"Oyuncu Ezgi Eyüboğlu ile Seda Sayan'ın oğlu Oğulcan Engin'in ilişkisi bitti. Eyüboğlu, 1.2 milyon takipçisi bulunan Instagram hesabından Oğulcan Engin ile çekilmiş bütün fotoğraflarını kaldırdı."
Doğrusunu isterseniz olayın kahramanlarının isimlerini duymuşluğum var ama nasıl göründüklerini de yukarıda "flaşını" aktardığım bu habere eşlik eden fotoğraflarından öğrendim.
Kız güzel, oğlan yakışıklı. Dilerim bundan sonra mutlu olacakları insanlarla karşılaşsınlar.
Haberdeki ayrıntıya göre sosyal medya hesaplarından fotoğrafları silen sadece olayın kadın kahramanı.
Erkek olan silmemiş, gazetecilerin sorularını da geçiştirmiş.
Ben olsam ben de silmezdim, niye sileyim?
Hayatımın güzel anılarla dolu bir dönemi ve sosyal medyada herkesle paylaşmakta da bir sakınca görmemişim, ayrılınca neden silmek gereksin?
Ancak şunu da unutmayalım ki Yargıtay, eski sevgilisinin fotoğraflarını sosyal medya hesaplarından kaldırmayan sanığın 1 ile 4 yıl arasında hapis cezasıyla yargılanması gerektiğine karar vermişti.
Meğer bu, 'kişisel verileri' izinsiz kullanma suçu oluşturuyormuş.
Çok geniş bir yorum ama artık Yargıtay içtihadı haline de gelmiş, eğer ayrılan çiftlerden biri bu konuda arıza çıkarırsa, silmeyenin başı derde girer, onu da belirtmiş olayım.
Benim gençlik yıllarımda sosyal medya yoktu, ayrılan çiftler de fotoğrafları silme olanağına sahip değillerdi.
Onun için fotoğraflar yırtılır, herkes kendi görüntüsünün olduğu yarısını alır, yoluna giderdi. Tabii bazı durumlarda öteki yarının pançik pinçik edilip yakıldığını da duymuşluğum var ki o da bir ilişkinin bitme evresine girildiğinde insanların karakterlerinin değişmeye başladığı konusuna karine teşkil eder.
Freud'un ilk öğrencilerinden olan "lay analist" Theodor Reik, "Kaybolmakta olan aşk, kayıtsızlıktan çok, nefrete yakındır" diye yazmıştı.
İnsanlar, kendilerini biten aşkın kurbanı olarak görmeye eğilimlidirler.
"Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almaz" sözü boşuna atasözlerimiz arasında en çok bilinenlerden biri olmamıştır.
Aşık olma süreciyle, ayrılma süreci bu yüzden ters işleyen iki mekanizmadır.
Aşık olurken, karşımızdaki insan dünyanın en mükemmelidir.
Onda olmayan değerleri bile ona atfederiz, yüceltiriz.
Hatta birileri o aşamada bizi uyarmaya kalksa ona kızar, ısrarcı olanlara düşman bile olabiliriz.
Ayrılırken de bunun tam tersi olur.
Ona kafamızın içinde öyle kötü şeyler yakıştırabiliriz ki tıpkı aşık olma sürecinde olduğu gibi onda olmayan kötü özellikleri bile yakıştırabiliriz.
Doğal olarak benim gibi mükemmel, akıllı, zeki, aşkı için kendini feda eden birisini terk eden birinin düzgün bir karakter olması mümkün müdür?
Biten bir aşk ilişkisinin ardından fotoğrafları sosyal medyadan silmek ya da eskiden olduğu gibi o kişiyi fotoğraftan kesip çıkarmak, arkadaş listesinden atmak gibi davranışların nedeni bu olmalı.
Tabii iş bununla bitmez.
Birisini sosyal medya hesabından silip attın diye, bakalım kafandan da atabiliyor musun, önemli olan işin bu kısmıdır.
Onun için böyle çocukça hareketleri görünce hep aynı şeyi düşünürüm:
Hayatımıza giren kadınlar (ya da erkekler) öyle izler bırakırlar ki fotoğraflarını istediğin kadar sosyal medyadan sil, o izleri silemezsin.
Öfke geçinceye kadar beklemek, çok rahatsız ediyorsa o fotoğraflara bir süre hiç bakmamak, daha doğru bir davranış olur.
Bütün o kötü duyguları geride bıraktığında o fotoğraflar iyi duygular uyandırır içimizde.
İnsan hafızası zaman içinde kötü duyguları siler; sadece iyileri saklar, onları hatırlarız.
Sevip de kaybetmek, hiç sevmemiş olmaktan çok daha iyi bir duygudur!
Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'yi duymuşsunuzdur, kim olduğu ile ilgili bir fikriniz vardır diye tahmin etmek isterim ama yine de işi garantiye alacağım.
Kendisi önemli bir din bilgini, sufi ve şairdir; Marifetname isimli ansiklopedik eserini de duymuş olmalısınız.
1703 doğumlu İbrahim Hakkı Efendi, o zamanın geleneklerine uyarak dört kadın ile evlenmişti.
1. Mahmut Han döneminde İstanbul'a geldiğini, Saray'a kabul edildiğini, padişahın bir iftarına katıldığını da biliyoruz.
İstanbul yolculuğu sırasında dört eşine yazdığı bir mektup, günümüze kadar ulaşmayı başardı.
Tek bir mektuptan söz ediyorum, dört eşine hitaben yazılmış bir aşk mektubu bu.
