"Şey" dedim; nasıl tanımlamam gerektiğini tam olarak çıkartamadığım için.
Şiir desem şiir değil, nesir desem nesir sayılmaz.
Şarkı sözü olabilir diye düşünmedim de değil ama henüz bestelenmiş olmadığı için şarkı sözü de diyemiyorum, kusura bakmayın.
Şimdi devamlı okuyucular arasında "sen de Sıla'ya mı taktın birader" diye söylenenler olabilir tabii.
Buna "takıntılı olmak" denilebilir mi, emin değilim.
Sonuç olarak sanal aleme manalı manalı sözleri salıveren ben değilim, Sıla Hanım.
Benimkisi olsa olsa profesyonel deformasyon sayılabilir, sıradan olmayan şeyler dikkatimi çekiyor.
Algıda seçicilik de diyebiliriz sanırım.
Önce buyurun, Sıla'nın Instagram "şeyini" okuyalım:
"O tuttuğun elim değil, kalbim.Eğildikçe değdim içime.Geçen zamanın ardından baktım.Hanın kapılarını kapattım.Buralara varana dekYel de esti, kasırga da vurduSen olursan bir kırk yıl daha deviririm gibi bir cesaret var şimdi içimde.O baktığın gözüm değil, kalbimVe sen bana bu hayatın armağanısın.40 sene bekledim.Şükranla…Doğum günüm kutlu olsun."
Endişe etmeyin, konumuz "eğildikçe değdim içime" şeklindeki "mısra" değil.
Baksanıza Sıla, doğumunun üzerinden geçen 40 yıl ve daha önce "aşk" sandığı bazı ilişkilerinden sonra ilk kez aşkı yakaladığını fark etmiş.
Bu durum magazin yazarları dünyasında ciddi olarak eleştiriliyor.
Sıla daha önce de filanca için şunu demiş, falanca için böyle yazmış, fişmekan için şarkı yapmış gibisinden.
Çocukluğumdan beri filmlerde Kızılderilileri tutarım.
Kim bilir belki de bilim dünyası tarafından henüz tanımlanmamış bir "solcu geni" yüzünden kim eziliyorsa, kim kaybediyorsa gönlüm oraya doğru kayar.
Onun için Sıla'yı magazin eleştirmenlerine yedirmeyeceğim.
Yaratmaya çalıştıkları "maymun iştahlı Sıla" imajı doğru değil, bu hepimizin ortak meselesi.
Yoksa "çıkmazı" mı deseydim?
* * *
Tolstoy, günlüğüne şöyle bir not düşmüş: "İnsanların aşk dedikleri şeyi bilmiyorum. Aşk, şimdiye kadar okuduklarım ve duyduklarım gibiyse, ben aşkı hiç tatmadım."
Toprağı bol olsun, kendisi büyük bir yazar olmakla beraber kişisel hayatında pek de tutarlı bir insan değildi.
Aynı günlüklerin bir yerinde şöyle bir not da var: "Onu bir an gördüm. Tanrım, ne çekici, ne güzel! Hayatımda hiç duymadığım bir aşkla tutkunum ona. Ondan başka şey düşünemiyor, ıstırap çekiyorum."
Adam edebiyat tarihinin en muhteşem aşk kadınını, Anna Karenina'yı yaratmış ama kendi kişisel hayatında "aşkı hiç tatmamak" ile "aşk için ıstırap çekmek" arasında kalmış.
Ajda'nın özlü deyişiyle "extrem tenakuzlar" yaşamış!
Aşk, böyle gel–gitlerin sıkça yaşandığı bir insanlık durumu.
Aşık olan da ıstırap çekiyor, aşkına karşılık bulamayan da.
Simone De Beauvoir'a göre seven erkek, sevdiği kadına sahip olarak onu kendi varlığına katıyor.
Kadın ise kaderini "teslim olmakta" buluyor.
Ama kadın gerçekten sevildiğine inanmazsa da kendisini tam olarak teslim etmiyor.
Şöyle yazmış: "Erkeğe gelince, bir kadını seviyorsa, ondan istediği o sevgidir, ama kadından beklediği bu duyguyu kendisi için varsaymaktan uzaktır. Aynı şartsız teslimi arzulayan erkekler çıksa da, bence bunlara erkek denemez."
Sanıyorum esas sorun da bundan kaynaklanıyor. Aşkın eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu bu.
"Kadın Beyni" isimli kitabı ülkemizde de yayımlanan nöropskiyatrist Dr. Louann Brizendine, romantik aşk durumunun sevgiliyi kaybetme ya da terk edilme duygusuyla yeniden tetikleneceğini yazıyor. Şöyle diyor: "Terk edilmek aslında hem kadınlarda, hem de erkeklerde beyin devrelerindeki aşk tutkusu tepkimesinin derecesini yükseltir. Beynin bu kısmı umutsuzca, aç biçimde sevgiliyi arar."
Bunun sorumlusunun kim olduğunu merak ediyorsanız, adı "anterior cingulate cortex". Beynin endişe ve eleştirel yargıyla ilgili kısmı yani! Beynimizin bu bölümü, sevgiliyi kaybetmek üzerine olumsuz düşünceler geliştirdikçe de sevgiliye yönelik olarak acı dolu bir arayış ya da bekleyiş başlıyormuş.
Dr. Brizendine, aşk acısının kadınlarda depresyona neden olduğunu, yemeden içmeden kesilme, ağlama nöbetleri, uyku azalması, çalışamama, bir şeye konsantre olamama sonuçlarını yarattığını söylüyor.
