İlker Kaleli ki kendisi hem poyraz olur hem de karayel, Sıla ile birlikte bir fotoğrafını sanal aleme salmış ve altına da şunu yazmış:
"Bazen biri gelirmiş, kalbin en kıymetli köşesine… Bilmediğim, canımdan can bir yere…"
Magazin dünyasında bu durum, ikilinin "aşklarını ilan ettikleri" anlamına geliyor.
Bu açıdan biz sıradan insanlar şanslı sayılırız.Birisine aşık olunca onu doğrudan muhatabına söylememiz yetiyor çünkü.
Ancak şöhret arttıkça önce zorlu bir bu aşkı gizleme – reddetme dönemi yaşanıyor ve sonunda sosyal medyadan aşk ilan ediliyor.
Bu sürecin kendine özgü bir matematiği var yani.
"İlişkiyi reddet – kabul et – ilan et – ayrıl – ayrıldığını ilan et" şeklinde ilerliyor ki nazarım değmesin, dilerim ki İlker Bey kardeşimiz ile dünya ahret bacım olsun Sıla Hanım kardeşimiz bu döngüyü "ilan et" bölümünde kırsınlar, kerevetlerine de biz çıkalım.
Tabii böyle mesajları yanıtsız bırakmak da olmuyor.
Yanıt verilmezse bu tek taraflı bir aşka / ilişki özlemine tekabül eder; onun için Sıla Hanım da yanıtı fotoğrafın altına yapıştırmış:
"Diyecek afili söz çok, fakat söze ne hacet. Konu sen olunca afili olan kalbim. Şu canımın canısın…"
Bu cümlelerin içinde "afili" kelimesi ne arıyor diye merak etmedim değil. Benim bildiğim "afili" gösterişli – çalımlı davranışlar için kullanılır.
Tabii benimki mesleki deformasyon sayılmalı, yoksa bize ne iki sevgilinin birbirlerine hitap ederken hangi kelimeleri tercih ettiklerinden.
Meslektaşım Sonat Bahar da benim gibi "takık" ancak o "canımın canı" ayrıntısına takılmış.
Meğerse Sıla bu "canımın canı" kalıbını daha önce de kullanıyormuş. Zaten ben de bu ikili yazışmayı Sonat’ın yazısından öğrendim.
Tabii burada ihmal ettiğim bir şey var ki o da bu tür yazışmaların sadece yazışan iki kişiye tam olarak anlam ifade edebiliyor olmasıdır.
İçinizden her hangi birinin cep telefonunu ele geçirip, mesajlarını buraya yazsam bunları herkesin "tuhaf" bulacağına iddiaya girerim.
Telefonumdaki mesajları yazsam, siz de benim için öyle düşünürsünüz. Çünkü aşk esasen iki kişilik bir "delilik" sayılır ve iki delinin kendi aralarındaki konuşmaları, kendini akıllı zanneden bizlere tuhaf gelir.
Tuhaf olmakla kalsa iyi. Güzel bir duyguyu ifade etmek için yazılmış bir mesaj bizde kahkahalarla gülme isteği bile uyandırabilir.
Birbirine aşık iki kişinin, dünyanın gerçeklerinden kopup, kendileri için yeni bir gerçeklik yaratmaları durumuna "ikili delilik" diyoruz, folie a deux!
Bu durumda "olaylar" kapalı bir oda içinde cereyan ediyor gibidir.
Dışarda olup bitenler, o odanın içini etkilemez.
Tamamen özel bir alandır ve o alan içinde kendilerini ifade ediş biçimleri, dışardan bakanlarda en azından o kişiler hakkında "tereddütler uyanmasına" yol açar.
Gerçek dünyadan kopma sonucunu yaratan bu "ikili içe dönüş", dış dünyaya sağırlığı da beraberinde getirir. Bu ilişki biçiminde bireyler sadece karşısındakinin ne söylediğini duyabilir.
Yapılan her şey, söylenen her söz karşısındakinin mutluluğu için yapılır, dışardan izleyenler için değil.
