oldukça değiştim mi? Evet. Ama bütün bunları yaşamasaydım, zamanımı bambaşka ve faydalı güzelliklere, öğrenimlere, alışkanlıklara harcayabilir ve bugün giden zamanı geri almayı böylesine istemeyebilirdim.
* * *
Ne yapalım, "Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk", gençliğiyiz biz. "Gitme dur daha şimdiden deliler gibi özledim" derken Sezen, gözyaşları sel olan gençliğiz. "Allah'ım hayırlısı değilse de ver" aşıklarıyız... –dık.
Bugünkü sosyal medya dünyasında böyle bir aşk yok, olmayacak, olamayacak. 15 saniyelik Instagram hikâyelerini iki saniye izleyip geçiyoruz artık. Aşık olmak değil, beğenilmek ama çok beğenilmek istiyoruz. Olduğumuzdan mutlu, güzel, eğlenceli, genç görünmek için çırpınıyoruz. Çakma arzu nesnecikleri olarak parmağımızla aşağı kaydırıveriyoruz herkesi. Tanımayı, tanışmayı, özlemeyi, hayal kurmayı, beklemeyi, çabalamayı istemiyoruz aşk için.
Yanımıza yakışıp beğeni toplayabileceğimiz, Instagram fotoğrafı çektireceğimiz yerlere gideceğimiz, en güzel fotoğrafımızı çeken kişiye ilişmek istiyoruz. Yürümedi mi? Sayfayı yenile.
Herkes kendi evinde, kumandası, Netflix'i, cep telefonuyla mutluyken; "Hayatımın aşkı kim?" sorusunu sormak akılların ucuna bile gelmiyor.
Bizim nesil belki fazlasıyla yorgun bu konuda, kırık, yersiz, bıkkın, güvensiz daha da üzücüsü; umutsuz.
Baksanıza aşka yıllarını adamış, aşkı nefesi sanmış ben bile şimdi "Belki de aşk lazım değildir, sıcacık bir el yeter, kimse ölmez aşktan maşktan, öyle gelir, öyle gelir" şarkısını söylüyorum.
Şarkı kimin mi? İnanmazsınız ama Sezen Aksu'nun, Sertab Erener yeni albümünde söylüyor... Eh Aşk Reis öyle diyorsa, yüzde yüz vardır bir bildiği.
Hayatının aşkını aramış, bulduğunu sanmış, belki bulmuş, kaybetmiş ve bunu çok merak etmiş son nesil biziz galiba...
Not: Tüm bu yazıya rağmen, aşk gelirse "Hayır" demeyeceğim de kayıtlara geçsin. Uslanmıyor bu, n'apalım.