Erkekler ise hayattan vazgeçmek gibi bir ruh durumuna giriyorlarmış.
Doktor hanımın tezine göre bütün bunları aşmanın bir tek yolu var, o da beynimizin yeniden dopamin ve oksitosin salgılamasını sağlamak!
Bunu sağlayacak şey de çiviyi sökecek yeni bir çivi bulmak!
Sonuç olarak magazin eleştirmenlerine şunu söylemek istiyorum: Aşk acısı insanın duyarlılığını artırır ki Sıla'nın geçmiş acı deneyimlerinin ardından böylesine tutku dolu bir aşka düşmesinde şaşılacak bir durum yok.
Ne güzel bir şey.
Nazar etmeyin ne olur, çabalarsanız sizin de olur!
Neden bazılarını sevip bazılarını sevmeyiz?
İşimin bir sonucu olarak çok sayıda insanın benimle ilgili fikri var.
Beni hiç tanımıyorlar. Oturup iki kelime konuşmuş değiliz.
İnsan birbirini yolculukta tanır derler, birlikte seyahate filan da çıkmadık.
Ama benimle ilgili kanaatleri var ve bu kanaatlerine dayanarak bazıları beni seviyor, bazıları sevmiyor.
Nefret edenler olduğunu da gelen e- postalardan biliyorum.
Buna hep hayret etmişimdir. Niye bazı insanlar beni seviyorlar da bazıları hiç sevmiyor.
Ben onlara ne yaptım, iyiliğim mi dokundu, kötülüğümü mü gördüler?
Bunun yazılarımda savunduğum fikirlerle filan alakası olduğunu da zannetmiyorum.
Bazı insanlar için bunun rolü de olabilir elbette, ancak derdim ideolojik yaklaşımlarla ilgili fikir sahibi olanlar değil.
Bunu yazıyorum ama aynı durum benim için de geçerli.
Bazı insanları nedensiz olarak seviyorum; hiç tanışmadığım, göz göze gelmediğim insanlar.
Bazı insanlardan da hiç hazzetmiyorum, yine aynı şekilde, hiç tanımadan.
Bazı insanlar için ise hiç bir duygum olmadığını fark ediyorum. Bir şey hissetmiyorum onlar için, sevgi, nefret, hayır, hiç bir duygum yok.
Sevdiklerimi neden sevdiğime rasyonel bir açıklama bulamıyorum. Ya da tersi; bana hiçbir zararı dokunmamış, hatta yakından bile tanımadığım bazı insanları neden sevmediğimi de rasyonel olarak açıklayamıyorum.
Mesela Kurt Russel'ı sevmiyorum ama Coldplay'in esas oğlanı Chris Martin'i seviyorum. Ne kadar saçma!
Hiç kuşkum yok ki sizler de benim gibisiniz.
Hiç bir fikre sahip olmadığınız insanlarla ilgili duygularınız var, seviyorsunuz ya da nefret ediyorsunuz.
Geçen hafta sorduğum sorunun yanıtını düşünüyorum: Neden bazı insanları sevmeyiz de, bazı insanları severiz?
Şimdi tutup radyoların genç dj'leri gibi herkesi sevdiğinizden, kucakladığınızdan filan söz etmeyin bana, size karşı duygularımı değiştirmek zorunda kalmayayım.
"Ben insanları severim" önermesinin büyük bir riyakarlık olduğunu düşünürüm.
Bütün insanları sevdiğini iddia etmek çok gerçekçi bir iddia olmaz, hepimiz adına konuşuyorum.
Yakından tanıdığımız, dost ya da sevgili olduğumuz insanları neden sevdiğimize ilişkin rasyonel açıklamalar yapabiliriz.
Gerçi bu durumda da sevgimizin nedeni olarak açıkladığımız şeylerin ne kadarının ‘sebep' ne kadarının ‘sonuç' olduğunu da sabaha kadar tartışabiliriz ama olsun, birbirini tanıyan insanların birbirleriyle ilgili yargılarına her zaman bir açıklama bulunabilir.
Ben hiç tanımadığımız, karşılaşmadığımız, sadece varlığından haberdar olduğumuz bazı insanları neden sevip bazılarını neden sevmediğimize takmış bulunuyorum.
Esasen sevgi dediğimiz duygunun çoğu zaman (her zaman değil) bir nedenden kaynaklanmadığına inanıyorum. Sevgi, karşımızdaki insanlara "bağışladığımız" bir duygu, bir "armağan".
Bu yüzden tek taraflı ve bu yüzden bunu hiç tanımadığımız insanlara da bahşedebiliyoruz ya da bazılarından kıskançlıkla saklıyoruz.
Her şey sadece beynimizin içinde başlıyor ve orada bitiyor.
O artık nasıl bir kimya ise ilgi alanımıza giren herkesi hızla test ediyor ve yargısını sinir uçlarımıza emir olarak yolluyor.
Bu noktada artık "benlik" ile ilgilenmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Eski dostumuz Ortega y Gasset, yaşamdaki bazı durumların insanın farkına varmasına bile fırsat vermeden, kişiliğinin özünü, gerçek yaradılışını ortaya koyduğunu söylüyor.
Bu "bazı durumlardan" biri ve belki de en önemlisi sevgi.
Onun için bazı insanları severken, bazıları sevmiyoruz ama gördüğünüz gibi bu cümle de hiç bir şeyi açıklamıyor.
Zaten bu sorunun tam yanıtını verebiliyor olsaydık, geçen hafta sözünü ettiğim "aşk robotlarını" üretmek de son derece kolay olacaktı.