Mektup, ilk eşi Firdevs Hanım'a hitaben başlıyor:
"İzzetli, hürmetli, hakikatli, adamlıklı, şefkatli, hatırlı, gönüllü, asıllı, usullu, akıllı, iz'anlı, hünerli, ma'rifetli, üsluplu, yakışıklı, güzel huylu, tatlı dilli, uzun boylu, ince belli, kıl ayıpsız hatunum, helalim Firdevs Hatun Huzuruna."
Ve sonra Firdevs Hanım'ı öven satırlarla devam ediyor.
İşte bir küçük örnek:
"Firdevs, Firdevs, o başın seveyim, o kaşın seveyim, o gözün seveyim, o yüzün seveyim, sakın benden küsme ki gönlüm sıkılmasın. Bu uçkuru bana yadigar mı verdin, yoksa bununla beni bağladın mı? Bin tabaka kağıt yazsam seninle sözlerim tükenmez."
Sonlara doğru daha da aşka geliyor:
"Sizin hevesinize çermiği (kaplıcayı) yaptırırım, inşallah tamam olanda sizinle bir gece anda çimeriz."
Ardından mektubun Fatma Hanım'a yazılan bölümü geliyor.
Ancak burada üslup, Firdevs Hanım'a yazdığı kadar heyecanlı değil.
Onun da gönlünü hoş edecek sözler söylüyor ama anlıyorsunuz ki duyguları bir önceki eşine olduğu kadar zengin değil.
Mektubun üçüncü bölümü, Belkıs Hatun'a ayrılmış.
Satır aralarından anlıyoruz ki Belkıs Hatun ile araları şeker renk.
"Bacılarınla hoş tatlı mısın?" diye bir tek ona sorduğuna göre Belkıs Hatun bu çok eşli evlilikten pek de mutlu değil gibi.
Dördüncü ve son eşi Züleyha Hatun'a ait bölüm geldiğinde yine heyecanlanıyor.
"Benim küçük kadınım, benim aşık paşam, aceb cihanda senin gibi var mıdır Zilhem, Zilhem, o tatlı canını seveyim, o tatlı bakışlarını seveyim, hiç fikrimden gitmezsin" bölümü okunurken diğer eşlerinin dişlerini gıcırdatmış olduklarını duyar gibiyim.
Ve mektupta öyle bir bölüm var ki bundan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız, siz de düşünün.
Bana sanki İstanbul'da küçük bir çapkınlık da söz konusu olmuş gibi geldi:
"Bir küçük kadın gördüm, hemen sana benzettim, selam sabah ettim, sesi dahi sana benzerdi; senin hatırın için sokak ortasında ana yarenlik edip ahvalini sordum. Bir ihtiyar kocası varmış zindanda, ana ekmek götürürmüş. On kuruş borcunu vererek anı halas edip sevabını sana bağışladım."
Ve hemen ardından şunu yazıyor:
"Cümle küçük kadınlar sana kurban olsun."
Ve "banyo fantezisi" Züleyha Hanım için de kurulmuş belli ki: Eline para geçerse kaplıcada bir küçük kümbet yaptırmayı ve orada "birlikte çimmeyi" hayal ettiğini yazıyor.
O yıllarda kadınların okuma yazma bilmiyor olmaları normal bir durum.
Büyük olasılıkla dört eşi de aynı durumdaydı ve mektup Erzurum'daki eve geldiğinde okumayı bilen birisi tarafından yüksek sesle, herkese aynı anda okunmuş olmalı.
Mektuptaki ifadelerden hemen anlaşılıyor ki dört eşten ikisine olan muhabbeti daha fazla.
Ama dördüne de ayrı ayrı bürümcükten yapılmış birer "İstanbul gömleği" hediye göndermeyi ihmal etmemiş.
"Her gördüğü elbiseyi" Firdevs Hanım'a almak isteğinden söz ediyor ancak bunu "fırsat bulursa" yapacağını da söylüyor.
Bana biraz kandırmaca gibi geldi bu çünkü hemen ardından bunu yapamazsa dördüne de birer muska getireceği sözünü veriyor.
Belli ki para sorunu da var.
Erkekler için dört eşle evlilik nasıl bir duyguydu tam olarak düşünemiyorum.
Bir erkeğin, dört kadını birden aynı anda, aynı şekilde sevebilmesi, ihtimam gösterebilmesi mümkün olamaz gibi geliyor bana.
Nitekim Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi bir sufi bile bunu başaramamış.
Aynı mektupta eşlerinden her birine ayrı ayrı hitap ederken kullandığı sıfatlar bunu ele veriyor.
Eşlerden ikisi onda daha çok heyecan uyandırıyor ve onlara yazdığı satırlar daha duygu yüklü ve örtülü cinsel imalar da içeriyor.
Bu mektup, durduk yerde nereden aklına geldi diye soracak olursanız, bunu kendilerine Cumhuriyet Kadınları Derneği adını veren kadınlara borçluyum.
Onların Afganistan'daki Taliban zaferini kutlamalarına bakınca, Afganistan'da yaşasalardı acaba yine aynı şeyleri söylerler miydi diye düşünürken, bu mektubu ve bir erkek ile geçinmeye mahkum olan dört kadını hatırladım.
"Çekip gitme" hakları olmayan dört kadını.
(Not: Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın bu mektubu, ilk kez Türk Dili dergisinde Gündüz Akıncı'nın sunuşu ve sadeleştirmesiyle yayınlanmış. Ben, mektubun varlığından Cogito'nun Bahar 1995 sayısında haberdar olmuştum. Cogito da Gündüz Akıncı'dan aktarmıştı. Attila Tokatlı, Aşk ve Sevda Üzerine Çeşitlemeler isimli kitabında aynı mektubu "Çoğulcu Bir Aşk Belgesi" başlığıyla kullanmış, yazımın başlığı da oradan.)
*Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.