Televizyon dizisinde “Ferhat” ismiyle tanıdığınız oyuncu Ali Ersan Duru, geçen gün Günaydın gazetesine bir demeç verdi.
Tahmin edebileceğiniz gibi dizi ATV’de gösteriliyor. Çünkü gazetelerin magazin eklerinin bir görevi de gruba ait televizyon kanalında gösterilen diziler ile ilgili haberler yayınlayıp, izleyiciyi oraya çekmek.
Bunun doğru bir yol olmadığını söyleyeyim ama beni dinlemezler onu da biliyorum.
Ali Ersan Duru, bu söyleşide şöyle bir cümle de kurmuş:
“Destansı aşklar ne yazık ki artık metropollerde yaşanmıyor.”
Bu ifadenin mefhumu muhalifi sanırım şu olmalı: “Destansı aşklar artık sadece köylerde – kasabalarda yaşanıyor.”
“Destansı aşk” nasıl oluyor, tam bilemiyorum.
Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Mem ile Zin aşkları gibi “destanlara” konu olan aşklardan söz ediliyor sanırım.
***
Bütün bu destanların kahramanı olan kadınlardan bir tek Leyla’nın adının önde yazıldığı sizin de hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum?
Bu meselenin kafama takılması bundan üç yıl önce Atlas dergisine yazacağım bir yazı için Baku ve Gence’ye yaptığım bir yolculukla başladı.
Doğu şiirinin Firdevsi’den sonraki en büyük ismi olan Genceli Nizamettin’in (Nizamettin Gencevi) ayak izini sürmekti niyetim.
Bizim en büyük şairimiz Fuzuli de Nizami’yi üstat, kendisini öğrenci olarak tanımlamıştır.
Genceli, bütün Arap, İran ve Türk coğrafyasında değişik versiyonlarıyla bilinen basit Leyla ve Mecnun öyküsünü, kurgulayarak, başı sonu belli bir mesnevide yeniden hayata getiren şairdir.
Bunu yaptığında yıllardan 1188 idi, 831 yıl önce yani.
Fuzuli’nin de kendi mesnevisinde Nizami Gencevi’ye saygısının bir işareti olarak iki beyti aynen aktardığını, üç kez de Nizami’den söz ettiğini söyleyeyim.
Gence’ye yaptığım bu geziden beri yanıtını bulamadığım soru bu: Leyla’yı, Şirin, Aslı ve Zin’den ayıran neydi?
Bu öykülerin önce dilden dile aktarıldığı sonra ilk kez yazıya döküldüğü yıllarda kadınların isimlerinin, erkeklerden önce söylenmesi beklenen bir durum değildi.
Şimdi davetiyelerde filan ya da bir çiftten söz ediyorsak buna özel olarak dikkat ediliyor ama o yıllarda kadınlara yönelik böyle bir hassasiyet yoktu.
Merakımın nedeni bu.
***
Müge Anlı’nın iki programını izleyip, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine göz atan her “şehirli” aynı kanaate varıyor:
Memleketimizin köylerinde, kenar mahallelerinde oldukça serbest bir aşk yaşantısı var.
Bu yeni değil. Ben çocukken Gönül Yazar’ın söylediği bir Konya türküsünü hâlâ hatırlarım: Halime’yi samanlıkta bastılar / Aman bastılar, şip şak bastılar / Şalvarını gül dalına astılar.
Sanırım o yıllarda, “pastoral erotizm” bir fantezi olarak toplumumuzda yer etmişti.
Ajda Pekkan’ın “ben bir köylü kızıyım” şarkısı da o yıllarda pek sevilirdi.
Oysa toplumlar, bileşik kaplar gibidir.
Kaplardan birindeki suyun içeriği ile diğer bir kaptaki suyun içeriği aynıdır.
Onun için “köylerde kimin eli kimin cebinde belli değil” önermesi doğru ise, kentlerimiz için de geçerli olacaktır, buna kuşku duymayın.
Farklılık, sosyal sınıfların kaç – göç ve ahlak anlayışlarında yatar.
Ancak bir başka gerçek de var ki tarihsel olarak köyler, romantik aşkın doğuşuna beşiklik eden mekanlardı, bunu unutmayalım.
***
Bugün “romantik aşk” diye tanımladığımız duygunun, insanlık tarihi kadar eski olduğunu iddia edemiyoruz.
Erkekler ile kadınların ilişkileri, ilk atalarımız döneminde üreme temeli üzerinde şekillenmişti.