Aşkın ikili bir delilik durumu olduğundan söz ettim ama doğrusunu söylemem gerekirse bu deliliğin yarattığı bazı sonuçları da herkesle paylaşmak gerekmez.
İki değerli sanatçı İlker ve Sıla, kendileri için çok anlamlar ifade edebilecek bu güzel sözleri, yukarıda tarif ettiğim gibi "kamuya kapalı" bir alanda birbirlerine söyleyebilirlerdi.
Sözün eyleme dönüşebileceği bir ortamda gerçek anlamını kazanabileceğini de ekleyeyim.
Flörtü, kamuya açık bir alanda, deyim yerindeyse herkesin gözünün içine sokarak yapmak bende bir tür "reality show" izlenimi yaratıyor.
Türkçe nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum, "gerçeklik gösterisi" desem olur mu, bilemedim.
Ortega y Gasset, "Yaşamak, daha çok yaşamaktır; insanın kendi yürek atışlarını hızlandırma arzusudur. Yaşam böyle olmadığı zaman hastadır ve kendi ölçüleri içinde bir yaşam değildir" diye yazıyor.
Kendi yürek atışlarını hızlandırmak! Meselenin püf noktası esasen budur. Yürek atışlarımızı hızlandırıp, uzun süre o hızda tutabilmek flört ile başlar. Beğenildiğini ve arzulandığını hissetmek, erkek ya da kadın, insanın yaşam enerjisini yükseltir.
Flörtü küçümsemek, karşındakini küçümsemektir. Küçümsedikleri bir kadın ya da erkeğe, kim aşık olabilir ki?
Sıla Hanım ve İlker Bey’in yazışmalarını sanırım böyle okumak gerek.
"Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün de anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır."
Bu alıntı, Portekizli yazar Fernando Pessoa’dan.
Bir de şu sözünü not etmişim:
"Yaşamın gizli anlamı, yaşamın hiçbir gizli anlamı olmadığıdır."
Pessoa, ben doğmadan 21 yıl önce ölmüştü, ancak onunla oturup bir kahve içmişliğim var.
Lizbon’da, Praça Luis De Camoes’deki Cafe Brasileira’nın önündeki kaldırımda her gün oturup, kahvesini içerken gelip geçeni izlermiş.
O vakitler oturduğu masanın yerinde şimdi bir heykeli var.
Bir kahve masasının yanında bacak bacak üstüne atmış, önünde kahve fincanıyla oturuyor.
Benim gibi turistler de bir kahve söyleyip, o masada oturabiliyorlar.
Sabah çok erkenden kahvenin açılış saatini bekledim ki fotoğraf çektirmek için kuyruğa dizilen turist baskınına uğramadan, onunla baş başa bir kahve içeyim.
Kahvemi içtim ama benimle hiç konuşmadı.
Ben, kendi kendimle konuştum durdum.
Pessoa, kendisinden tamamen bağımsız hareket edebilen ve her biri ayrı bir dünya görüşüne sahip, kendilerine özgü üslupları olan bir dizi yazar yaratmıştı.
Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve Bernardo Soares; Pessoa’nın bu isimlerin arkasına saklandığı "mahlaslar" değil, kendilerine özgü kişilikleri olan "varlıklar" idi.
Birbirlerinden bağımsız tarzda eserler veren bu şairler birbirleriyle sert tartışmalar da yaparlardı.
Hatta Alvaro de Campos ile Alberto Caeiro arasındaki bir söz düellosunda Pessoa’nın gerçek gözyaşları bile döktüğü de biliniyor. Filmlerde gördüğümüz çoklu kişilik sendromuna benzer bir şey gibi sanki. Şöyle bir şiiri de var:
"Sayısız insan yaşar içimizde,
hissetsem de düşünsem de bilemem
kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
yalnızca sahneyim ben.
"Ruhsa, birden fazla var bende.
Ben’se benden daha fazlası.
Herkes kayıtsız oysa yaşadığım hayata:
Susturuyorum onları,
kendim konuşurken."