İnsanın, kendi yaşamı üzerine düşünmeye başlamasından önceki dönemde, yani felsefenin icadından önce, yaşanılan duyguyu tarif edecek kelimeler de büyük olasılıkla yoktu.
Dil, ihtiyaçlarla gelişir.
Duyguyu hissedemiyorsanız, o duygunun ne olduğunu tarif etmenize de gerek yoktur. Bunun için gerekli kelimelere de ihtiyacınız olmaz.
Günümüzden 5 bin ile 2 bin yıl öncesine tarihlenen Sahra resimlerinde çok sayıda cinsel birleşme sahnesi var. Kulübelerde sevişen çiftler, birçok değişik pozisyon içinde görülüyorlar.
Aşk da o günlerde ortaya çıkmış olmalı, nasıl isimlendirilmişti, bilemiyoruz.
Rhone Vadisi’nde bulunan mezarlar ise ilk kez neolitik dönem ile birlikte erkeklerin birden çok kadın ile birlikte olduğunu gösteriyor.
Artık tarım devrimi başlamış, avcı – toplayıcılar yerleşik düzene geçmiş, kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkiler de sıkı kurallara bağlanmaya başlamıştır.
Kadın kaçırma, tecavüz, kölelik gibi bugün utançla andığımız eylemlerin de o günlerde adım adım ilerlediği tahmin ediliyor.
Ondan sonrası evlilik kurumu ile birlikte, erotik duygunun sıkı sıkıya kontrolü insanlığın gündemine oturdu.
Filmlerde filan erotik orjinlerle anlatılan Roma dönemi ise Fransız eski çağlar uzmanı Prof. Dr. Paul Veyne’in deyişiyle “vakitsiz İslam düzeni” gibiydi.
Roma toplumu bugünün püriten topluluklarını kıskançlıktan çatlatacak kadar püriten bir ahlak anlayışına sahipti.
Orta Çağ’a gelindiğinde, “vahşi, şiddetli, ayıp tutku” anlamına gelen “amor” ile, “iyi, güzel aşk” karşılığı kullanılan “caritas” birbirinden farklı iki duyguyu tarif ediyordu.
Fransız Devrimi’ne ulaştığımızda da “aşk” hâlâ lanetliydi, “devrimin düşmanı” idi. Jakoben anlayış “iyi bir eş olmayan, iyi vatandaş olamaz” diyordu.
Jakobenler, kadınlardan hazzetmiyor, çekiniyorlardı “çünkü kadınlar, bir devrimin içinde olduklarını düşünmeden yaşayabiliyorlar”dı.
Kadınlara Antik Çağ’da vurulan “şeytan işbirlikçisi” damgası hala yürürlükteydi.
İnsanın evlendiği kadını ya da erkeği seviyor olmasının da iyi bir şey olabileceği fikri, ilk kez Rönesans ile birlikte, Avrupa köylerinde ortaya çıktı.
Köylüler, çıkar evliliği yapmanın onlara bir şey getirmediğinin farkına varmışlardı çünkü zaten evlilikle birlikte paylaşabilecekleri bir çıkarları da yoktu.
Acaba “günümüzde destansı aşkların köylerde yaşanabileceği” önermesinin gerisinde bilinçaltına yazılmış bu gerçek mi var?
***
Tabii işin aslı şu ki “eskisi gibi destansı aşklar” nostaljik bir duygu olmaktan öteye gidebilecek bir şey de değil.
Gerçek aşklar bana sorarsanız, şimdi, günümüzde birbirine eşit kadınlar ve erkekler arasında yaşanıyor.
Kadın – erkek eşitliği, aynı zamanda iki cins arasındaki duygunun da eşitlendiği anlamına geliyor.
Bu eşitlik aynı zamanda hayır demeyi, hoşa gitmeyeni reddetmeyi de sağlıyor.
Zorunluluk nedeniyle birisini tercih etmek ya da onun varlığına boyun eğmek değil artık aşk.
“Hayır” deme özgürlüğü, “evet” demeyi daha anlamlı kılıyor.
Günümüze getirilebilecek bir eleştiri varsa o da Dominique Simmonet’in deyişiyle “ölü vermeden savaşmak, yaralanmadan aşk yaşamak istiyor oluşumuz.”
Oysa aşk acısı çekmeden, kavuşmanın değerini bilebilir miydik?
Not: Bu yazıdaki tarihsel bilgileri Dominique Simmonet’in “Aşkın En Güzel Tarihi” isimli kitabından aktardım. (Çeviren: Saadet Özben. İş Bankası Kültür Yayınları.)