(Eren Arcan’ın Dipnot Kitap Kulübü’nün internet sitesinde Pessoa üzerine yazdığı yazıdan aktardım.) Alberto Caiero kişiliği bir gece yarısı doğar, Pessoa ona "Ustam" diyor.
Alvaro de Campos kişiliği tabiat âşığı, denizci ve biseksüeldir.
Ricardo Reis, sürgün, ateist, münzevi bir kişiliktir.
Alberto Caeiro, kent dışında yaşayan bir çoban.
Bernardo Soares ise bir muhasebecidir, denemeler ve şiirler yazar. Pessoa’nın hissetmekle kalmayıp bir de hayat verdiği kişiliklerinin benzerleri hepimizin içinde olmalı diye düşünüyorum, belli ki o bizim farkına varamadığımız bir şeyin farkına varabilmiş. Biz sıradan insanlar bize öğretildiği gibi yaşıyoruz.
Önceden tarif edilmiş görevlerimiz var.
Çocuk olarak, öğrenci olarak, yetişkin ve çalışan olarak neler yapabileceğimiz tanımlanmış.
Sevgili, eş, ebeveyn olarak neler yapmamız gerektiğini de biliyoruz.
Zaman zaman bize öğretilenlerle içsel çatışmalar yaşasak da kendimizi bunun dışına çıkarabilmemiz, başka insanlar olabilmemiz de mümkün olmuyor.
İnsan, kendisine soru sorabildiği ve bu sorulara tutarlı, geçerli yanıtlar verebildiği kadar kendisidir diye düşünürüm.
Onun ötesi bir tür rol yapmaktan ibarettir: Yaşıyormuş rolü yapmak!
Öğretilmiş davranışları, öğretildiği gibi tekrarlamak ve kendisine başkaları (artık buraya istediğinizi koyun: çevre, aile, iş yaşamı, düzen vs.) tarafından tanımlanan alanın dışına çıkmaya çaba gösterememek, insanın yaşamında düşebileceği en büyük tuzak.
Ve bu öğretilmiş görevlerimizi yerine getirirken farkına varmadan, kendi yakınlarımıza da "hayat biçimleri" tarif ediyor, onlardan buna uygun davranmalarını bekliyoruz. Bizden beklendiği gibi davranmak istemediğimiz zaman kaşlar çatılıyor, parmaklar sallanıyor!
Davranışlarımızın sorgulanmadan kabul edileceğini hayal ederken, burnumuzu kapanan bir kapıya çarpabiliyoruz. Yalnız kalmak ile tehdit ediliyoruz.
Kendimizi bir çileci gibi cezalandırmakta olduğumuzu bile fark etmeden, içimizdeki diğer kişilikleri baskı altına alıyor, kafalarını güneşe çıkarmalarına izin vermiyoruz.
Bizler için yaşam, bilinenler ve anlaşılanlar üzerinde direnmekten, hep o aynı günlük tekdüzelikten alınan ve tadını da tam çıkaramadığımız doyumdan oluşuyor!
Çoğumuzun aşkı da birbirine benziyor; çünkü ne yapacağımız, nasıl davranacağımız romanlar, filmler, şiirler, şarkılarla bize öğretiliyor.
Birden çok kişiliği içimizde barındırmakta olduğumuzu bile fark edemiyoruz.
Bunu fark edenlere de "deli" muamelesi yapmak bir genel kural.
Bütün mesele bir tek hayatın içine başka yaşamlar da sığdırabilip sığdıramayacağımız ile ilgili. Bize sığdıramayacağımız öğretiliyor.
Ama bakın Pessoa sığdırabilmiş işte, kimse de onu bir tımarhaneye kapatmamış.
Doğrusunu isterseniz kendimi Pessoa’ya daha yakın hissediyorum.
Sanki birçok kişilik var içimde ama dedim ya öğretilenlerin dışına da bir türlü çıkamıyorum!
Yunus Emre’yi anmadan bitiremezdim bu yazıyı:
Beni bende demen, bende değilim
Bir ben var bende benden içeru.